Kontrgerilla konusundaki teorileri ve ülkemizde yirmi küsur yıldır süren tartışmaları ilgilenen herkes az çok biliyor. Bana gelince, yedi yıllık gazetecilik yaşamım boyunca kontrgerillanın Türk devleti içindeki evrimini adeta gözlerimle görerek izledim. Bu konuda sayısız haber yaptım. Kontrgerilla konusunda çıkmış bütün kitapları okudum. Diyebilirim ki konunun bütün uzmanlarıyla uzun görüşmeler yaptım. Bizzat kontrgerillacılarla görüştüm, tartıştım. Bunların sonuncusu olan Ahmet Cem Ersever ise örgütün en önemli şeflerinden biriydi. Bütün bu tecrübeyi birkaç sözcükle anlatmam istenirse şunları söyleyebilirim: emperyalizme bağımlılık arttıkça Türkiye daha çok bir “kontrgerilla cumhuriyeti”ne dönüşüyor. Diğer belirleyici etken ise Kürt sorunu. Şiddet yönteminde ısrar, bu suç örgütünün rejim içinde durmadan büyümesine yol açıyor. Artık kontrgerilla rejime rengini veren en önemli kurumdur. Bu kitapta taşıdığım tek iddia kuşkuların götürdüğü yere kadar gitmiş olmaktır. Gazeteci olayların tanığıdır. Kişisel yargılarımı işe karıştırmaksızın gerçeğin soğuk yüzünü okuyucuya göstermek istedim. Olgulara sadık kaldım. Bu yöntemin daha etkili olduğunu düşünüyorum. İnanıyorum ki, gerçek halktan yanadır. Analizi küçümsemiyorum. Olgularla yetinen bir düşüncenin çocukluk çağını aşamadığını biliyorum. Olguları toplamanın amacı da zaten analiz yapmak, bir sonuca varmaktır. Gene de canlı olan olgudur. Olgu, analizin temelidir. “Teori gri, yaşam ise yeşildir.” Bu kitabı yazarken canlı olanı sürekli ön planda tutmaya çalıştım. Binbaşı Ahmet Cem Ersever’in meslekî yaşamı ve onunla görüşmelerim bu kitabın eksenini oluşturuyor. Burada ben, son yıllarda toplum olarak yaşadığımız dehşetin temelindeki örgütü, onun en önemli komutanlarından birinin anlatımıyla sergiliyorum. Halkın belleğine çakılan birçok önemli cinayeti aydınlattığıma inanıyorum. Kitap okunduğunda görülecektir ki, Türkiye’yi sarsan cinayetlerin hiçbirinin faili meçhul değildir. Faillerin bilinmeyişi, bulunmayışı resmî iddiadan ibarettir. Öldürülmemiş olsaydı Binbaşı Ahmet Cem Ersever’den daha birçok gerçeği öğrenecek, olayların içindekilerle konuşma fırsatı bulacaktım. Toplum adına kaçırılmış bir fırsattır. Ancak Binbaşı Ersever’in anlatabildikleri ve başka kaynaklardan edindiğimiz bilgiler şunu ortaya koyuyor: kontrgerilla örgütü çözülmüştür! Örgütlenişiyle, işleyiş kurallarıyla, cinayetleriyle, elemanlarıyla, tetikçileriyle ve devlet içindeki yeriyle çırılçıplak gözler önündedir. Buna rağmen resmen reddedilmesi ve devlet tarafından korunması Türkiye’nin büyük trajedisidir. Kontrgerilla NATO ülkelerinin tümünde var. Türkiye’nin NATO’ya giriş tarihi 1952. Kontrgerilla ise ülkemizde 1953 yılında kuruldu. O zamanki yasal adı, Seferbirlik Tetkik Kurulu. Fikir, finansman ve teçhizat daima ABD’ye aitti. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun, yani kontrgerillanın personeli de ABD ordusunun ve CİA’nın subayları tarafından eğitildi. 