Buna bir aşk üçgeni öyküsü diyebilirsiniz sanırım. Amie Cunningham, Leigh Cabot ve Christine tabii. Yalnız Christine’in Arnie’nin ilk aşkı olduğunu da anlamanızı isterim. Henüz yirmi iki-sindeyim ve büyük deneyim sahibi bir erkek gibi konuşamam. Yine de bana kalırsa Christine, Arnie’nin tek, gerçek aşkıydı. Bu yüzden de bir felaket oldu. Arnie’yle aynı sokakta büyüdük. Birlikte Owen Andrews İlkokuluna gittik. Bunu Darby Ortaokulu ve Libertyville Lisesi izledi. Arnie’nin okuldayken öldürülmemesinin tek nedeni benim. Ben önemli biri sayılıyordum. Evet, şimdi bunun beş para etmediğini biliyorum. Futbol takımı kaptanı ve yüzme şampiyonu olan birine okul bittikten beş yıl sonra bedava bir bira bile vermiyorlar. Ama ben öyle olduğum için Amie öldürülmedi. Epey itilip kakıldıysa da ölmedi. Kendisi daha başlangıçta yenilgiyi kabul eden biriydi. Her ortaokul ve lisede en az böyle iki kişi bulunur. Bu ulusal bir yasa gibidir. Bir kız, bir de erkek. Herkes onlara saldırır. Gün kötü mü geçti? Büyük sınavda çaktın mı? Ailenle tartışıp bir hafta evden kapı dışarı çıkamadın mı? Bunlar sorun sayılmaz. Gider, okul koridorlarında kimseye görünmeden kaçmaya çalışan zavallıları bulur ve ders zili çalmadan saldırırsın. Bazen onları öldürmekten beter ederler. Bu tipler sağ kalsalar bile birçok bakımdan ölürler. Bazıları tutunabiiecekleri bir şey buldukları için ayakta kalırlar. Arnie için ben vardım. Sonra Christine’i buldu. Leigh daha sonra ortaya çıktı. Bunu anlamanızı istedim. Arnie insanın hırsını alması için çok uygun bir tipti. Bir yet- — 7 — miş beş boyunda, altmış beş kilo ağırlığında, yani epey sıskaydı. Okulda kafalı geçinen öğrenciler kendisinden hoşlanmıyorlardı. Çünkü onun üstün bir yanı yoktu. Arnie aslında zekiydi ama kafası otomobil motorlarından başka bir şeyi almıyordu. İşte bu konuda şaşılacak kadar yetenekliydi. Yalnız Horlick Üniversitesinde öğretim görevlisi olan anne ve babası oğullarının motor kurslarına devam etmesine dayanamıyorlardı. Arnie epey uğraşıp ilk üç yıl kurslara devam edebilmişti. Bunu sağlamak için de evde büyük bir savaşım vermesi gerekmişti. Okulda esrarkeşlerle hapçılar da onda hoşlanmıyorlardı. Çünkü Arnie’nin o taraklarda bezi yoktu. Daracık blucin giyen ve kafayı çeken kabadayılarla da arası iyi değildi. Çünkü içki içmiyordu ve kendisine biraz sertçe vuracak olsanız ağlayabilirdi. Ah, evet kızlarla da arası iyi değildi. Hormonları fıttırmıştı. Yani Arnie’nin yüzü ergenlik sivilcelerinden görünmüyordu. Yüzünü günde belki beş kez yıkıyor, haftada belki on iki defa duşa giriyordu. Günümüzde bilinen her sivilce krem ve ilacını denemiş, ama bunların hiç yararı olmamıştı. Arnie’nin yüzü tıpkı domatesli, kıymalı bir pizzaya benziyordu. Sivilceler yüzünden ileride çopur olacağı belliydi. Her şeye karşın ben onu yine de seviyordum. Tuhaf bir neşesi ve durmadan soru soran, oyunlar oynayan, zihin jimnastiği yapan bir kafası vardı. Yedi yaşındayken bir karınca çiftliğini nasıl yapacağımı bana Arnie öğrettiydi. Bir yaz