Kadın hâlâ derin uykuda, düzenli ve güçlü nefesler alıp veriyordu. Hafif aralanmış ağzı gülümseyecek ya da bir şeyler söyleyecek gibiydi ve yorganın altındaki genç, diri göğüsleri huzurla inip kalkıyordu. Pencerelerden içeriye yeni doğan günün ilk ışıkları vuruyordu. Fakat kış sabahının ışığı zayıftı. Karanlıkla aydınlık arası bir ışık kararsız bir şekilde vuruyordu uyuyan her şeye ve örtüyordu üstünü. Ferdinand sessizce kalkmıştı, nedenini kendi de bilmiyordu. Şimdilerde bunu çok sık yaşıyordu; çalışırken birden kalkıyor, şapkasını kaptığı gibi evden çıkıyor, kendini tarlalara atıyor, hızla ve giderek daha hızla, bitkin düşünceye, dizleri titreyinceye, şakaklarındaki nabzı deli gibi atıncaya kadar koşuyor, sonunda kendini bilmediği yabancı bir yerde buluyordu. Ya da hararetli bir sohbetin ortasında öylece donup kalıyor, söylenenleri anlamıyor, soruları duymuyor, kendine gelmek için tüm gücüyle silkinmek zorunda kalıyordu. Bazen de akşamları üstünü değiştirmeyi unutuyor, ayağından çıkardığı ayakkabıları elinde, ya karısının seslenmesiyle yerinden sıçrayıncaya ya da birdenbire elindeki ayakkabılar yere düşünceye kadar yatağın kenarında öylece oturup kalıyordu. Sıcak odasından balkona çıktığında soğuktan titremeye başladı. Farkında olmadan ısınmak için dirseklerini bedenine bastırdı. Aşağıdaki manzara hâlâ sisle kaplıydı. Yüksekteki evinden baktığında genellikle beyaz bulutların hızla süzülüşünü bir ayna gibi yansıtan Zürich gölünün üzerine şimdi kalın, süt gibi köpükler yayılmıştı. Bakışlarının ve ellerinin değdiği her yer nemli, karanlık, kaygan ve griydi; ağaçlardan sular damlıyor, kirişlerden nemler sızıyordu. Yeni güne uyanan dünya biraz önce selden kurtulmuş, saçlarından sular damlayan bir insana benziyordu tıpkı. Sisli gecenin içinden insan sesleri yükseliyordu, fakat bu sesler suda boğulan bir insanın çıkardığı hırıltılar gibiydi, bazen de çekiç sesleri ve uzaktaki bir kilisenin kulesinden çıkan çan sesleri geliyordu; fakat her zamanki gibi net değil, nemli ve paslı bir sesti duyulan. Islak bir karanlık duruyordu kendisiyle dünyası arasında. Üşüyordu. Fakat yine de elleri ceplerinde, sisin ve karanlığın ardından ortaya çıkacak manzarayı görmek için hiç kıpırdamadan orada öylece duruyordu. Sis, gri bir kâğıt gibi aşağıdan yukarıya doğru yavaş yavaş kalkarken Ferdinand, aşağıda sabah sisinin arkasına gizlendiğinden emin olduğu ve düzenli, berrak çizgileriyle varlığını aydınlatan o çok sevdiği manzarayı sonsuzca özlediğini hissetti. Kim bilir kaç kez içindeki karmaşadan kaçıp bu pencereye gelmiş, dışardaki huzur dolu manzaraya bakarak rahatlamıştı; karşı kıyıda evler sevimli bir şekilde yan yana dizilmişti, mavi suları zarafetle yaran küçük bir vapur, kıyıda neşeyle süzülen martılar, kırmızı bacalardan çıkan ve öğleyin çalan çan sesleriyle birlikte göğe yükselen gümüş renkli dumanlar, ona o kadar açık, o kadar net bir şekilde ‘Huzur! Huzur!’ diye bağırıyorlardı ki, dünyanın delirdiğini bilmesine rağmen bu güzelliklere inanıyor ve kendisine vatan seçtiği bu ülke sayesinde birkaç saatliğine de olsa kendi vatanını unutuyordu. Aylar önce zamandan ve insanlardan kaçan, savaşan ülkesinden İsviçre’ye gelmiş bir kaçaktı; gördüğü vahşet ve dehşet yüzünden korkudan büzülmüş, altüst olmuş ruhunun burada düzeldiğini, iyileştiğini ve yaralarının kabuk bağladığını fark etmiş, buranın eşsiz manzarasının, renklerinin onu kendisine çektiğini ve içinde resim yapma arzusunu uyandırdığını hissetmişti. Bu nedenle ne zaman