Anadolu’daki Hıristiyanların en kalabalık olduğu yerdi. Bunların büyük bölümü Ortodoks Hıristiyan idiler, yani Ermeni değildiler ama o dönemde Ortodoksların Yunanlı olduklarını söylemek güçtü. Çünkü bunların esas olarak 4. yüzyıldan itibaren Gürcülerin Hıristiyanlaştırılan iki ana gurubu olan Tzanlar (Canik bölgesinde) ile Lazların (Lazistan bölgesinde) soylarından geldikleri, genellikle Rumca konuşmakla beraber yerel bir diyalekt kullandıkları ve kendilerine özgü pek çok adetlerinin olduğu bilinmekteydi. Bunlara birde kıyı şeridindeki Yunan kolonileriyle bölgeye özellikle Trabzon mparatorluğu (1207-1461) döneminde yerleşen, Helenleşmiş büyük Bizans ailelerinin soyundan gelenleri eklemek gerekir. Türk fethinden sonra Tzanların ve Lazların büyük bölümü slamiyet’i kabul etmiş, bir bölümü de 19. yüzyılda uyanan Yunan milliyetçiliğinin etkisi altında yeniden Hıristiyanlığa dönen Of yöresinde yaşayanlar, yani Oflular gibi, iki din arasında, iyi belirlenmemiş bir inanca bağlı kalmışlardır. Bu Ortodoks Hıristiyan nüfus, 19.yüzyılın başında yeni bir canlanma sürecine giren kilise ile yeni burjuvazinin birlikte yürüttükleri çabaların etkisi altına girecek ve kökeni ne olursa olsun Anadolu’da yaşayan, Türkçe yada Rumca konuşan bütün Ortodoks Hıristiyanlar gibi, Yunan Ulusuna ait olma duygusunu benimsemeye başlayacaklardır. … Sorunun niceliksel yönüyle ilgili olarak, sonu gelmez sayılar savaşına girmeden, 19.yüzyılın sonunda, bundan böyle Yunan ulusal etkisine tabi oldukları için Rum diye adlandıracağımız nüfusun, 1890’lara doğru Cuinet’in verdiği rakamlara göre toplam nüfusun yaklaşık beşte birini (800bin Müslüman ve 50 bin Ermeni’ye karşılık 200 bin Rum) oluşturduğunu söyleyebiliriz… Ekonomik güç ister istemez siyasi istekleri de harekete geçirecekti. Aydınların ulusal Helen ideallerini benimsemeleri 19.yüzyılın ikinci yarısına dek gider ve 1870’te stanbul’da yayınlanan Pontus’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleştiği görülür. Ancak siyasi bir eylemin mümkün olduğu fikri 1908 Jön Türk devriminden sonra doğacak, 1912 Balkan savaşıyla gelişecek ve 1914’te 1. Dünya savaşının başlamasıyla siyaset gündemine girecektir. O dönemde artık önemli bir ekonomik ve aydın çekirdeğinin bulunmasına rağmen, eyleme geçme sırasında liderliğini dayatan hala kilisedir.Osmanlı mparatorluğunda baş gösteren milliyetçi hareketler içerisinde dini liderlerin rolleri henüz incelenmemiştir ve milliyetçiliğin sisleri arasında kaybolup gitmektedir. Bu liderlerin Yunanlıların gözünde “kutsal bir şehit”, Türklerin gözünde”iğrenç hain” olarak görülmesi , bu iki vasfa sahip olsalar bile başka pek çok özelliği olan bu insanların siyasi kişiliklerinin gerektiği gibi çözümlenmesine olanak bırakmamaktadır. Oysa Pontos olayının başını çekenler, gerek mizaçları gerek siyasi bağlılıkları bakımından birbirlerinin tam zıddı olan iki din adamıdır. O sıralarda Ortodoks Kilisesi içerisinde karşıt iki eğilimin bulunduğu kimse için bir sır değildir. Bunlardan Neo Emperyalist diyebileceğimiz birincisi, yeni Yunan Devletinin Osmanlı mparatorluğu ile yeni kurulan Balkan Devletlerinin topraklarına dağılmış olarak yaşayan bütün Rumları içine alacağı noktaya kadar yayılmasından yanadır. Bu seçenek hem Venizelos’un politikasıyla hem de sonradan Britanya mparatorluğu’nun Lloyd