SAKINIMSIZ davrandım, güç bir serüvene atılıp kendimi anlatmaya koyuldum; öyle zor ki, başlıyor fakat bitiremiyorsun. Ömrümün ilk yirmi yılını kendime anlatmak ihtiyacını zaten duyuyordum; genç kızlığımda hep gelecekteki günlere, kadınlığıma seslendim çünkü, benden hiçbir şey kalmayacaktı geriye, kadınlığım hepsini yutacaktı, bir avuç kül bile bırakmayacak, genç kızlığımı silip süpürecekti; hep yalvarıyor ve düştüğüm boşluk duygusundan beni çekip almasını isliyor, bunu kadınlığımdan bekliyordum. Kimbilir, yazdığım bütün kitaplar bu yakarışlarımın belki de bir devamıydı? Elli yasandayım artık, vaktin gelip çattığına inandım; kadınlığımın bilincini boşlukta kaybolmuş genç kızın, çocuksu kızın avuçlarına bıraktım. Bütün dualarımı, yakarışlarımı beyaz kâğıda döktüm. Oysa her şey umduğum gibi çıkmadı. Artık büyümüş, çok yaşamış, yaşlanmıştım, .gelecekten umudum yoktu; Bir Genç Kızın Anılan’nı bitirdiğim zaman hiçbir ses yoktu içimde, geçmişime ait hiçbir ses beni devam etmeye, sonrasını anlatmaya zorlamıyordıı. Kararlıydım, başka şeyler yapacaktım. Oysa yapamadım, beceremedim. Demek ki, görünmeyen, Anıların son satırında, harflerin ötesinde gizlenen kocaman bir soru işareti yasıyordu ve ben, bütün çabama rağmen ondan kurtulamamış, onu aklımdan söküp atamamışım. Özgürlük? Evet, fakat ne işe yarayacak? Bütün bu karışıklık, bu amansız savaş, bu kaçışlar, bu zafer çığlıkları, ömrümün sonraki yıllarında nasıl bir anlam vereick-tim bun/ara, daha doğrusu verebilecek miydim? Önce yazdığını kitapların ardına sığınmayı denedim. Oysa asıl benden olan ve tartışılması gereken şeylerdi onlar, kitaplar hiçbir anlam taşımıyordu. Yazarlığı 6 KADINLIĞIMIN HiKAYESi seçmiş ve yazmıştım. Kabul; fakat neyi, neden başka kitapları değil de bu kitapları yazmıştım peki? O kitaplar mıydı yazmak istediklerim? Yirmi yaşımın boş ve sonsuza uzanan umudu ile artık yazılmış, kendi bütünlüğü ve yapısı olan bir eser arasında ortak ölçü yoktur ki! Aynı zamanda hem daha fazlasını, hem daha azım becerebilmeyi nasıl da istemiştim oysa! Yavaş yavaş şuna inandım; anılarımın ilk bölümüne bir cevap bulmak gereklidir; nasıl sevdiğimi anlatamazsam yazarlığı seçişimin ne önemi kalır. Gerçekte de, şöyle bir düşünce, böylesine bir tasarı beni çekiyor, alabildiğine ilgilendiriyordu. Ömrüm henüz tükenmedi, yaşıyorum, ama hayatım gelecek yılların bile artık değiştiremeyeceği bir anlam kazandı. Nasıl bir anlam kazandı? İşte kendimi anlatırken bu meseleyi de aydınlığa çıkarmak zorundayım, bu yüzden yaşadıklarımdan ayrı düşünmedim bunu, soyut bir anlam vermeye çalışmadım. Böyle bir tasanın sadece beni ilgilendirdiği, kişisel bir tasa olduğu bile düşünülebilir; fakat hayır, gerçek böyle değil, Samuel Pepys, ya da .lean-.lacqucs Rousseau, değersiz ve yetenekli kim varsa, kendini içtenlikle anlattığı sürece herkes bu oyunun