Stendhal – Parma Manastırı

Stendhal, 1935 yılında kuzeni Romain Colomb’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Benim gerçek işim, tavan arasında roman yazmak. Birtakım saçmalıklar yazmayı, 800 frank değerindeki işlemeli bir pelerin giymeye yeğliyorum.” O sırada, İtalya’da Fransız Konsolosu’ydu; görevinden ve İtalya’daki yaşayışından bıkmıştı; Rue de Richelieu’deki küçük dairesinde, paranın kıt, ama sanatsal, düşünsel etkinliklerin bol olduğu, ünlü romanı Kızıl ile Kara’yı (Le Rouge et le Noir) yazdığı günleri özlemle anıyordu. 1836 Mayısı’nda, kısa süreli diye çıktığı tatili üç yıl sürdü ve bu sırada yeniden roman yazmaya karar verdi. Önce, 1835 ‘te başlayıp yarım bırakmış olduğu Lucien Leuwen adlı romanını tamamlamayı tasarladı. Ancak, var olan toplumsal düzeni böylesine açıktan açığa yeren bir yapıtın yayımlanması, bir devlet görevlisi için pek akıllıca sayılmayacağından, kısa sürede bu tasarısını bir yana bıraktı. Yolculuk tutkusunu ve insanlık sevgisini işleyebileceği bir konuyu ele almaya karar verdi. Hayatının çeşitli dönemlerinde yurdunda yaptığı gezilerden, kitaplardan ve arkadaşlarının düşüncelerinden esinlenerek yazdığı iki ciltlik “Bir Turistin Anılan” (Memoires d’un Touriste), 1838’de yayımlandı. Bu çalışmasını genişletmeyi tasarlarken bir başka düşünce onu öylesine sardı ki, hemen üzerinde çalışmaya başladı ve ikinci büyük romanı Panna Manastın’nı (La Chartreuse de Panne) yedi haftada tamamladı. On altıncı yüzyılda geçen eski bir İtalyan öyküsünden 9 esinlenen Stendhal, 3 Eylül 1838’de olayların yerini ve zamanını değiştirerek daha çağdaş bir roman yazmaya karar verdi. 4 Kasım’da Rue Caumartin’deki bir evin dördüncü katında, gerçek bir tavan arasında çalışmaya başladı. Günde ortalama yirmi dört sayfa gibi inanılmaz bir hızla yazarak 25 Aralık’ta yapıtını tamamladı ve yayımlatması için kuzeni Romain Colomb’ a verdi. Kitabı, 1839 Nisanı’nda yayımlayan Ambroise Dupont, romanın fazla uzun olduğunu düşünerek Stendhal’e kısaltması için baskı yapmıştı. Stendhal yayıncının bu isteğini kabul etmiş, romanı kısaltmıştı, ancak daha sonra biraz aceleyle yapılan bu kısaltmadan ve romanın sonunun kısa kesilmesinden hoşnut kalmamıştır. ilk büyük romanı Kızıl ile Kara ile devamında gelen Parma Manasttn arasinda birçok benzerlik bulunabilir.


Her iki romanda da betimlemelerden kaçınılmış; sadece roman kişileri ile geçmişleri, çevreleri arasındaki ilişkiyi açıklamak için betimlemelere yer verilmiştir. Kişilerin iç dünyaları, düşünceleri, uzun monologlarla okura aktarılmıştır. Yazar romanlarının ikinci derecedeki kişilerine -bir an sahnede görünüp kaybolsalar bile- canlılık, derinlik kazandırmakta büyük bir ustalık gösterir. Kızıl ile Kara’ da Madam De Renal ve Mathilde’in kişiliklerinde sergilenen çelişki ve karşıtlık, Parma Manasttn’nda Clelia ve Sanseverina Düşesi’nin kişiliklerinde kendisini gösterir. Kadın kahramanlardan ilki yumuşak, duygulu, inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır, tutkularına boyun eğer, ama pişmanlık içinde kıvranır; ikincisiyse, tutkularını gizlemez, açıksözlü ve yüreklidir, kendi istek ve eğilimlerinden başka kural tanımaz. Bu benzerliklere karşın, Panna Manastın’nın genel yapısı Kızıl ile Kara’dan oldukça farklıdır. Kızıl ile Kara’da olaylar, roman kahramanları ile kahramanın her bakımdan dışında kaldığı toplum arasındaki çelişkiyi ortaya koyar; bu nedenle romanın odak noktası kahramanın kişiliğidir. Oysa Panna Manastın’ndaki kahraman, belirli bir konumu olan genç bir soyludur; yazgısını belirleyen rastlantılarda kişiliğinin etkin bir rolü yoktur. Panna Manastın’nda ana olaylar zinciri bir dizi inanılmaz serüvenden oluştuğu halde, Stendhal’in bireylere ve davranışlara verdiği önem, rastlantının, sürekli vurgulansa da, tek be10 lirleyici olduğu bir roman yazmasını engellemiştir. Romanın kahramanı Fabrizio’nun kurbanı olduğu rastlantıların ardında, Parma Sarayı, gururu ve zayıf kişiliğiyle entrikalara zorunlu olarak katılan Prens, tek amaçlan kendi çıkarlarını korumak olan hırslı ve kıskanç soylular bulunur. Bu kişilerin kötü niyetleri ve entrikaları sonucu Fabrizio’nun hapsedildiği ve idam ya da zehirlenmenin kaçınılmaz gibi göründüğü bir anda, engellere meydan okuyan, romantik, temiz bir aşk ortaya çıkar ve Clelia ile sevgilisinin kişilikleri ön plana geçerek kötü yazgıyı gölgede bırakır. Clelia’nın Meryem Ana’ ya verdiği söz, yine bir rastlantının sonucudur; ama bu rastlantının kaynağı, Düşes’in küstahça atılganlığı, Clelia’ya duyduğu kıskançlık ve yeğenine beslediği tutkulardır. Clelia’nın verdiği sözde kişiliğinin ve rastlantının rolü öylesine iç içe geçmiştir ki, birinin bitip ötekinin başladığı noktayı saptamak olanaksızdır. Önsözünde olduğu gibi, roman boyunca da Stendhal, olayların Fransa’da değil, İtalya’da geçtiğini okurlarına sık sık hatırlatır. İtalya’da kaldığı uzun yıllar boyunca Stendhal, bu ülkenin insanlarını yakından tanıma olanağını elde etmiş, İtalyanları Fransızlardan daha az akılcı, daha az karmaşık, daha az ketum, daha fevri, daha tutkulu ve daha duygusal bulmuştur.