George’un başkanlığı sırasında benimseyeceği liberal politikayla özdeşir. Daha çok eski (paleo) emperyalist diye görülebilecek olan ikinci eğilim ise kilise hiyerarşisinin çevresinde ve Ortodoks Patriği’nin denetimi altında Bizans mparatorluğu’nun yeniden kurulmasını hedeflemektedir. Ve Patrik 3. Yuvakim’in güçlü kişiliği ve kilit noktalara yerleştirdiği sadık adamları sayesinde ağır basan eğilim bu ikincisi olacaktır. Yunanistan’ın Osmanlılardan kopardığı her vilayetteki metropolit makamının, Yunanistan’daki bağımsız kiliseye bağlanmak üzere Patrikliğin denetiminden çıktığı göz önüne alınırsa, oraya buraya dağlımı, Rum halkının stanbul’daki Kutsal Sinod’u (Patrikhane meclisini) neden mutlu etmediğini almak kolaylaşır. Samsun makamından sorumlu Amasya metropoliti Ghermanos Karavangelis ilk eğilimden yanadır.1900 ile 1907 yılları arasında Kastoria (Kesriye) metropoliti iken, Osmanlıların Makedon topraklarında Rumlarla Bulgarların birbirine karşı verdikleri gizli savaşı kışkırtanlardan biri de odur. Yörede Yunan etkisinin artmasından çekinen Rus elçisinin ısrarı üzerine Türk Hükümeti metropolitin merkeze alınmasını istemeye karar verir, ama Karavangelis bir yıl sonra, 1908’in Ocak ayında Amasya metropoliti olarak atanır. Yeni atandığı görevinde de eski faaliyetlerine başlamakta gecikmeyecektir. Kadıköy, halkının çoğunluğu hatta tümü kısa bir süre önce kırdan göç etmiş Rumlardan oluşan Samsun’un bir varoşudur. Germanos, 1908 devriminin ardından, görünüşte bir öz savunma örgütü kurmayı gerektirecek herhangi bir yerel huzursuzluk yokken, ilk silahlı milis teşkilatını bu mahallenin gençleri arasında kurar….Yunanlı Destounis şirketinin bir gemisiyle getirilen ve Kadıköy’de Mercanis’in kahvehanesine depolanan elli kadar Manlicher marka tüfek, Pontus’ta ilk milis teşkilatını silahlandırmaya yarayacaktır. Ortada dolanan rivayete göre metropolit iki siyah atın çektiği kapalı arabasında güya kimliğini gizleyerek, kırda çalışan birliklerini denetlemeye gidermiş ve Balkan savaşı patlak verince de milislerinde yirmi kadarını Yunan ordusunun yanında çarpışmak üzere cepheye göndermiş. Aslında Pontus meselesi denilen olay dizisinin kökeninde Balkan savaşı yer almaktadır. Anadolu köylüleri tarafından bir bütün olarak hiç de iyi karşılanmayan seferberlik, kilise ve okulun propagandasının kurtarıcı olarak tanıttığı ordulara karşı savaşmaları söz konusu olduğunda Pontuslu Rumlar tarafından daha da kötü algılanmıştır.O tarihe kadar silah altına alınmaması insanların düzenli orduya besledikleri nefretle, ulusal duyguların bunda ne kadar etkili olduğunu birbirinden ayırmak zorsa da, savaşın ilk aylarında askerlerin ordudan kitlesel bir biçimde kaçtıkları bir olgudur. Silahlarıyla yada silahsız olarak memleketlerine dönen köylüler, köylerinde yaşamaya cesaret edemezler ama, yine de ailelerini korumak ve tarla işlerine yardımcı olmak amacıyla köylerinin civarında kalırlar. Böylece kendiliğinden kurulur. Hükümetin bölgede Balkan göçmenlerinin bir bölümünü yerleştirmeye çalışmasıyla, olayların ikinci bir aşamasına geçilir. Rum köylülerin göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları otoritelere ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Çarşamba yolu üzerindeki Kirazlık köyüne bir grup göçmenin yerleştirilmek istenmesi girişimi, jandarmalarla