bir parçasıdır, bu oyunun içindedir, insan başkalarının yaşantısını, hiç olmazsa beli bir bölümüyle aydınlığa çıkaramıyorsa, kendi yaşantısını nasıl aydınlatsın? Üstelik soru yağmuruna tutarlar yazarları; 1 neden yazarlık yapıyorsunuz? Günleriniz nasıl geçiyor? Küçük dedikoduların, söylentilerin ötesinde, yazarlık mesleğinin nasıl bir yaşantıyı gerektirdiğim çok kimse bilmek, anlamak ister. Özel bir durumun incelenmesi, bana sorarsanız, soyut ve hiçbir derinliği olmayan genellemelerden daha öğretici, daha yararlıdır; işte bu nedenle cesaret buluyor ve neşteri önce kendime vuruyorum. Belki de, yazarla okur kitleleri arasında sürüp giden uyuşmazlık, benim de acısını çektiğim uyuşmazlık giderilir, bu başlangıç hiç olmazsa yazarla okuru arasında bir köprü olur, diye düşünüyorum; bir kitap, ancak hangi şartlarda, hangi görüş açısından bakılarak ve kim tarafından yazıldığı bilinirse gerçek anlamına kavuşur, diyorum; işte bunu fırsat bilerek, okurumla başhaşa kalmak, yüzyüze. konuşmak, ona kendi durumumu anlatmak istiyorum. BAŞLARKEN 7 Fakat gene de belirteyim, okurlara her şeyi söylemeyeceğim. Çocukluğumu ve gençlik yıllarımı hiçbir şey gizlemeden anlattım onlara; geçmişime ait ne varsa, hepsine büyük bir kayıtsızlıkla baka-bilmişsem, olgunluk çağımın olaylarına da aynı rahatlıkla bakabilirim anlamına gelmez bu, o ölçüde özgür değilim artık. Kendim ve dostlarım hakkında gereksiz gevezeliklerle de vakit öldürecek değilim, dedikodu türünü oldum olası sevmem. Baştan haber veriyorum, çok şeyi karanlıkta bırakarak yürüyeceğim. Benim yaşantım Jean-Paul Sartre’ın yaşantısına sımsıkı bağlıdır; ama o, kendi hikâyesini size kendisi anlatsın, ben ondan kendi yaşantımı etkilediği ölçüde söz edecek, daha fazlasına el uzatmayacağım. Eleştirmenlerin bir kısmı, Bir Genç Kızın Anıları’nda kızlara ahlâk dersi vermek istediğimi sandılar; oysa ben boynuma borç olan bir işi yaptım. Ahlâk dersi vermeyi hiç aklıma getirmedim. Sadece kendi yaşantıma tanıklık ettim. Hiçbir önyargım yok, sadece her gerçeğin yararlı olduğuna ve ilgi uyandırabileceğine inancım var. Okuyacağınız sayfalarda giriştiğim çaba, neye ve kimlere yararlı olacak, bilemiyorum. Bu kitabın da Bir Genç Kızın Anıları gibi, saf ve çocuksu bir içgüdüyle okunmasını dilerim. BİRİNCİ BÖLÜM KADIN VE BAĞIMSIZLIK YIl 1929, aylardan Eylüldü. Paris’e ilk geldiğimde beni en çok şaşırtan şey bağımsızlığım, kimseye hesap vermek zorunda olma-yışımdı. Çocukluğumdan beri, kardeşimle «büyüklere özenip» türlü oyunlar oynadığım günden beri hayâllerimi süsleyen bir şeydi bu. Öğrencilik yıllarımda hep bunun hayaliyle yaşamıştım, îşte avııçlarım-daydı özgürlük, ansızın bağımsız oluvermiştim; her davranışım, her harckctimdeki hafiflik, sorumsuzluk inanılmaz bir zevk veriyordu bana. Sabah gözlerimi açar açmaz havalara uçacak gibi oluyor, sahip olduğum bu sorumsuzluğa müthiş seviniyordum. On iki yaşımdayken evde kendime ait bir köşe olsun istemiş, böyle bir köşenin yokluğu yüzünden hüzünlenip acı çekmiştim. Kolejli bir ingiliz kızının hikâyesini okumuştum o zamanlar, odasını gözümün önüne getirmiş ve ürpermişlim: bir divan, bir sıra. duvarları boydan boya kaplayan kitaplık, sıcak renklerle süslü bu dört duvarın arasında çalışıyordu kız; çalışıyor, okuyor, çay içiyor ve bütün bunları, başka birine katlanmadan, tanıksız yaşıyordu; nasıl da imreniyordum o kıza! İlk kez bir şeyin farkına varmıştım: kız benimkinden daha dolu, daha bağımsız bir yaşantıyı sürdürüyordu. Neyse, işte sonunda ben de istediklerime kendi yaşamlıma kavuşmuştum! Ninem salonu boşaltmış, kolluklarını kendine ait bibloları içeriye taşımıştı. Beyaz ağaçtan mobilya salın almıştım kendime, kardeşimin de yardımıyla hepsine kahverengi cila vurmuştum ve işte bana ait bir masaya, iki iskemleye, öteberi koymaya yarayan bir dolaba, kitaplarımı dizebileceğim raflara, portakal rengi bir divana sahiplim. Balkonumdan, beşinci katın tepesinden Dcııfc.riRoclıereau sokağını görebiliyordum. Kıpkırmızı bir petrol sobası 10 KADINLIĞIMIN HiKAYESi 2 odamı ısıtıyordu, gerçi kötü kokuyordu, ama olsun, kendi yalnızlığımı koruduğuna inanıyor ve seviyordum o kokuyu. Kapıları kapatıp tek başıma kalmak ve yabancı gözlerden kurtulmak ne büyük mutluluk! Belki de, o İngiliz kızını anlatan hikâyenin etkisiyle, bir süre yaşadığım dekora yabancılık çektim, fakat yerleştim oraya ve yavaş yavaş havasına ısındım; o günlerde, kapıyı üstüme örtmek bile beni sevinçten kudurtmaya yetiyordu. Nineme her ay belli bir kira ödüyordum, o da bana, öbür kiracılarına davrandığı gibi davranıyor, işime karışmıyor, gidiş gelişlerimi gözetlemiyordu bile. Gün ışırken eve dönüyordum bazen, kimi zaman da bütün gece yalağa uzanıp kitap okuyor, aklıma esince öğleye kadar uyuyordum, kimi zaman yirmi dört saat evde oturuyor, sonra bir gece-yarısı ansızın sokağa fırlıyordum. Borç çorbası içerek karnımı doyuruyor, bazen de Coııpela’du bir tas dolusu çikolata ile yctiniyordum. Çikolatayı, borç çorbasını, uzun hareketsizlikleri, uykusuz geçen geceleri seviyordum, fakat asıl kendi kaprislerime tutkundum ben, her şeyden çok kaprislerimi seviyordum. Kaprislerime hiçbir şey karşı duramıyordu zaten. Büyüklerin yıllarca kulaklarımın dibinde davul çalar gibi tekrarladıkları şey, yani hayatın ciddi yönü bana vızgeliyor-du, gözümde hiçbir ağırlığı yoktu ki! Sınavlara girmenin, onları başarıyla savuşturmanın zaten ciddi bir yönü yoktu, maskaralık gibi bir şeydi bu! Evet, sıkıntı çekmiş, hattâ başaramamaktan ürkmüştüm, engellerle boğuşmuş, yorulmuştum. Fakat şimdi, hiçbir engel tanımıyordum, tatilde hissediyordum kendimi, bunu ömür boyu sürüp gidecek bir tatil sanıyordum. Birkaç kişiye özel ders veriyor, ayrıca Victor-Dııruy lisesinde çalışıyor, ekmek paramı çıkarıyordum nasıl olsa, üstelik bu tür angaryalar keyfimi kaçırmıyordu, yepyeni bir oyun kabul ediyordum onları; sözün kısası, büyük ve olgun insan numarasınday-dım. Öğrenci velileriyle ya da öğretmenlerle tartışmak, kendi bütçemin hesabını tutmak, borçlanmak, borç ödemek, yaşantımı rakamlara vurmak, hepsi eğlendiriyordu beni, çünkü hepsi ilk kez başıma geliyordu, bu işleri ömrümde ilk kez yapıyordum. İlk maaşımı aldığım gün nasıl keyiflendiğimi bugün bile gayet iyi anımsıyorum. Birini gözümde büyütür, yüceltir gibi. KADIN VE BAĞIMSIZLIK j l Giyinip kuşanmaya özel bir düşkünlüğüm yoktu; ama istediğim gibi giyinmek için ne mümkünse yaptım; dedemin yasını tutuyordum daha, bu yüzden tuhaf görünecek şeyler giymekten kaçından; bir manto satın aldım kendime, sonra kenarsız bir şapka ve yeni iskarpinler aldım; pabuçlarımın rengine uygun gri bir elbise yaptırdım, ayrıca siyahlı beyazlı bir başka elbise diktirdim; çocukluğumdan beri hep pamuklu ve yünlü giydiğim için, bu sefer onlardan kaçındım, ipekli kumaşlar seçtim kendime, Çin krepesinden ve o yıl çok moda olan kadifeden şeyler seçtim ayrıca. Her sabah aşırı biçimde ve gelişigüzel boyanıyordum; iki yanağımda iki kocaman kırmızı leke belirirdi o zaman, çok pudra sürer, dudaklarımı iyice koyulaştırırdım. Pazarları, haftanın öbür günlerine kıyasla neden daha pahalı elbiseler giyildiğine bir türlü akıl erdiremez, hattâ biraz öfkelenirdim; her gün bayramdı benim gözümde. Çin krepesinin ve kadifenin lise koridorlarındaki * havaya ters düştüğünü farkcdiyordum; iskarpinlerimin iyice yıprandığını da görüyor, ama boş veriyordum hepsine. Kadının süsü pek önemsemediğim bir şeydi. Sartre Hayatıma Giriyor Evime yerleşmiştim artık, gezip tozuyor, sık sık dostlarımı ‘çağırıyordum. Ekim ayının ortalarında Sartre Paris’e döndü, yeni yaşantım asıl o zaman başladı. Limousin’e, beni görmeye gelmişti o yaz; Boulc d’Or isimli bir otele inmişti; dedikodulara engel olmak için kent dışına çıkıyor, kırlarda buluşuyorduk. Sabah erkenden yola çıkıyor ve eskiden yalnızlığımı paylaştığım bayırları, dereleri inanılmaz bir sevinçle, adetâ uçarcasına aşıp ona koşuyordum! Otların arasına oturuyor, saatlerce çene çalıyorduk. İlk günlerde, Paris’ten ve dostlarımızdan uzakta olduğumuzu düşünüp, başbaşa kalmakla yetinmeyeceğimizi, çabuk sıkılacağımızı sanmıştım. «Kitap alırız yanımıza, sıkılırsak okuruz» demiştim, ama Sartre içerlemişti bana. Paris’te başlanmış gevezeliklere devam ettik tabiî, üstelik dünyanın sonu gelse, onunla konuşmaktan bıkmaya3 12 KADINLIĞIMIN HiKAYESi cağımı, vaktin yetersiz ve zavallı kaldığım ancak o zaman fark ettim. Yeni sabah olmuştu, ama göz açıp kapayıncaya kadar akıp geçmişti işte ve vakit öğleyi bulmuştu. Eve dönecek ve aile sofrasında ziftlenecck-tim ben; Sartre o civarda