boyunca o küçük yaratıkları izledik. Karıncaların çalışkanlığına ve ciddiliğine hayran kaldık. Satrancı ilk öğrenen Arnie oldu. Pokeri de öyle. Kelime bulmacalarında puanımı nasıl arttıracağımı da. İlk kez âşık olana kadar boş zamanlarımı genellikle Arnie’yle geçirdim. Yağmurlu günlerde içim sıkıldığında onu arardım. Belki de gerçekten yalnız olan kimseleri böyle tanıyabilirdiniz… Onlar yağmurlu günlerde daima yapılacak hoş bir şey bulabilirlerdi. Onları her zaman arayabilirdiniz. Çünkü hep evde olurlardı. Gerçekten hep yapayalnız ve evdeydiler. Ben de Arnie’ye yüzmesini öğrettim. Onunla birlikte egzer- ___ Q ___ siz yaptım. Sıska vücudunu biraz geliştirmesi için bol sebze filan yemesinde ısrar ettim. Libertyville Lisesindeki son yıla girmeden önce ona yol yapan bir şirkette iş de buldum. Bu işe girebilmesi için ailesinden izin almamız kolay olmadı. Anne ve babası kendilerini California’daki çiftçilerle Burg’daki çelik işçilerinin büyük dostu olarak görmekteydiler ama oğullarının adi bir iş yapıp ellerini çamura bulaması onları dehşete düşürüyordu. O yaz tatilinin sonuna doğru Arnie, Christine’i ilk kez gördü ve âşık oldu. O gün yanındaydım. İşden eve dönüyorduk. Gerekirse bu konuda yüce Tanrının önünde yemin edebilirim. Arnie birden tutuldu. Hem de çok fena tutuldu. İş bu kadar hazin olup kısa süre içinde korkunç bir hal almasaydı gülünç bulabilirdim belki. Evet, bu kadar kötü olmasaydı gülünç sayılabilirdi. Durum ne kadar kötüydü? Başlangıç için yeterince kötüydü ve kısa bir sürede daha da beter oldu. __ Q __ DENNIS’İN ÖYKÜSÜ İlk Görüş Arkadaşım Arnie Cunningham birden, «Aman Tanrım!» diye bağırdı. «Ne oldu?» diye sordum. Çelik çerçeveli gözlüğünün gerisinde gözleri yuvalarından uğramış gibiydi. Bir elini ağzına koymuş, omzunun üstünden bir şeye bakıyordu. «Arabayı durdur, Dennis! Geri bas!» «Sen ne diyor…» «Geri git. Ona tekrar bakmak istiyorum.» Birden anladım. «Aman be oğlum, bu işi unut. Eğer şu yanından geçtiğimiz… şeyi söylüyorsan…» «Geri bas!» Adeta haykırıyordu. Arnie’nin kendine özgü bir şaka yaptığını düşünerek geri bastım. Ama bu şaka falan değildi. Arkadaşım deli gibi âşık olmuştu. Bence o berbat bir şeydi. Arnie’nin o gün onda ne gördüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ön camın sol yanındaki çatlaklar’bir örümcek ağını andırıyordu. Sağ arka yan tümüyle içine göçmüş, boyaları dökülmüş ve paslanmıştı. Arka çamurluk eğril-mişti. Bagaj kapağı yarı açıktı. Döşeme yer yer yırtılıp içinden pamuklar fırlamıştı. Sanki biri bıçakla döşemeyi kesip parçalamıştı. Bir lastik patlaktı, diğerleri de kabak sayılırdı. Yani berbat haldeydiler. Daha da kötüsü motorun bulunduğu yerin altında bir yağ birikintisi vardı. — 11 — Arnie 1958 modeli bir Plymouth Fury’e âşık olmuştu. Şu uzun kuyruğu olan büyük arabalardan biriydi. Ön camın sağ tarafında, yani çatlaklar olmayan yanda güneşten solmuş SATILIKTIR yazılı bir kâğıt vardı. Arnie, «Hatlarına bak, Dennis,» diye fısıldadı. Büyülenmiş gibi arabanın etrafında