silahlı çetelerin ilk kez karşı karşıya gelmelerine yol açar. Göçmenlerin Çırahman, Ökse, Tevkeris, Çinit, Andreandon, Çınarlı köylerine yerleştirilme girişimleri de aynı şekilde, silahlı çatışmalara neden olur ve sonunda söz konusu köylerin eşrafına uygulanan baskıya rağmen göçmen yerleştirme girişimi önlenir. Böylece Birinci Dünya Savaşı’na, yalnızca Samsun yöresiyle sınırlı görünmekle birlikte bir ön ayaklanma havasında girilir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlatılan genel seferberlik ve Hıristiyan yükümlülerin “amele taburlarına “yazılmaları da doğal olarak asker kaçaklarının sayısını arttırır. Kaçakların köylerin civarında saklandıklarını ve ailelerince beslendiklerini bilen jandarma, aileler üzerinde baskı yapar, bu da çetelerin bireysel ya da örgütlü olarak cezalandırma eylemlerine girişmelerine neden olur; böylece her baskı ve eylemin etnik açıdan yorumlandığı şiddet eylemleri giderek tırmanmaya başlar. Aynı dönemde metropolit de kaçaklara mali yardım sağlamak üzere devreye girerek Samsun’lu eşrafı seferber eder. Hükümetin işe karışması bunlardan bazılarını yeraltına geçerek çetelere katılıma zorlar ve bu da çetelerin ekonomik olduğu kadar siyasi bakımdan yapılanmalarını doğurur. Durumun vahameti karşısında hükümet 1915 sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini önlemiş olan köylere karşı ( Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma harekatına girişir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan çetelere katılırlar. Karısının namusunu korumak için çeteci olan bu asker kaçağı, doğrulanması zor bazı bilgilere göre1915’te Sivas askeri hapishanesine saldırmış ve bir Rus generalini kurtarmıştır.Kimin hesabına ? Bunu cevaplamaya olanak yoktur ama, ister gerçek ister efsane olsun bu eylem, Pontus olaylarının ilk aşamasına damgasını vuran bir siyasetin niteliğini ele veren bir eylemdir: Rusya etkisi. 1916 yılının başında, Ruslar Karadeniz kıyısında Trabzon’un işgali ve Çarlık ordusunun Tirebolu yakınlarındaki Harşit nehrine kadar ilerlemesiyle sonuçlanan bir saldırı başlatırken, Londra’da Sir Mark Sykes ve François Georges Picot, Osmanlı mparatorluğu’nun bölüşülmesiyle ilgili taslağın son rötuşlarını yapar ve Rus hükümetinin onayını almak üzere Petrograd’a giderler. Görünüşte gafil avlanmış olan Rus hükümeti konuyla ilgili tavrını belirtmek amacıyla alelacele toplanır. Tartışılacak sorunlardan biride Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki Rus – Türk sınırıdır. 17 Mart 1916’da yapılan ilk bakanlar kurulu toplantısında Donanma sınırın Sinop’tan başlamasını ister, fakat Kara Kuvvetleri gerisi sağlama alınmış olmayan çok uzun bir kıyı konusunda endişelidir… Sazanov Petrograd’daki Fransa elçisi Paleologue’a Osmanlı mparatorluğunun paylaşılmasıyla ilgili ngiliz- Fransız – Rus anlaşmalarında “Trabzon’un batısında belirlenecek bir nokta” ibaresine yer verilir. Bununla beraber 2. Nikolas bu belgeye şu notu düşmüştür: lk nokta hariç ( yukarıda belirtilen durum ) katılıyorum. Eğer ordumuz Sinop’a ulaşmayı başarırsa, sınırımız bu şehirden başlamalıdır. Demek ki söz silahlara bırakılmakta ve bu bağlamda Tirebolu ile Sinop arasında kalan topraklardaki yerel koşullar özel bir önem kazanmaktadır.
Stefanos Yerasimos – Pontus Meselesi (1912 – 1923)
PDF Kitap İndir |