Bu nedenle, Panna Manastın’nda Abbe Chelan’ın ciddi sağduyusuna ya da Peter Pirard’ın soğuk akılcılığına sahip bir papaza rastlamayız; soyluların arasında da uygar, ince Marki de la Mole’ün bir benzeriyle karşılaşmayız. Bunların yerine, en büyük merakı yıldızlardan geleceği okumak olan ve Stendhal’in çağdaşı Balzac’ın, romanı cömertçe övdüğü halde, gerçekten çok uzak olduğunu ileri sürerek romandan çıkarmasını istediği Rahip Blanes vardır. Soylular arasındaki en önemli kişi, coşkulu Kont Mosca’dır, aşın cüreti ve açıksözlülüğü ancak hükümdarı incitmek kaygısıyla sınırlanır, Düşes’e olan karşılıksız ve çaresiz aşkı, çılgınca tutkulu konuşmalarında anlatılır. Bununla birlikte, Stendhal’in Panna Manastın’nda kişilerini canlandırmada gösterdiği ustalık, iklim ve ırk farklarının gerisindeki ortak insanlık özelliklerini algılamamızı sağlar. Kuşkusuz, öyküdeki kötü kişiler, aşağılık, sadist eğilimli Rassi, soylu ama aynı derecede aşağılık Fabio Conti ve entrikacı Markiz Raversi, bu kuralın dışında kalırlar. Bu kişiliklerin çizilmesinde abartma ve karikatürleştirme görülür, ancak, insanların aşağılık 11 içgüdülerinin kuklası oldukları ölçüde kendilerinin birer karikatürü oldukları da doğrudur. Çekici, akıllı, gözüpek, son derece sevimli ve inanılmaz derecede ahlaksız olan Sanseverina Düşesi, kendine özgü Makyavelimsi yanıyla, Stendhal’in İtalyan özellikleri dediği özelliklerin hepsine sahiptir. Bir anlamda romanın gerçek kadın kahramanı odur, Fabrizio’nun duygularında ilk sırayı almasına karşın, Clelia Conti, Düşes’in yanında soluk kalır, yumuşak, alçakgönüllü yapısıyla herhangi bir ulusun sessiz, dindar kızlarından farksızdır. Romanın birkaç yerinde, Stendhal, Fabrizio’nun İtalyan yanını vurgular. Gerçekten de, Fabrizio, bir Fransız’ dan beklenenden daha fevri, daha duygusal bir yapıya sahiptir. Öte yandan, Kont Mosca’yla kıyaslandığında, kişiliğinde belli bir “Kuzeyli soğukluğu” görülür; romanın ilk bölümlerinde ima edildiği gibi Fabrizio’nun gerçek babasının genç bir Fransız teğmeni olduğu düşünülürse bunda şaşılacak bir yan yoktur. Stendhal, Fabrizio’nun kişiliğindeki İtalyan özelliklerini, örneğin güzel bir manzara karşısında gösterdiği coşkuyu vurgulamakla birlikte, yarı İtalyan, yarı Fransız kökenli bir genci incelemekte eşsiz bir ustalık göstermiştir. Fabrizio genellikle duygulan ve dürtüleri doğrultusunda davranır, ama kendi duygularını anlamak için yine de oldukça başarılı bir çaba gösterir. Stendhal, Kızıl ile Kara’da toplumu acımasızca suçlamış, Panna Manastın’nı yazarken, aradan neredeyse dokuz yıl geçmişti . Artık elli altı yaşında, yorgun, belki de zamanla yumuşamış ve hoşgörü kazanmış bir adamdı.