dolanıyordu. Terden ıslanmış saçları havalanıp havalanıp yüzüne yapışıyordu. Arka kapılardan birini yoklarken kapı tiz bir gıcırtı çıkararak açıldı. «Arnie, benimle dalga geçiyorsun değil mi? Başına güneş geçti kuşkusuz. Öyle olduğunu söyle. Seni evine götürüp havalandırma aygıtının önüne yatırırım ve bu işi unuturuz ha?» Ama bunları söylerken umutsuzdum. Arnie şaka yapmasını bilirdi fakat o anda yüzü çok ciddiydi. Gözlerindeki çılgınlık ise hiç hoşuma gitmemişti. Bana cevap vermeye gerek bile duymadı. Eskilik, motor yağı, ilerlemiş çürümenin neden olduğu pis bir koku kapı açılınca etrafa yayıldı. Arnie bunu da farketmemişe benziyordu. İçeriye girip solmuş, yırtılmış arka koltuğa oturdu. Yirmi yıl önce kırmızı olduğunu sandığım döşeme artık soluk bir pembe olmuştu. Uzanıp döşemeden çıkan pamukları çekiştirdim. «Sanırım Rus ordusu Berlin’e giderken bunun üstünden geçmiş.» «Öyle… Öyle. Fakat onu onarmak kolay… O bir harika olabilir. Çok güzel, Dennis. Gerçekten…» «Buraya bakın! Orada ne işler çeviriyorsunuz?» Seslenen, yetmişini geçmişe benzeyen yaşlı bir adamdı. Hoş belki de aslında yetmişine bile gelmemişti. Bana kolay kolay bir şeyden zevk almayan biri gibi gözüküyordu. İyice seyrelmiş saçları uzun ve pisti. İhtiyarlara özgü yeşilimsi bir pantalon ve basket ayakkabısı giymişti. Gömleği yoktu. Belini sıkan kadın korsesine benzer şeyi farkettim. Yaklaşınca bunun sakatlananların kullandığı türden bir bel korsesi olduğunu anladım. Korse de leş gibiydi. Bunu son kez Lyndon Johnson öldüğünde değiştirmişti herhalde. — 12 — «Orada ne iş karıştırıyorsunuz, çocuklar?» Sesi tiz ve hırıltılıydı. Arnie, «Efendim, bu araba’ sizin mi?» diye sordu. Bu soruya gerek yoktu. Çünkü Plymouth adamın çıktığı eski tip evin önündeki çimenliğe park edilmişti. Aslında çimenlik de bakımsızdı, ama Plymouth’la kıyaslanınca dün biçilmiş sayılırdı. Yaşlı adam çıkışır gibi konuştu. «Benimse ne olacak yani?» «Ben…» Arnie yutkundu. «Onu satın almak istiyorum.» İhtiyarın gözleri parladı. Yüzündeki öfkenin yerini açgözlülükle karışık alaylı bir gülüş aldı. Gözlerinde de bir sinsilik belirmişti. Sonra kazık atmaya hazırlanan kimselere özgü şekilde sırıttı. O anda… işte o anda içim buz gibi oldu ve karamsarlığa kapıldım. Arnie’yi bir yumrukta bayıltıp sürükleyerek oradan götürmek istedim. Yaşlı adamın gözlerinde bir şey belirmişti. Bu sadece bir pırıltı değildi. Pırıltı bambaşka bir şeyi gizliyordu. «Bunu bana daha önce söylemeliydin.» Elini uzattı. Arnie de bu eli sıktı. «Adım LeBay. Roland D.LeBay. Amerikan Ordusundan emekliyim.» «Arnie Cunningham.» İhtiyar, arkadaşımın elini yakalamış sıkarken bana da hafifçe başını salladı. Yani benim bu oyunda yerim yoktu. O kazıklayacağı enayiyi bulmuştu. Arnie o anda LeBay1 e cüzdanını teslim etseydi daha iyi yapardı. Arnie, «Ne kadar?» diye sordu. Sonra telaşla ekledi. «Onun için isteyeceğiniz asla yeterli sayılmaz.» İçimi çekemediğimden gizli gizli inledim. Arkadaşımın çek defteri de cüzdanına katılmıştı. LeBay bir an şaşaladı. Gözler kuşkuyla kısıldı. Herhalde kendisiyle dalga geçildiği olasılığı üstünde duruyordu. Arnie’nin özlem dolu, dürüst yüzünde bir sinsilik izi arıyordu. Sonra tam yerine oturacak o mükemmel soruyu sordu. «Oğlum, şimdiye kadar hiç araban oldu mu?» Hemen atladım. «Bir Mustang Mach H’si var. Ailesi armağan etti. Motoru çok güçlü, birinci viteste yolları yutuyor…» LeBay bana sinsice bakıp yine bütün ilgisini büyük hedefine – 13 – verdi. İki elini de arkasına dayayıp gerindi. Burnuma ter kokusu geliyordu. «Ordudayken belim sakatlandı. Doktorlar derdime bir çare bulamadılar. Size dünyanın böyle berbat olmasının nedenini sorarlarsa üç şeyi sayabilirsiniz, çocuklar. Dünyayı bu hale sokan doktorlar, kızıllar ve zenci radikallerdir. Bunlardan en kötüsü kızıllardır. Onları doktorlar izler. Bunu size kimin söylediğini sorarlarsa Roland D. LeBay dersiniz. Evet, öyle.» Plymouth’un boyaları sıyrılmış, eski motor kapağına tuhaf bir sevgiyle dokundu. «İşte bu sahip olduğum en eşsiz otomobildi. 1957 Eylülünde aldım. O zamanlar yeni yıl modelleri piyasaya eylülde çıkardı. Yaz boyunca insana üstlerine brandalar örtülmüş arabaların fotoğraflarını gösterirlerdi. Sonunda insan örtülerin altında ne olduğunu anlamak için çıldırırdı. Ama şimdi öyle değil.» Sesinden yaşayıp gördüğü bu kötü günleri horgördüğü belliydi. «Yepyeniydi o zamanlar. Yeni arabalara özgü bir kokusu vardı. İşte bence bu dünyanın en eşsiz kokusudur.» Bir an düşündü. «Kadın şeyi dışında belki.» Arnie’ye baktım. Gülmemek için yanaklarımın içini dişleyip duruyordum. Arnie de hayretle beni süzdü. Yaşlı adam ikimizin de farkında değildi. O kendi dünyasında yaşıyordu. Yine motor kapağını okşayarak konuştu. «Tam otuz dört yıl hakileri giydim. 1923’de on altı yaşındayken orduya katıldım. Teksas’da bol toz yuttum. Nogales’in kadın satılan batakhanelerinde İstakoz büyüklüğünde kasık bitleri gördüm. İki büyük savaşta barsakları kulaklarından çıkan adamlara rastladım. Barsakları kulaklarından çıkıyordu. Buna inanıyor musun, oğlum?» Arnie, «Evet, efendim,» diye cevap verdi. Fakat LeBay’in söylediklerinin bir sözcüğünü bile duymamıştı sanırım. Bir an önce tuvalete gitmesi gerekir gibi ayaklarının üstünde sallanıp duruyordu. «Yalnız bu araba…» LeBay birden havlar gibi sordu. «Üniversiteye mi gidiyorsun? Horlicks’deki üniversiteye…» «Hayır, efendim, Libertyville Lisesine gidiyorum.» , — 14 — LeBay sert sert, «İyi,» diye söylendi. «Üniversitelere yaklaşma. Oralar Panama Kanalını armağan etmek isteyen zenci âşıkla-rıyla doludur. Onlara ‘Düşünce Üretim Merkezleri’ diyorlar. Bence hepsi de pislik yuvası.» Akşamüstü güneşinin aydınlattığı boyaları yer yer dökülmüş paslı arabaya sevgiyle baktı. «1957’de belimden sakatlandım. Ordu o sırada bile dökülüyordu. Tam zamanında ayrıldım. Libertyville’e döndüm. Uzun süre arabaları inceledim. Sonra Norman Cobb’un Plymouth Acentasına gittim. Şimdi ana caddede bovling salonu olan yerdeydi orası. İşte bu arabayı ısmarladım. Gelecek yılın modelinin kırmızı beyaz renklisini istediğimi söyledim. İçi de itfaiye arabası gibi kırmızı olsun dedim. İstediğimi yaptılar. Onu aldığımda henüz altı kilometre yol yapmıştı. Evet, öyle.» Yere tükürdü. Arnie’nin omzunun üstünden kilometre göstergesine baktım. Camı yarı saydam hale gelmişti ama yine de okuyabildim. 