1965 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu, Amerikan Askerî Yardım Heyeti (JUSMATT) binasına taşındı! Adı değişti, Özel Harp Dairesi oldu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî darbeleri Amerika’nın emriyle kontrgerilla tarafından adım adım planlandı ve gerçekleştirildi. Türkiye kontrgerillanın provokasyonları, sabotajları ve işkenceli sorgulamalarına sahne oldu. Bu süreç boyunca kontrgerilla durmaksızın büyütüldü. Küçük bir daire iken bugün tümen gücünde bir kuvvet haline geldi. Özel Harp Dairesi, geçtiğimiz yıl, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldı. Kürt sorununun ulaştığı boyuta uygun olarak devlet içindeki belirleyici rolü arttı. 1990 yılında İtalya’da Gladio adında bir gizli devlet örgütü açığa çıkarıldı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra Avrupa ülkelerinin Amerika’ya bağlı kontrgerilla örgütlerine ihtiyaçları kalmamıştı. İtalya’dan sonra bütün NATO ülkelerinde benzer örgütlerin bulunduğu resmen açıklandı. Kontrgerillanın Almanya’daki adı Sword’du. Avusturya’da Schwert, İngiltere’de Secret British Network Revealed, Belçika’da Sdra-8, Hollanda’da NATO Command, İsviçre’de P:26 ve P:27, Yunanistan’da Sheepskin, Fransa’da ise adı “Rüzgârgülü”ydü. Peki Türkiye’dekinin adı? Türkiye’de kontrgerilla yoktu ki! Resmî açıklama böyle. Bu kitap resmî iddiaya bir yanıttır. “Kontrgerilla yoktur” sözünün bizzat kendisi, kontrgerillanın bir psikolojik harp sloganıdır! Kontrgerilla bugünkü rejimin çelik çekirdeğidir. Sadece Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümü için değil, bütün halka karşı egemen sınıfın güvencesi olarak geliştirilmiştir. Rejim kendisini ne kadar tehlikede hissederse kontrgerilla o kadar büyüyecektir. Kontrgerillayı rejimin korkusu besliyor. Binbaşı Ersever ve arkadaşlarının cinayeti, kontrgerilla tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Örgüt başkent çıkışlarına ceset serpiştirme aşamasına gelmiştir. İllegal resmî şiddet Türkiye’yi bunalıma sürüklüyor. Toplumsal yaşamı zehirlemeye devam ediyor. Kontrgerilla aslında rejimin çözümsüzlüğüdür. Toplumun ruhsal dokusunu durmaksızın biçen bir testeredir. Kitabın adını “Binbaşı Ersever” koymayı çok düşündüm. Anlamlı olacaktı. Yüzbaşı Selahattin ve Binbaşı Ersever, iki insan ismi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel evriminin iki önemli aşamasının adıdır. Cumhuriyet emperyalizmle uzlaşıp kendi halkına karşı dövüşen bir diktatörlük haline geldikçe Kuvayı Milliyeci Yüzbaşı Selahattin yerini Binbaşı Ersever’e bırakır! Yüzbaşı Selahattin işgalci emperyalizme direnen bir halkın parçasıdır. Binbaşı Ersever ise, kendi halkına karşı savaşan kontrgerilla örgütünün önemli şeflerinden biri. Bağımsızlık ile emperyalizme tam teslimiyet arasındaki zıtlık kişisel kaderlere böyle yansıyor. Bu kitap bir kontrgerilla tarihi değildir. Daha önemlidir. Çünkü kontrgerilla hakkında yazılmış bütün teorilerin, bilgilerin bir tür kanıtlanışıdır. Her türlü yasanın dışında ve üstünde hüküm süren bu esrarlı örgütün gözler önüne serilişidir. Türkiye tarihi kritik bir aşamadan geçiyor. Bu kitap işte bu döneme tanıklık etmek amacıyla kaleme alınmıştır… Soner Yalçın Ocak 1994 Yirminci baskıya önsöz Kitabın ilk baskısının üzerinden dokuz yıl geçti. Bu süre boyunca neler yaşandı, Binbaşı Ahmet Cem Ersever cinayetinde ne gibi gelişmeler oldu, sanıyorum bunları açıklığa kavuşturmam gerekiyor… O günden bu yana hep aynı soru kafamın bir yerinde asılı duruyor: “O günlerde ben neden dördüncü ceset olmadım?” Katiller bulunamadığı sürece sanıyorum, bu soru olduğu yerde çakılı kalacak… Binbaşı Ersever’le Ankara’da yaptığımız o gizli görüşmeler boyunca bir gün bile aklıma gelmemişti, anlatıklarını kitap yapacağım. Daktilonun başına geçtiğimde henüz Binbaşı Ersever’in naaşı Kocatepe Camii’nden kalkmamıştı. Ama benim daktilonun karşısına geçmem kolay olmadı. O günlerde birçok arkadaşa sormuştum: “Binbaşı Ersever’in anlattıklarını yazayım mı?” Soruyu yöneltmemin nedeni, yanıtını aradığım iki soruydu: 1 – Yazılmamak üzere anlatılanlar, kişi öldükten sonra yazılırsa bu gazetecilik ilkesine uyar mı? 2 – Binbaşı Ersever’in anlattıklarını yazarsam, benim sonum da benzer olur, öldürülür müydüm? Korkuyordum. Her iki soruya da değişik yanıtlar aldım. Ama bir yakınımın verdiği yanıt beni çok yüreklendirdi. Bu kişi eşim Feza K. Yalçın’dı. Henüz yeni evliydik. Hem kendi adıma korkuyor hem onun başına bir şey geleceğinden çekiniyordum. Ama Feza yazmam için sürekli beni teşvik etti. Sonunda yazmaya karar verdim. Bu bir görevdi. Türkiye’de gazetecilik yapmanın bir özelliğiydi tüm bu yaşadığımız zorluklar. Geçtim daktilonun başına. Kitapta ayrıntılarını okuyacaksınız, her görüşme sonrası aldığım notları arşivimden çıkarıp önüme koydum. Yaptığımın ne kadar önemli bir iş olduğunu biliyordum. Titiz davranıyordum. Sanıyorum iki hafta gibi kısa bir sürede bitirdim kitabı. Zamana karşı yarışmıştım. Çünkü yazıp kurtulmak ve Binbaşı Ersever’in söylediklerinin insanlara ulaşmasını istiyordum. Biliyordum ki, Türkiye’de ilk kez resmî bir görevli bu kadar açık bilgiler vermiş, bazı faili meçhul cinayetlerin nasıl ve kimler tarafından işlendiğini anlatmıştı. Her notu tekrar yazarken bir kez daha irkiliyordum. Hiç kolay değildi, çünkü devletin merkezine yerleşmiş bir kanlı örgütü isim isim eylemleriyle birlikte ortaya çıkarıyordum. Öyle bir örgüt ki, hiçbir yasayı tanımıyor, soruşturma korkusu nedir bilmiyordu. Üstelik o sene içinde, yani 1993 yılında 51 gazeteci saldırıya uğramış, 8’i öldürülmüştü. Hapisler, gözaltılar, işkenceler cabası. Yazmak gerçekten cesaret istiyordu. O günlerde Aydınlık gazetesinde çalışıyordum. Aziz Nesin’in başını çektiği bir grup aydın yeni bir gazete çıkarmak için Onbinler A.Ş. adlı bir şirket kurmuşlardı. Doğu Perinçek ve arkadaşlarının da yeni bir gazete projesi vardı. İki grup yan yana geldi, Aydınlık gazetesini çıkardı. Aydınlık’ın çıkmasında yüzlerce kişinin emeği vardı. Maddî ve manevî yardım için binlerce kişi seferber olmuştu. Biz çalışanlar aldığımız o kadar az ücrete rağmen maaşlarımızı bile bağışlamıştık. Karanlığa karşı Aydınlık’la savaş verecektik. Henüz adı konmayan “Binbaşı Ersever” kitabı çıkacağı günlerde Aydınlık gazetesinin trajı iyice düşmüştü. İlk dönemde 30-40 bin arası satan gazete 7-8 bine kadar gerilemişti. Gazeteyi yaşatmak için maddî yardımlar gerekiyordu. Kitap çıkmadan önce Binbaşı Ersever’in anlattıklarını Aydınlık’a dizi yaptım. Gazete epey tiraj kazandı, satışını ikiye katladı. Ancak dizi bittikten sonra tiraj yine düştü. Zor günlerdi. Beni tek sevindiren, kitabımın hayli yankı yaratmasıydı: on günde üç baskı yapmıştı. Bülent Dikmener Haber Ödülü’nü, Musa Anter ve Basın Şehitleri Ödülü’nü kazanmıştı. Ne garip, kitapla ilgili olarak basında hiç yazı çıkmamıştı. Ne bir övgü, ne bir yergi ne de bir tanıtım! Basın kitabı yok sayıyordu. O günlerde TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu kurulm}ştu. Komisyon Binbaşı A. Cem Ersever’in öldürülmesi olayıyla ilgili olarak beni de dinlemeye karar verdi. 