bu manzarası kararsa, kendisini yabancı ve uzağa atılmış hissediyordu, tıpkı bu sabah saatlerinde olduğu gibi, çünkü sis her şeyin üzerini örtmüş, manzarasını engellemişti. Aşağıda, karanlıkta kapalı kalan herkese, onlar gibi uzaklarda gömülüp kalmış memleketinin insanlarına karşı sonsuz merhamet hissediyor, onlarla beraber olmak, yazgılarını paylaşmak için sonsuz bir özlem duyuyordu. Bu mart sabahında sisler arasında bir yerde, bir kilisenin çanı dört kez çaldı, sonra sanki saati kendi söylüyormuş gibi sekiz kez daha çaldı. Ferdinand önünde dünya, arkasında uykusunun karanlığındaki karısı olmasına rağmen kendini bir kulenin tepesinde tarifsiz bir yalnızlık içinde hissediyordu. Yüreğinin derinliklerinde bu sis duvarını parçalamak, bir yerlerde uyanışın, aydınlanışın mesajını, yaşamın gerçekliğini, güvenliğini, kesinliğini hissetmek istiyordu. Bakışlarını ileriye yönelttiğinde, aşağıda köyün bittiği ve yolun kısa kıvrımlarla yukarıya kadar çıktığı yerde, sislerin içinde insan ya da hayvan, bir şeylerin yavaş yavaş hareket ettiğini sandı. Ne olduğu belli olmayan bu küçük şey gittikçe yaklaşıyordu, Ferdinand kendisinden başka birinin uyanık olmasına sevindi önce, öte yandan yakıcı ve hiç de sağlıklı olmayan bir merak sardı benliğini. Gri cismin ilerlediği yerde civar köylere ya da buraya çıkan bir dört yol ağzı vardı: Gelen yabancı bir an soluklanmak için duraklar gibi oldu. Sonra ağır ağır dar patikadan yukarı çıkmaya başladı. Ferdinand birden huzursuzlandı. ‘Bu yabancı da kim?’ diye sordu kendi kendine. ‘Nasıl bir mecburiyet onu da benim gibi sıcak yatağından sabahın ışığına çıkardı acaba? Bana mı geliyor, benden ne istiyor?’ Hafif sisin içinden tanıdı onu: Postacıydı. Her sabah kilisenin çanı sekiz kez vurduğunda buraya tırmanırdı, Ferdinand onun uçlara doğru kırlaşan kızıl, denizci sakallı kaba yüzüne ve mavi gözlüğüne baktı. Nussbaum[1] idi adı, Ferdinand ise sert hareketleri ve mektubu vermeden önce ciddi bir tavırla büyük, siyah deri çantasını sağ tarafına çekerken vakur bir tavır takınması nedeniyle Nussknacker [2] diyordu ona. Ferdinand, onun yere kuvvetle basa basa, çantayı sol tarafına atıp, kısa bacaklarıyla son derece ciddi yürüdüğünü görünce gülümsemeden edemedi. Fakat birden dizlerinin titrediğini hissetti. Gözlerinin üstüne doğru kaldırdığı eli bir anda felç olmuş gibi yana düştü. Bugün, dün ve haftalar boyunca hissettiği huzursuzluğu birden geri dönmüştü sanki. Postacının adım adım kendisine doğru geldiğini hissediyordu. Ne yaptığını bilmeden kapıyı açtı, uyuyan karısının yanından yavaşça geçerek dışarıya süzüldü ve hızla merdivenlerden indi, bahçe parmaklıklarından aşağıya, postacıya doğru yürüdü. Bahçe kapısında karşılaştılar. “Benim için… benim için…” Üçüncüsünde söyleyebildi ancak: “Benim için bir şey var mı?” Postacı ona bakabilmek için buğulanmış gözlüğünü kaldırdı. “Elbette, elbette.” Bir hareketle siyah çantasını sağ tarafına aldı, parmaklarıyla -kocaman solucanlar gibiydiler, nemli ve soğuk sisten kızarmış parmaklarıyla- yokladı mektupları. Ferdinand titriyordu. Sonunda postacı çantadan bir mektup çıkardı. Büyük, kahverengi bir zarftı, üstünde “resmi” damgası ve Ferdinanden adı vardı. “İmzalamanız gerekiyor,” dedi postacı, mürekkepli kalemini ıslatıp Ferdinand’a uzattı. Ferdinand heyecandan imza olarak okunmaz bir şekilde ismini karaladı. Sonra şişman kırmızı elin ona verdiği mektubu aldı. Fakat Ferdinand’ın parmakları o kadar uyuşmuştu ki, zarf bir anda elinden kayıp yere, ıslak toprağa, nemli ağaç yapraklarının üzerine düştü. Almak için eğildiğinde kokuşmuş, çürümüş bir şeylerin kokusu geldi burnuna. İşte buydu, haftalardır gizli ve sinsi bir şekilde huzurunu kaçıran, bozan buydu, iradesine rağmen beklediği mektuptu; anlamsız, saçma sapan, anlaşılmaz, bilinmeyen, anonim uzaklıklardan kendisine gelen, onu el yordamıyla arayan, daktiloda yazılmış donuk makine sözcükleriyle sıcak yaşamına, özgürlüğüne uzanan, saldıran bu mektuptu. Keşfe çıkmış bir süvari yeşil, sık ormanlıkta görünmez çelik bir namlunun kendisine yöneldiğini ve içindeki küçük kurşunun karanlığa, bedeninin içine girmek istediğini nasıl hissederse, Ferdinand da bu mektubun bir yerlerden çıkıp geleceğini biliyordu. Karşı koymak için çevirdiği, geceler boyunca düşüncelerine nüfuz eden tüm o küçük dolaplar boşunaydı demek: Ve işte şimdi onu bulmuşlardı. Çok değil, daha sekiz ay önce öbür tarafta kendisini bir at tüccarı gibi muayene eden, kolundan tutup kaslarını yoklayan askeri doktorun karşısında çıplak, soğuktan ve tiksintiden titreye titreye durduğu ve kendini son derece aşağılanmış hissettiği sırada yaşadığımız bu çağın insan onurunu hiçe saydığına ve Avrupa’nın içine düştüğü esarete bizzat tanık olmuştu. Vatansever lafların boğucu havasına ancak iki ay dayanabilmişti, fakat bir süre sonra yavaş yavaş nefes alamaz hale gelmiş, insanlar onu ikna etmek için ağızlarını açtıklarında yalanın sarı rengini dillerinde görmeye başlamıştı. İnsanların söylediği her şey onu tiksindirmişti. Boş patates çuvallarıyla şafak vakti pazarın basamaklarında oturan ve soğuktan tir tir titreyen kadınların bakışları yüreğini parça parça etmişti: Yumruklarını sıkıp etrafta dolanırken öfke ve kinle dolmaya başladığını hissetmiş, içindeki bu inanılmaz nefretten tiksinti duymuştu. Sonunda birinin yardımıyla karısıyla birlikte İsviçre’ye geçebilmeyi başarmıştı, sınırı geçer geçmez birden içi yaşam sevinciyle dolmuştu. Başı o kadar dönmüştü ki bir direğe tutunmak zorunda kalmıştı. Uzun bir süre sonra ilk kez yeniden hayat, insan, eylem, irade, güç gibi duyguları hissetmişti. Ciğerleri havadaki özgürlüğü içine çekmek için hazırdı. Vatan onun için artık daha çok bir hapishane, bir mecburiyetti. Yabancı diyar ise dünyadaki vatanı, Avrupa insanlık demekti. Fakat bu mutluluğu ve hafiflemiş duyguları pek uzun sürmedi; sonrasında o korku yine geldi. İsmiyle bu kanlı çalılığa takılıp kaldığını, geçmişinden kurtulamayacağını biliyordu. Bilmediği, tanımadığı, fakat onu bilen ve özgür bırakmayan bir şeyler olduğunu hissediyordu. Görünmez bir yerlerde pusuya yatmış, uykusuz, soğuk bir gözün onu gözlediğini biliyordu. Tamamen içine döndü, ‘Birliğine teslim ol’ çağrılarını görmemek için hiç gazete okumadı, izini kaybettirmek için evini değiştirdi, mektuplarının karısı adına poste restante [3] ile gönderilmesi için talimat verdi. İnsanların sorularına maruz kalmamak için onlarla konuşmaktan kaçınıyordu. Asla kente inmiyor, tuval ve boya alması için karısını gönderiyordu. Zürich gölü yakınlarındaki küçük bir köyde bir köylüden kiraladığı evde varlığını, ismini unutturmaya çalışıyordu. Fakat bildiği bir şey vardı: Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kâğıdın arasında bir kâğıt vardı. Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti – bu çekmecenin açıldığını duyuyordu, adını yazan daktilonun tuşlarının vuruşunu duyuyor ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya kadar dolanacak, dolanacaktı.
Stefan Zweig – Mecburiyet
PDF Kitap İndir |