137.432 kilometre yapmıştı bu araba. «Otomobili bu kadar seviyorsanız neden satıyorsunuz?» diye sordum. Tüylerimi ürperten bakışlarla beni süzdü. «Benimle dalga mı geçiyorsun, oğlum?» Cevap vermedim ama gözlerimi de kaçırmadım. Birkaç saniye süren ve Arnie’nin hiç aldırmadığı göz düellosundan sonra Plymouth’un kuyruğunu büyük bir sevgiyle okşadı. «Artık araba kullanamıyorum. Belim çok kötü. Gözlerim de berbat.» Birden işi anladım ya da anladığımı sandım. Bize yılları doğru söylemişse yetmiş bir yaşındaydı. Eyalet yetmişe gelenlerin ehliyetlerini yenilemek için her yıl göz muayenesinden geçmelerini zorunlu kılmıştı. LeBay ya muayene sonucu ehliyetini yenilete-memişti ya da gözleri bozulduğu için ehliyetin yenilenmeyeceğinden korkuyordu. Bu yüzden Plymouth’dan vazgeçmiş, bakımsız kalan araba da kısa süre içinde harap olmuştu. Arnie yine, «Bunun için ne istiyorsunuz?» diye sordu. Bir an önce kesilmek için sabırsızlanıyordu. LeBay ona bakarak dostça bir tavırla gülümsedi. Bana sorarsanız bu ilk gülüşünden farksızdı. Yani kazık atmaya hazırlanıyor- — 15 — du. «Üç yüz istiyorum. Ama sen iyi bir çocuğa benziyorsun. Senin için iki buçuğa olur.» «Aman Tanrım!» demişim. Fakat o kimin enayi olduğunu ve aramızı nasıl açacağını biliyordu. Büyükbabamın söylediği gibi dünkü çocuk değildi. Sert sert söylendi. «Pekâlâ. Madem böyle istiyorsunuz… Dört buçukta televizyondaki programı seyredeceğim. Konuştuğumuza sevindim, çocuklar. Güle güle.» Arnie bana büyük bir acı ve öfkeyle bakınca bir adım geriledim. İhtiyarın peşinden giderek kolunu tuttu. Konuştular. Onları duyamıyordum ama gerektiğinden fazlasını görüyordum. İhtiyarın gururu kırılmıştı. Arnie ciddi ciddi özür diliyordu. Yaşlı adam Arnie’nin devamlı özür dilemesi yüzünden yavaş yavaş yumuşadı. O anda yine adamda korkunç bir şey olduğunu sezdim. Sanki o vücut bulmuş, düşünebilen bir kış rüzgârıydı. Bu duygumu daha iyi açıklayamıyorum. LeBay nasırlı başparmağıyla beni işaret ederek, «O bir söz daha söylerse bu işde yokum,» diye homurdandı. Arnie telaşla atıldı. «Söylemez, söylemez. Üç yüz mü demiştiniz?» «Evet, sanırım bu…» Yüksek sesle, «Fiyat iki yüz elliydi,» dedim. Arnie endişelendi. Adamın dönüp uzaklaşacağından korkuyordu ama LeBay fırsatı kaçırmak niyetinde değildi. Balık oltaya gelmişti. «İki yüz elli olur sanırım.» Yine bana bir göz attı ve anlaştığımızı anladım. Benden hiç hoşlanmıyordu. Ben de ondan hoşlan-mamıştım. Arnie’nin cüzdanını çıkarıp açtığını dehşet içinde gördüm. Aramızda bir sessizlik oldu. Sonra arkadaşım elinde iki beşlik ve altı teklikle durdu. Cüzdanındaki bütün para buydu anlaşılan. Çekinerek, «Çek kabul eder misiniz?» diye sordu. LeBay soğuk bir tavırla gülümsedi ve ses çıkarmadı. Arnie – 16 – inandırıcı olmaya çalışarak, «Karşılığı olan bir çek,» dedi. Dediği doğruydu. İkimiz de o yaz Carson Kardeşler Şirketinin yol yapımında çalışıyorduk. Aldığımız para az, iş de çok güçtü. Yine de biz fazla mesai yaparak epey para kazanmaktaydık. Ustabaşı Brad Jeffries, Arnie gibi bir çocuğu işe almasının doğru olmayacağını düşünmüştü. Sonunda ona flamacıiık işini vermişti. Bu iş için tutmayı düşündüğü kız gebe kalıp evlenmişti. Arnie flama işine girdi. Kararlılık ve iradesi sayesinde zamanla ağır işleri yapmaya başladı. Bu ilk işiydi ve başarısızlığa uğramak istemiyordu. Brad bile etkilendi. Hem yaz güneşi altında çalışma Arnie’nin sivilcelerinin biraz azalmasını da sağlamıştı. LeBay, «Çekin karşılığı olduğundan eminim, oğlum,» dedi. «Fakat peşin parayla iş görmek istiyorum. Beni anlıyorsun.» Arnie’nin anlayıp anlamadığını bilmiyordum. Ama ben anlamıştım. Paslı tenekeyi andıran Plymouth’u eve götürürken aksı kırılabilir, pistonlardan biri düşebilirdi. O zaman Arnie bankaya telefon edip çekin ödenmesine engel olabilirdi. Arnie umudunu yitirmeye başlamıştı. «Bankayı arayabilirsiniz.» LeBay leş gibi korsesinin açık bıraktığı koltuk altını kaşıdı. «Saat beş buçuğa geliyor. Banka çoktan kapandı.» «Öyleyse depozito alın.» Arnie on altı doları uzattı. Çılgına dönmüştü. Belki de neredeyse oy verecek yaşa gelen bir çocuğun hurda bir araba yüzünden böyle coşkuya kapılmasına inanmakta güçlük çekeceksiniz. Doğrusu ben de inanmakta güçlük çekmekteydim. Sadece Roland D. LeBay kendinden emindi. Herhalde o yaşa gelip her şeyi gördüğü için duruma şaşmamıştı. Fakat daha sonra düşününce onun acımasızlığının kaynağının bambaşka olduğu kanısına vardım. Her neyse bu adamda insanlık denilen şeyden eser yoktu. LeBay, «En az yüzde onunu isterim,» dedi. Balık sudan çıkmıştı. Neredeyse avucuna düşecekti. «Yüzde onunu verirsen arabayı yirmi dört saat saklarım.» — 17 — Christine / F: 2 Arnie bana baktı. «Dennis, yarına kadar dokuz dolar borç verir misin?» Cüzdanımda on iki dolar vardı ve harcayacak yerim de yoktu. Her gün gidip su yolu kazmak kaslarımı daha da güçlendirmişti ve bu futbol için çok iyi sayılırdı. Ama özel yaşam diye bir şeyim kalmamıştı. Son günlerde takıma amigoluk yapan sevgilimle buluşmayı bile düşünemiyordum. Zengin ama yalnızdım. «Buraya gel de bir bakalım.» LeBay’in kaşları çatıldı fakat istese de, istemese de bu duruma katlanmak zorunda olduğunu anlamıştı. Ak saçları rüzgârda uçuşurken, titrek elini Plymouth’un motor kapağına dayayarak bekledi. Amie’yle 1975 modeli Duster arabamı park ettiğim köşeye doğru yürüdük. Kolumu onun omzuna attım. Nedense birden yağmurlu bir günde onun odasında oynadığımızı anımsamıştım. Siyah beyaz televizyonda çizgi filmleri seyrediyor, renkli kalemlerle resimleri boyuyorduk. İkimiz de ancak altı yaşındaydık. Gözlerimin önünde beliren bu sahne üzülmeme ve biraz da korkmama neden oldu. «Paran var mı, Dennis? Borcumu sana yarın öğleden sonra öderim.»
Stephen King – Dennis’in Öyküsü
PDF Kitap İndir |