16 şubat 1994 tarihinde Meclis’e gittim. Komisyonda özetle şunları söyledim: “Gerek Aydınlık’ta dizi olarak yayımlanan, gerekse kitap olarak çıkan yazılardan da görüleceği gibi bir gazeteci olarak Binbaşı Ersever’in anlattıklarını kaleme aldım. Kuşkusuz Ersever bana bildiklerinin binde birini ancak anlatmıştır. Daha fazla bilgi vermesini önlemek için mi öldürüldü, bu konuda söyleyeceklerim ancak yorum olur. Bana göre, daha fazla konuşmasını önlemek için öldürülmüştür. Ancak Ersever’in bana söyledikleri bile Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetleri kimlerin planladığı ve kimlerin tetik çektiği konusundaki yeterli bilgileri vermektedir. Çünkü Ersever burada isim isim katilleri açıklamaktadır.” Komisyon başkanı Sadık Avundukluoğlu’nun “Peki Ersever’i kim öldürdü?” sorusunu şöyle yanıtladım: “Ben kitapta kuşkuların beni götürdüğü yere kadar gittim. Katil şudur diyemem. Ancak Başbakan Tansu Çiller, ilgili bir soruyu ‘kendi içlerindeki çatışma’ diye yanıtlamıştır. Devlet bu sorunun yanıtını kuşkusuz biliyor” dedim. Komisyon üyesi DYP Erzurum Milletvekili İsmail Köse’nin “Ersever yıllarca istihbarat birimlerinde çalıştı. Böyle bir kişi size neden bu bilgileri verdi?” şeklindeki sorusunu şöyle açıkladım: “Ersever bölgede görev yaparken ordu hiyerarşisine uyan biri değildi. Yeri geldiğinde generallere bile emir veriyordu. Bu nedenle kendini hep çok önemli bir kişi sandı. Üniformasını çıkarıp sivil bir vatandaş olunca beklediği itibarı ve yardımı göremedi. Bana göre sivil olunca PKK gibi dağda savaşacak bir örgüt kurmak istiyordu. Ancak bu konuda devletten yardım alamadı. Devlete küstü ve bildiklerini anlatmaya başladı. Onu dinleyen sadece ben değildim ama sadece ben yazdım.” Bir yanlış anlama vardı: Binbaşı Ersever aslında sadece Aydınlık’a röportaj vermedi. Birçok yayın organı Ersever’le röportajlar yaptı. Hepsi de yayımlandı. Ersever yayımlanmamak üzere bazı gazetecilerle de görüştü. Ama onlar hiçbir şey yazmadılar. Bu cesareti sadece ben gösterdim, hepsi bu. Bu arada Binbaşı Ersever’in İtirafları kitabımın gelirini Aydınlık’a bağışladım. Ancak bu tür idealist çabalar gazetenin yaşamını sürdürmesine olanak vermedi. “Aydınlık tarikatı” gazeteyi İşçi Partisi’nin yayın organı olarak görmekte ısrar etti. Sonunda tüm çabasına rağmen bu çevreyi bu “hastalıktan” kurtaramayan başyazar Aziz Nesin yazılarına son verdi. Günlük Aydınlık kapandı. Haftalık Aydınlık çıktı. Ben de askere gittim. Asker ocağına giderken, “Binbaşı Ersever’in İtirafları kitabı başıma bir şeyler açar mı?” diye çekinmiyor da değildim. Çünkü kitabı yazdıktan sonra Genelkurmay’da görevli haber kaynaklarım benimle ilişkilerini kesmişlerdi. “Bir subayın yaptıkları tüm Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bağlamaz” deyip kızıyorlardı. Sık görüştüğüm üst düzey bir generalin üstü kapalı bir şekilde kitabı yazmamam gerektiğini söylediğini de anımsıyorum. Haber kaynakları ile gazetecilerin çoğu zaman karşı karşıya geldiği zor bir durumdur bu. Sonuç: herkes görevini yapacaktır. Ve ben gazeteciydim, yazdım. O günden bugüne bir daha Genelkurmay’dan kimseyle görüşemedim. Tanıdığım subaylardan hiçbiri telefonuma bile çıkmadı. Ama yazdıklarımdan bugün bile pişmanlık duymuyorum. İyi ki yazmışım!.. Aradan yıllar geçti… 3 kasım 1996 günü Türkiye yeni bir güne uyandı. Susurluk’ta 20 RC 721 plakalı bir kamyon ile 06 AC 600 plakalı bir Mercedes çarpıştı. Mercedes’in içinde bulunan kişilerin kimlikleri Türkiye tarihinin en karmaşık skandalını ortaya çıkardı. DYP milletvekili Sedat Bucak ile Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, yıllardır aranan Ülkücü Abdullah Çatlı ve sevgilisiyle aynı otomobildeydiler. Türkiye şoke olmuştu. Siyaset, polis, mafya ilişkisini araştırmak için TBMM’de Susurluk Komisyonu kuruldu. 4 şubat 1997 tarihinde Show TV’nin Ankara haber müdürlüğünü yapıyordum. Öğleden sonra Susurluk Komisyonu üyesi CHP Milletvekili Fikri Sağlar’dan aldığım bir telefonla ben de şoke oldum. Komisyona ifade veren Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, Binbaşı Ersever cinayetine adımı karıştırmıştı! Hanefi Avcı, Ersever’in nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatıyordu: “Cem Ersever, 1993 ekimi sonunda (25 ekim, S.Y.), Genelkurmay’daki duruşmasına katılmak için İstanbul’dan A.E.’nin (Alpaslan Ertuğ, S.Y.) kendisine tahsis ettiği bir minibüsle Ankara’ya geldi. Kızılay’da minibüsten indi ve saat 12.00’de aynı yerde buluşmak üzere şoförle sözleşti. Kızılay’da bazı arkadaşlarına uğradı. Daha sonra çantasının içinde bulunan siyah renkli takım elbisesini giymek ve kendisine ait bazı emanetleri almak üzere Keçiören semtinde arkadaşı Kemal Sadık Uzuner’in (PKK itirafçısı, S.Y.) evine gitti. Uzuner, Gümrük Müdürü Ali Balkan Metel’in şoförüydü ve Ersever ile Metel ve Uzuner Habur’dan tanışıyordu. Keçiören’deki evde Ersever’e ait uzaktan kumandalı patlayıcılar vardı. Ersever’in arkadaşı eski itirafçı Mustafa Deniz, binbaşının bu patlayıcıları kullanacağından endişe ederek durumu birkaç gün önce bazı tanıdıklarına haber vermişti. Keçiören’deki eve gelen ve hem Mustafa Deniz’in hem de Uzuner’in tanıdığı olan bir grup, patlayıcıları ve evdeki video kasetler de dahil dokümanları aldılar. Ersever ise Ankara’ya geldiği gün Uzuner’i aradı ve emanetlerini almak üzere geleceğini bildirdi. Ersever eve girdiğinde enterne edildi.” Fikri Sağlar ve Emin Özgönül Kod Adı: Susurluk, Derin İlişkiler adını verdikleri kitaplarında bundan sonraki gelişmeleri şöyle yazıyorlar (sayfa 109): “Saat 12.05’te Kızılay’daki minibüs şoförü, İstanbul’daki patronu A.E.’yi (Alpaslan Ertuğ, S.Y.) arayarak Ersever’in söz verdiği halde gelmediğini bildirdi. A.E. bunun üzerine Ersever’in kendisi hakkında referans verdiği ve ‘Başıma bir şey gelirse onu ara’ dediği Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’ya telefon açtı. A.E. Ankara’daki Uzuner’i, Hanefi Avcı ise Mustafa Deniz’i aradı. Uzuner, Ersever’in eve gelip emanetleri aldığını, Peugeot marka bir oto ve yanında iki arkadaşıyla ayrıldığını söyledi. Mustafa Deniz ise Ersever’den bilgisi olmadığını söyledi. Durum Ankara Emniyeti’ne bildirildi. Emniyet Uzuner’i sorgulamak istediği sırada bir başka birim devreye girip ‘Bu bizim adamımız’ diyerek sorgulamayı engelledi.
Soner Yalcin – Binbasi Ersever’in Itiraflari
PDF Kitap İndir |