kalıyor, alabildiğine romantik yaratılıştı olan kuzenim Madeleine’in ağaç kovuklarına bıraktığı peynir ekmekle karnını doyuruyordu. Öğleden sonraları zaman daha hızlı akıyor, gece karanlığı inanılmaz bir hızla üzerimize çöküyordu; hava kararırken Sartre oteline dönüyordu, akşam yemeğini gezginci satıcılarla birlikte yiyecekti. Bizim cvdekilere yalan söylemiş, komünizme olan düşmanlıklarından yararlanmayı düşünmüş ve Sartre ile Marksizm’i eleştiren bir kitap hazırladığımızı anlatmıştım. Aklımsıra, komünizme duydukları nefreti coşturarak kandıracaktım onları ve bizi rahat bırakmalarını sağlayacaktım, fakat beceremedim. Sartre’ın gelişinden tam dört gün sonra, baktım, oturduğumuz çayıra babamla annem geliyor; iyice yaklaştılar; babam sararmış şapkasının altında suratını asmış, kararlı, fakat utanarak bakan gözleriyle bizi süzüyordu; Sartre o gün, çiğ pem-peden bir gömlek geçirmişti sırtına; kavgaya hazırdı, onları görünce ayağa fırladı. Babam kibar konuştu, kenti mümkün olan en kısa zamanda terketmesini rica etti; dedikodu,oluyordu ve benim serseri tavırlarını yüzünden kuzenim zarar görüyor, tam evleneceği sırada adı kötüye çıkıyordu. Sartre babama, sert şekilde karşılık verdi, daha önce tasarladığı programı değiştirmeyecek, buradan karar verdiği günde ayrılacaktı. Bu olay bizi daha sakınım!) davranmaya zorladı, çok uzaklarda buluşmaya başladık. Babam yakamızı bırakmıştı zaten, Sartre bir hafta kaldı. Gittikten sonra da sürekli mektuplaştık. Ekim’de yeniden buluştuğumuz zaman, ona geçmişteki bütün bağlantılarımı koparmış olarak döndüm; Sartre bir süre sonra askere gidecekti, şimdi tatil yapıyordu. Dedesinin yanında, Saint-.lacqnes sokağındaki evlerinde kalıyordu; sabahları sisler içindeki Lüksemburg bahçesinde buluşur, gecenin çok geç saatlerinde ayrılırdık. Paris’i yürüyerek dolaşır, boyuna konuşurduk; kendimizden bahseder, aramızdaki bağlantıyı tartışır, gelecekteki günleri düşünürdük. Şimdi bakıyorum da, o gün en önemli şey, konuştuklarımız değil, nasıl olsa anlaşıyoruz diyerek konuşmadıklartınızmış; aklanmışız oysa, fena KADIN VE BAĞIMSIZLIK 13 yanılmışız, gerçek öyle değilmiş. Kendi varlığımızı bütün boyutlarıyla çizmek amacındaysak bütün bu halaları da noktalamak, bunların gene kendi gerçeğimizin birer parçası olduklarını kabullenmek zorundayız. Defalarca söyledim; Sartre yazmak için yaşıyordu; çevresinde gördüğü ve yaşadığı her şeye tanıklık etmek ihtiyacını duyuyordu, bunu kendi gerekliliğinin bir uzantısı sayıyordu; ben yaşamın güzelliğine tutkundum, bu güzelliğin boşlukta savrulmasından, zamanın dişleri arasında solmasından ürküyor, bu güzelliği tespit etmek için yazmak istiyordum. O günkü topluma, biz de karşıydık, yaşamı sevişimiz bir terslik değil çocuksu iyimserliğimizin doğal sonucuydu. İnsan yeniden yaratılmalıydı, bu da bir bakıma bizim eserimiz olacaktı. Kitaplar yazacak ve bu yeni aşamaya kitaplarımızla katılacaktık; günün siyasal olayları bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu; sanıyorduk ki, her şey, biz karışmasak bile, istediğimiz yönde gelişecek, istediğimiz biçime girecektir. İşte bu bakımdan, 1929 sonbaharında bütün Fransız solcularına hâkim olan budala iyimserlik bizde de vardı. Barışı kesin kabul ediyor, bozulacağına inanmıyorduk; Almanya’da nazilerin gittikçe etki sahibi oluşlarını bile umursamıyor, önemsiz bir olay kabul ediyorduk. Ayrıca sömürgeciliğin de kesin bir yenilgiye uğrayacağına inanmıştık; Gandi’nin Hindistan’daki coşkun mücadelesine, toplumcuların Vietnam’daki direncine güveniyorduk. Ve kapitalist dünyayı tehdit eden ekonomik krizin yıkıcı olacağını, kapitalizmi yere vuracağını hesaplıyorduk. Ürkmeden, sıkılmadan, korkmadan kendi yolumuzda yürüyorduk; engellere toslamıyor muyduk sanki? Olur mu, ceplerimiz dolu değildi, kazancımız her şeye yetmiyordu ki! Fena 4 kazanmıyordum, Sartre babaannesinden kalan küçücük mirasla işi idare ediyordu; ama mağaza vitrinleri paramızın erişmediği ve bize yasak eşyalarla doluydu, lüks yerlerin kapıları da bize kapalıydı. Fakat bu yasakları umursamıyor, hattâ küçümseyerek karşılarına dikiliyorduk. Sağlığımız yerindeydi, üstelik her şeyi güleç gözlerle seyretmeye alışmıştık. Ama ben sürekli bir rahatlık içinde değildim, tersliklere canım sıkılınca bunu gizlemesini bilmiyor, hemen belli ediyordum; suratım birdenbire değişiyordu, içime kapanıyor, tuhaflaşıyordıım. 14 KADINLIĞIMIN HİKÂYESİ Böyle anlarımda Sartre dalga geçiyordu benimle, iki ayrı kişiliğim olduğunu söylüyordu; normal zamanlarda kunduza benzetiyordu beni, fakat öfkelenirsem, o sevimli hayvanın rahatlığı benden uzaklaşıyor ve yerini Matmazel de Beauvoir isimli tatsız ve sevimsiz bir genç kadına bırakıyordu; Sartre bu dalgageçme işini alabildiğine uzatıyor, türlü oyunlarla süslüyor, beni daha da öfkelendiriyordu; Sartre’a gelince sabahın erken saatlerinde, uyku mahmurluğunu atamamışsa ya da aklını kurcalayan bir şeyi henüz çözüp rahatlayamamışsa içine kapanıyor, ama bunu belli etmemek için iyice kasılıyordu. Böyle anlarda, Vinceımes Hayvanat Bahçesi’nde gördüğümüz deniz filine benziyordu. Zavallı hayvanın yazgısı bizi de etkilemişti o zaman. Bakıcısı ağzına bir kova dolusu küçücük balık savurmuş, sonra da bir sıçrayışta hayvanın karnına yüklenmişti. Bu beklenmedik ziyafet şaşkına çevirmişti hayvanı; ufacık ve çaresiz gözlerini gökyüzüne kaldırarak yardım dilenmişti zavallı; bütün vücudu, o kocaman et yığını ufalmış, gözlerinde düğümlenmişti sanki ve gövdesi kocaman bir yakarış olmuştu. Hayvan dayanamamış, esnemiş ve yağlı derisini gözyaşlarıyla ıslat-mıştı, sonra başını geriye savurmuş, yenik düştüğünü anlatmak istemişti. İşte Sartre’in yüzüne ne zaman keder çöreklense, deniz filinin durumunu aklımıza getiriyor, gülüyorduk. Sartre seviyordu bu oyunu ve sürdürüyordu; gözlerini yukarıya kaldırarak, esniyor ve hiç konuşmadan, yalvararak bakıyordu. Ekonomik durumumuza gelince, Paris’e döner dönmez, aramızdaki bağlantının şekline karar vermeden, oturup kendimize bir isim yakıştırmış, «Bay ve bayan morganatique» demiş, birbiriyle denk olmadıkları halde evlenenler için kullanılan bu deyimi uygun görmüştük. İki ayrı kişiliği olan bir çift sayıyorduk kendimizi. Genellikle paralı olmayan, fakat parasızlık çekmeyen basit memurlar gibi davranıyor, azla yetinen tutkusuz insanlara benzemeye çalışıyorduk. Kırk yılın başında, o da aklımıza eserse, süslenip püsleniyor ve kapağı ChampElysees’deki bir sinemaya, ya da bir dans salonuna atıyorduk. Coupolc’da dans ederken milyarder Amerikalılar gibi davranıyorduk. Bu bir çeşit diklenmeydi bizim gözümüzde, «tatlı hayat» yaşayanlara özenmiyor, onları küçümsediğimiz! böyle açığa vuruyorduk. KADIN VE BAĞIMSIZLIK 15 Bizi iki ayrı disiplin olgunlaştırabilirdi belki: Marksizm ve Freud’çu ruhçözümleme. Fakat ikisini de kaba çizgileriyle biliyorduk. Sartre ve Georgcs Politzer arasındaki bir tartışmayı bugün bile çok iyi hatırlıyorum. Politzer, Sartre’ın «küçük-burjuva» olduğunu öne’sürü-yor, onu hizaya getirmeye çabalıyordu. Sartre küçük-burjuvalığı kabul ediyor, fakat bir aydının burjuvaziden gelse bile, Marx’ın da belirttiği gibi, kendi sınıfının koşullarını ve görüşlerini aşabileceğini söylüyordu. Hangi koşullarda olurdu bu aşama? Nasıl ve hangi etkenlerle olurdu? Politzer’in kızıla çalan güzel saçları dalga dalga havalanıyordu, boyuna konuşuyordu Politzer, ama Sartre’ı kendi yanına çekmeyi başaramadı. Sartre, özgürlüğe kendi açısından ve yapabildiği ölçüde katkıda bulunmaya çalışacak, bu yolda çaba gösterecekti. Bugün hâlâ kendi gerçeğinin bu olduğuna inanır. Oysa o devirde, ciddi bir eleştiri ikimizin de gözünü açabilir, bizi uyarabilirdi. Paraya karşı kayıtsızlığımız gerçekte bir lükstü; öyle ya, parasızlık çekmeyecek, kıvranmayacak kadar paramız vardı, bu yüzden de insanı insanlığından eden eziyetli işlerden habersiz yaşıyorduk. Açık fikirliliğimizi ise, sadece kendi sınıfımızın 5 insanlarına tanınan fırsatlar sayesinde edindiğimiz bir kültüre borçluyduk. Birer küçükburjuva aydınıydık ve bunu kötü yorumluyor, bağımsızlığımızı kendi marifetimiz sanıyorduk. Gençlerin büyük çoğunluğu Marksizm’i ve ruhçözümleme yöntemlerini benimsedikleri halde, bizim bu iki disipline uzak duruşumuz, ikisi hakkında da çok bilgisiz oluşumuza dayanmıyordu, aynı zamanda bir korkumuz vardı; kendimizi uzaktan ve yabancı gözlerle seyretmekten, eleştirmekten ürküyorduk. Özgürlüğümüze kuramsal sınırlar çizmek değil, bu özgürlüğü bütünüyle korumak, çevremize kaptırmamak istiyorduk.
Simone De Beauvoir – Kadinligimin Hikayesi
PDF Kitap İndir |