İkinci romanında alay ve yergi yok denecek kadar az olmakla birlikte, yine de kendi hareketli hayatından izler vardı . Napoleon’un ordusuyla katıldığı seferler, İtalya’nın doğal güzelliklerinin büyüsü, insanı öfkelendiren küçük hesaplar, hemen hemen hiçbir zaman mutlu bir sonu olmayan aşk serüvenleri … Yazar, anılarını işleyerek yazdığı romanda kötülüğe şöyle bir değinir, ama bunun eserini karamsar kılmasına izin vermez, kendi aşk deneyimlerinden yola çıkarak tutkunun değişik türlerini başarıyla çözümler. Okurlar, bu romanda sayısız güzellikler bulacaklardır; Waterloo’daki canlı sahneler, görünmeyen bir ordunun top sesleri, Como Gölü kıyılarının büyüleyici görüntüsü, Famese Burcu’ndan izlenen uçsuz bucaksız ufuk çizgisi, kuşlarının ha12 şındaki Clelia’nın uçucu güzelliği, Fabrizio’nun hapisten kaçışının coşkusu; kısacası, bu sürükleyici ve hüzünlü öyküyü renklendiren biçem ustalıkları. 13 MARGARET R.B. SHAW ÇEVİRİ: ROZA HAKMEN Açıklama Bu roman 1830 yılının kışında, Paris’ten üç yüz fersah uzakta yazıldı; dolayısıyla, l 839’da olup bitenlerle ilgili hiçbir bilgi yoktur içinde. l 830’dan yıllarca önce, Fransız orduları Avrupa’da cirit atarlarken, bir rastlantı sonucu, bana piskoposluk kurulu üyesi bir papazın evinde kalacağımı gösteren bir belge verildi: İtalya’nın güzel kenti Padova’da olmuştu bu. Orada kalışım uzayınca, adamla dost olduk. l 830 yılının sonuna doğru yolum yine Padova’ya düşünce, hemen o iyi yürekli papazın evine koştum. Ölmüştü, biliyordum ama içinde onca hoş akşamlar geçirdiğimiz salonu bir daha görmek istiyordum; sonradan sık sık özlemini duymuştum o akşamların. Evde, papazın yeğeni ile yeğenin karısıyla karşılaştım. Eski bir dost gibi karşıladılar beni. Eve birkaç kişi daha geldi, çok geç saatte ayrıldık. Yeğen, Pedroti Gazinosu’ndan nefis bir şarap getirtti. Bizi böyle geç saatlere dek alıkoyan, özellikle, Sanseverina Düşesi’nin başından geçenler oldu.

Birisi buna değinince, yeğen de benim için baştan sona anlattı. Dostlarıma, “Gideceğim yerde bunun gibi akşamlan hiçbir zaman bulamam; gecenin uzun saatlerini geçirmek için de anlattıklarınızı roman haline getireceğim,” dedim. Yeğen, ”.Amcamın notlarını, anılarını vereyim size öyleyse,” dedi. “Parma ile ilgili bölümde, Düşes’in astığı astık, kestiği kestik olduğu sıralarda, sarayın entrikalarından birkaçını anlatıyor. Yalnız, dikkat edin! Bu olay hiç ahlaklı değildir. Şimdi siz Fransa’ da, İncil’in ilkelerine uygun bir anlığa kavuşmuş olmakla övünüyorsunuz ya, adınızı katile çıkarabilir bu öykü.” 15 Bu romanı 1830′ daki taslakta hiçbir değişiklik yapmadan yayımlıyorum. Bunun yazar ve -Fransız- okurlar açısından iki sakıncası olabilir: İlki, sadece yazarı ilgilendirmektedir. İkincisi, yani okurlarla ilgili olan ise, kitaptaki kahramanların İtalyan olmasıdır. Bu ülkenin gönülleri, Fransız gönüllerinden oldukça farklıdır. İtalyanlar içtendir, iyi insanlardır, çekingen değillerdir, akıllarından geçeni söyleyiverirler. Zaman zaman gurura kapılırlarsa da, bu, tutku haline gelir, “benlik” adını alır. Sonra, yoksulluk gülünç bir nesne değildir onlar için. Açık söyleyeyim, kişilerde yaradılışlarının sertliklerini olduğu gibi bırakmayı göze aldım Buna karşılık -çekinmeden söylüyorum- yaptıklarının çoğunu da ahlak bakımından ayıpladım.

Parayı her şeyden çok seven, hınç ya da sevgi uğruna hiç günah işlemeyen Fransızların yaradılışlarındaki yüksek ahlakı, sevimlilikleri onlara bağışlamak neye yarar? Bu romandaki İtalyanlar bunun tersidir hemen hemen. Zaten bana öyle geliyor ki, insan ne zaman güneyden kuzeye iki yüz fersah yol gitse, yeni bir manzara gibi, yeni bir roman da çıkar ortaya. Papazın sevimli yeğeni, Sanseverina Düşesi’ni tanımış, çok da sevmişti. Benden de, onun başından geçen ayıplanmaya değer olayları hiç değiştirmememi rica etti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir