Stephen King – Yazma Sanatı

Doksanlı yılların başlarında (1992 yılı olabilir ya iyi vakit geçiriyorsanız hatırlaması zor oluyor), çoğunluğu yazarlardan oluşan bir rock and roll grubuna katılmıştım. The Rock Bottom Remainders, San Francisco’lu bir yayıncı ve müzisyen olan Kathi Karnen Goldmark’ın zihinsel çocuğuydu. Grup gitarda Dave Barry, basta Ridley Pearson, klavyede Barbara Kingsolver, mandolinde Robert Fulghum ve ritim gitarda benden oluşuyordu. Ayrıca genellikle Kathi, Tad Bartimus ve Amy Tan’dan oluşan, Dixie Cups tarzı bir “fıstıklar” triyosu da kurulmuştu. Grubun tek atımlık olması öngörülmüştü; Amerika Kitapçılar Konvansiyonu’nda iki gösteri yapacak, biraz gülecek, dört ya da beş saat boyunca boşa harcanmış gençliğimizi yeniden yaşayacak sonra da kendi yollarımıza gidecektik. Öyle olmadı; zira grup asla tam anlamıyla dağılmadı. Birlikte müzik yapmaktan vazgeçemeyecek kadar hoşlandığımızı anlamıştık ve saksofon ile vurmalılarda birkaç “ringer” müzisyen (artı, ilk günlerde, grubun yüreğinde, müzik gurumuz Al Kooper) ile birlikte bayağı iyi de çalıyorduk. Dinlemek için para bile verirdiniz. U2 7 Stephen King ya da E Street Band fiyatları değil de, eski tüfeklerin “konaklama parası,” dedikleri kadar bir şey belki. Grupla turneye çıktık, hakkında bir kitap yazdık (fotoğrafları karım çekti ve canı çektiğinde dans etti ki, canı da sık sık çekiyordu) ve bazen The Remainders, bazen de Raymond Burr’s Legs adıyla zaman zaman çalmayı sürdürdük. Elemanlar gelip gidiyorlar; klavyede Barbara’nın yerini köşe yazan Mitch Albom aldı ve Al artık bizimle çalmıyor, zira Kathi’yle geçinemiyorlar; ne var ki Kathi, Amy, Ridley, Dave, Mitch Albom ile benden, artı davulda Josh Kelly ile saksofonda Erasmo Paolo’dan oluşan çekirdeği hâlâ muhafaza ediyoruz. Biz bu işi müzik uğruna olduğu kadar dostluk uğruna da yapıyoruz. Birbirimizden hoşlanıyoruz ve zaman zaman da, esas işimizle, insanların hep bırakmamızı söyledikleri gündüz işimizle ilgili konuşmalar yapma şansımız oluyor. Yazarız biz ve birbirimize asla fikirlerimizi nereden bulduğumuzu sormuyoruz; bu sorunun cevabını bilmediğimizi biliyoruz. Bir gece Miami Plajı’ndaki bir gösteriden evvel Çin yemeği yerken Amy’ye hemen hemen her okurla buluşma toplantısının ardından gerçekleştirilen soru cevap bölümünde o güne dek kendisine sorulmamış herhangi bir soru olup olmadığını sormuştum; yazar çarpmış bir grup hayranınızın önüne dikilip sanki başkaları gibi iki ayağınızı pantolonunuzun tek bacağından sokmaya hiç çalışmamışsınız gibi davranırken cevaplama imkânı bulamadığınız o soru.


Amy durdu, konuyu enine boyuna düşündü ve sonra da dedi ki, “Kimse asla dil hakkında soru sormuyor.” Bunu söylemiş olduğu için kendisine derin bir minnet borcum var. O sıralar, bir yıldan uzun bir süredir yazma üstüne bir kitap yazma fikriyle oynayıp duruyordum, ama kendimi tutuyordum, zira kendi güdülerime fazla güvenmiyordum; yazma üstüne yazmayı 8 Yazma Sanatı niye isteyecektim ki? Söylemeye değer bir şeyim olduğunu düşünmeme sebep olan neydi? Bu soruya verilecek kolay yanıt, bunca çok sayıda kurgu kitap satmış biri olarak, bu kitapları yazmak konusunda söylemeye değer bir şeylerimin olması gerektiği; ancak kolay yanıt her zaman doğru yanıt olmuyor. Albay Sanders tonlarca kızarmış tavuk sattı, ama birinin, ondan bunu nasıl yaptığını öğrenmek isteyip istemediğinden emin değilim. Eğer ben insanlara nasıl yazacaklarını söyleyecek kadar küstahlık edeceksem popüler olmayı başarmış olmaktan daha iyi bir gerekçem bulunması gerektiğini hissediyordum. Başka bir biçimde ifade etmem gerekirse, kendimi ya edebi bir gaz torbası ya da aşk sersemi gibi hissetmeme yol açacak bir kitap kısacık bir kitap bile yazmak istiyor değildim. Bu tür kitaplardan piyasada yeterince var zaten; teşekkürler, ben almayayım. Ancak Amy haklı idi; kimse dil hakkında soru sormuyor. De-Lillo’lara, Updike’lara ve Styron’lara soruyorlar da popüler yazarlara sormuyorlar. Ne var ki, biz paryalar da, kendi alçakgönüllü yaklaşımımız çerçevesinde dil konusunda özenliyiz ve öyküleri kâğıda geçirme zanaatına tutkuyla bağlıyız. Bunu da, bu zanaata girdiğimde nasıl olduğumu, şimdi hakkında neler bildiğimi ve nasıl yapıldığını kısa ve yalın olarak aktarma çabası izliyor. Konu gündüz işim, konu, dil… Bu kitap, çok yalın bir biçimde ve doğruca, bana yazmamın iyi olacağını söylemiş olan Amy Tan’a ithaf edilmiştir. 9 Yazma Sanatı Đkinci Önsöz Bu kısa bir kitap zira yazma üstüne yazılmış kitapların çoğu zırva dolu… Kurgu yazarları ki, buna bu yazar da dahildir, ne yaptıklarını pek bilmezler; iyi olanı yaptıklarında nedense işler iyi gider de, kötü olanı yaptıklarında gitmez. Ben, kitap ne kadar kısa olursa zırvanın o kadar azaldığını fark ettim. Zırva kuralının önemli istisnalarından biri William Strunk Jr.

ile E.B. White tarafından kaleme alınmış olan The Elements of Style.™ O kitapta fark edilir miktarda zırva ya pek az var ya da hiç yok. (Elbette kısa bir kitap o da; seksen beş sayfasıyla bundan bile kısa). Hemen söylüyorum ki, hevesli her yazar The Elements ofStyle’yi okumalı. Kompozizyon Đlkeleri başlıklı bölümde bulunan 17. kural, “Gereksiz işleri bırak,” diyor. Ben de burada bunu yapmaya çalışacağım. (l) Tarzın Öğeleri. 11 Yazma Sanatı Üçüncü Önsöz Bu kitabın başka herhangi bir yerinde doğrudan değinilmemiş bir kural da şu: “Editör her zaman haklıdır.” Öte yandan, hiçbir yazar editörünün bütün tavsiyelerine uymaz; zira hepsi de günahkârdır ve editörlükten beklenen kusursuzluktan uzaktırlar. Başka bir biçimde söylersek, yazmak insanca, editörlük tanrısaldır. Bu kitabın editörü, birçok romanımın da editörü olan Chuck Verrill… Ve Chuck, her zamanki gibi tanrısalsın. -Steve 13 Yazma Sanatı ÖZGEÇMĐŞ Mary Karr’ın anıları The Liars’ Clubw beni şaşkına çevirmişti.

Yalnızca vahşiliği, güzelliği ve konuşma diline olağanüstü hâkimiyeti yüzünden değil bütünselliği yüzünden de; kendisi ilk yıllarına dair her şeyi hatırlayan bir kadın. Ben öyle değilim. Tuhaf, inişli çıkışlı bir çocukluk yaşadım, çocukluğumun ilk yıllarında sık sık oradan oraya taşman ve (bundan tamamen emin değilim) ekonomik ve duygusal açıdan bizimle başa çıkamadığı için erkek kardeşimle beni bir süreliğine kız kardeşlerinden birinin yanına yerleştirmiş olan yalnız bir anne tarafından yetiştirildim. Belki de faturaları desteledikten sonra, ben iki, ağabeyim David dört yaşındayken tüyüp giden babamızın peşine düşmüştü. Eğer öyleyse, bu işi asla başaramadı demektir. Annem, Nellie Ruth Pillsbury King Amerika’nın ilk liberal kadınlarından biridir, ama kendi seçimiyle değil. Mary Karr çocukluğunu neredeyse kesintisiz bir panorama olarak sunuyor. Benimki ise anıların ara ara yalıtılmış ağaçlar gibi <!) Yalancılar Kulübü. 15 en King görünür hale geldiği sisli bir kır manzarası… Hani insanı yakalayıp yiyecekmiş gibi duran ağaçlar… Aşağıdakiler bu anılardan kimileri ve erginliğimin ve delikanlılığımın az biraz daha tutarlı günlerinden derlenen şipşak görüntüler. Bu bir otobiyografi değil. Daha çok bir tür özgeçmiş; bir yazarın nasıl biçimlendiğini gösterme çabam. Bir yazarın nasıl oluştuğundan söz etmiyorum; ister çevre koşullarıyla olsun ister şahsi iradeyle yazarların oluşturulabileceğine inanmıyorum (bunlara eskiden inanıyor olmama rağmen). Donanım orijinal paketle geliyor. Ancak bu donanım hiçbir anlamda sıra dışı bir donanım değil; ben, çok sayıda insanın yazar ve öykücülük babında az da olsa yetenekli olduğuna ve bu yeteneklerin güçlendirilip keskinleştirilebi-leceğine inanıyorum. Eğer buna inanmıyor olsaydım, böyle bir kitap yazmak boşa zaman harcamak olurdu.

Bu, bende nasıl olduğunu anlatıyor; hepsi bu; hırs, arzu, şans ve bir miktar yeteneğin rol aldığı bağlantısız büyüme süreci. Satır aralarını okumaya çalışmaya kalkmayın ve çizgisel bir bütünlük de aramayın. Çizgiler yok; yalnızca çoğu bulanık şipşak çekimler var. -1- En eski hatıram, bir başkası olduğumu, gerçekte Ringling Brothers Sirki’nin güçlü çocuğu olduğumu hayal edişim. Bu, Et-helyn Teyze’mle Ören Enişte’min Durham, Maine’deki evlerinde olmuştu. Teyzem bunu gayet net hatırlıyor ve o sıra iki buçuk ya da belki üç yaşında olduğumu söylüyor. Garajın bir köşesinde bir briket bulmuş ve yerden kaldırmayı başarmıştım. Briketi garajın düzgün beton zemininde ağır ağır bir 16 Yazma Sanatı uçtan bir uca taşıdım; ne var ki zihnimde mayo biçiminde deri (muhtemelen leopar derisi) bir giysiye bürünmüştüm ve briketi merkezdeki dairenin içinde taşımaktaydım. Kalabalık sessizdi. Parlak mavi-beyaz bir spot ışığı kayda değer ilerleyişimi göstermekteydi. Öykü şaşkın yüzlerden okunuyordu: Böyle güçlü bir çocuk hiç görmemişlerdi. Birisi, “Üstelik sadece iki yaşında!” diye mırıldanıyordu. Bilmediğim şey ise, eşekarılarının briketin alt kısmında küçük bir yuva yapmış olduklarıydı. Belki de yerinden oynatılmış olmaya içerleyen bir tanesi dışarı çıktı ve beni kulağımdan soktu. Acı parıltılıydı; zehirli bir ilham gibi.

Kısacık hayatımda o güne kadar hissettiğim en şiddetli acıydı, ama o konumu yalnızca birkaç saniye koruyabildi. Briketi çıplak ayaklarımdan birinin üstüne düşürüp de beş parmağımı birden ezince, eşekarısmı unutuverdim. Doktora götürülüp götürülmediğimi hatırlamıyorum; Ethelyn Teyze’m de hatırlayamıyor (o şeytani cüruf briketini sahibi olduğu kesin olan Ören Enişte’m yirmi yıldır öteki dünyada) ama arı sokmasını, ezik parmaklan ve benim tepkimi hatırlıyor. “Nasıl da uludun, Stephen,” dedi bana. “O gün kesinlikle sesin çok güzeldi.” -2- Bir yıl kadar sonra annem, erkek kardeşim ve ben Batı De Pere, Wisconsin’deydik. Gerekçesini bilmiyorum. Annemin kız kardeşlerinden bir diğeri, Cal (II. Dünya Savaşı sırasında seçilen güzellik kraliçelerinden biri) şen biracı kocasıyla birlikte Wiscon-sin’de yaşıyordu ve belki annem de onlara yakın olmak için oraya taşınmıştı. Eğer böyleyse, Weimerler’i pek gördüğümü söyleye17 F:2 Stephen King mem. Aslına bakılırsa hiçbirini… Annem çalışıyordu, ama hangi işte çalıştığını da hatırlayamıyorum. Çalıştığı yerin bir fırın olduğunu söylemek istiyorum, ama sanırım bu daha sonraydı; kız kardeşi Lois ile kocasına (Fred biracı değil ve pek şen de değil; Allah bilir neden, üstü açılır arabasını üstü açık olarak kullanmakla iftihar eden, kısacık saçlı bir babacık) yakın olmak için taşındığımız Con-necticut’ta. Wisconsin dönemimizde bir bebek bakıcıları akımı söz konusuydu. David ile ben çok zor çocuklar olduğumuz için mi, yoksa daha iyi para kazandıkları işler buldukları için mi veya annem, onların uygulamaya razı olduklarından daha yüksek standartlar mı talep ettiğinden mi işi bırakıyorlardı, bilmiyorum; bütün bildiğim çok fazla oldukları. Đçlerinde aklımda en fazla kalan Eula (ya da belki adı Beulah’tı) idi.

Yeni ergindi, ev kadar şişmandı ve çok gülüyordu. Eula-Beulah’ın harika bir mizah duygusu vardı; dört yaşımdayken bile bunu anlayabiliyordum ne var ki bu, tehlikeli bir mizah duygusuydu: her elle okşamalı, kalçayla sallamalı, kafa atmalı neşe patlamasının içinde gizli potansiyel bir gökgürültüsü var gibiydi. Bebek bakıcılarının ya da dadıların aniden celallenip bebelere giriştikleri gerçek hayattaki o gizli kamera çekimlerine baktığımda aklıma gelen hep Eula-Beulah ile geçirdiğim günler oluyor. Kardeşim David’e de bana davrandığı kadar kötü davranıyor muydu? Bilmiyorum. Bu görüntülerin hiçbirinde David yok. Zaten David, Eula-Beulah hortumunun tehlikeli rüzgârları karşısında daha donanımlıydı herhalde; altı yaşındayken birinci sınıfa gidiyor ve günün çoğu zamanı ateş hattının dışında bulunuyor olmalıydı. Eula-Beulah telefonla konuşur, biriyle karşılıklı kahkahalar atar, eliyle beni yanına çağırırdı. Beni kucaklar, gıdıklar, güldürür ve ardından, yine gülerek kafama, beni yere yıkacak bir darbe indi18 Yazma Sanatı rirdi. Ardından ikimiz de kahkahalar atana dek çıplak ayağıyla gıdıklardı. Eula-Beulah’ın osurma eğilimi hem sesli hem de kokulu cinsinden. Bazen canı burnuna geldiğinde beni divana fırlatır, yün etekli kıçını yüzüme tutar ve osuruğunu salardı. “Zırt,” diye de bağırırdı büyük bir neşeyle. Bataklık gazı püskürtülerine gömülmek gibi bir şeydi bu. Karanlığı, boğulmak üzere olduğum hissini ve kahkahaları hatırlıyorum. Çünkü, olan şey korkunç olmakla birlikte bir anlamda komikti de.

Eula-Beulah birçok açıdan beni edebiyat eleştirilerine hazırlamıştı. Şişko bir bebek bakıcısı yüzünüze osurup zırt! diye bağırdıktan sonra The Village Voice’un terörü vız geliyor. Diğer bakıcılara ne olduğunu bilmiyorum, ama Eula-Beulah kovulmuştu. Kovulmasının nedeni yumurtalardı. Bir sabah Eula-Beulah, bana kahvaltı için bir yumurta kırdı. Yumurtayı yedim ve bir tane daha istedim. EulaBeulah, bana bir yumurta daha kırdı ve sonra bir tane daha isteyip istemediğimi sordu. Gözünde, “Bir tane daha istemeye cesaret edemezsin sen Stevie,” diyen bir bakış vardı. Dolayısıyla bir tane daha istedim. Sonra bir tane daha istedim. Ve böyle devam ettik. Yedi taneden sonra durdum zannediyorum; zihnimdeki sayı yedi ve gayet belirgin. Belki yumurtamız bitmişti. Belki ben ağlamaya başlamıştım. Veya belki Eula-Beulah korkmuştu.

Bilmiyorum, ama muhtemelen oyunun yedide sona ermesi iyi olmuştu. Dört yaşında bir çocuk için yedi yumurta çok fazlaydı. Bir süre kendimi iyi hissettim ve ardından midemde ne varsa yere kustum. Eula-Beulah güldü, sonra alnımı tekmeledi, sonra beni yüklüğe itekleyerek kapıyı kilitledi. Zırt. Eğer beni banyoya kilitlemiş olsaydı işinden olmayabilirdi, ama yapmadı. Bana gelin19 Stephen King ce, yüklükte olmaya aldırdığım yoktu. Karanlıktı, ama annemin Coty parfümü kokuyordu ve kapı altından sızan iç rahatlatıcı bir ışık vardı. Annemin ceketlerine ve elbiselerine sürünerek yüklüğün arka taraflarına doğru emekledim. Geğirmeye başladım: Đçimi ateş gibi yakan uzun, yüksek tonlu geğirtiler. Midemin bulandığım hatırlamıyorum ama bulanmış olmalı, çünkü başka bir yakıcı geğirti için ağzımı açtığımda bu sefer yine kustum. Annemin ayakkabılarının üstüne. Bu da Eula-Beulah’ın sonu oldu. O gün annem işten eve döndüğünde bebek bakıcısı kanepede derin derin uyurken, küçük Stevie de yüklüğe kapatılmış, yarı hazmedilmiş yağda yumurta parçaları saçında kururken derin derin uyuyordu. -3- West De Pere’de uzun da kalmadık, başarılı da olmadık.

Komşulardan biri altı yaşındaki ağabeyimin damda emeklediğini fark edip polisi çağırdığında üçüncü kattaki apartman dairemizden tahliye edildik. Bu olay olduğunda annem neredeydi bilmiyorum. O haftaki bebek bakıcısı neredeydi, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, benim banyoda bulunduğum, çıplak ayakla radyatörün üstünde dikilerek ağabeyimin damdan mı düşeceğini yoksa geri mi döneceğini anlamaya çalışıyor olduğum. Geri geldi. Artık elli beş yaşında ve New Hampshire’da yaşıyor. -4- Beş ya da altı yaşındayken anneme birinin öldüğünü görüp görmediğini sordum. Evet, dedi, bir insanın öldüğünü görmüş ve 20 Yazma Sanatı birini de işitmişti. Bir insanın öldüğü nasıl işitilebilir diye sordum ve o da bana ölenin, 1920’li yıllarda Prout’s Neck’de boğulan bir kız olduğunu söyledi. Kız gelgit çizgisinin ilerisine yüzmüş, gelgit başlayınca da geri dönememiş ve imdat çığlıkları atmış. Bir sürü adam, kıza ulaşmaya çalışmış, ama o günkü gelgit çok şiddetli bir alt akıntı oluşturmuş ve hepsi de geri dönmek zorunda kalmışlar. Sonuçta hem yerliler hem turistler, annemin de aralarında olduğu gençler grubu asla gelmeyen bir kurtarma botunu bekleyerek ve kızın çığlıklarını gücü tükenip de suya batıncaya kadar dinleyerek orada öylece durmuşlar. Cesedi New Hampshire kıyısına vurdu, dedi annem. Kızın kaç yaşında olduğunu sordum. On dört yaşında olduğunu söyledi ve ardından bana karikatür kitabı okuyup beni yatağıma gönderdi.

Bir başka gün de görmüş olduğu ölümü anlattı bana: Portland, Maine’deki Graymore Oteli’nin çatısından atlayan ve sokağa düşen bir denizci. “Yere çarptığında patladı,” dedi sesinde ciddi bir tonlamayla. Duraksadı ve ekledi. “Đçinden çıkan şeyler yeşil renkliydi. Hiç unutmadım.” Hiç unutmayan iki kişiyiz, anacığım. -5- Birinci sınıfta, okulda geçirmem gereken dokuz ayın çoğunu yatakta geçirdim. Sorunlarım kızamıkla başladı, sıradan bir durumdu, ama sonra sürekli kötüye gitti. Yanlışlıkla adını “çizgili boğaz” zannettiğim bir şey yüzünden nöbet üstüne nöbet geçiriyordum; yatakta soğuk su içerek yatıyor ve boğazımda bir sıra kırmızı, bir sıra beyaz çizgi olduğunu hayal ediyordum (bu da muhtemelen çok da yanlış değildi). 21 Stephen King Bir noktada kulaklarım da işin içine girdi ve günün birinde annem bir taksi çağırdı (araba kullanmıyordu) ve beni ev ziyareti yapmayacak kadar önemli bir doktora, bir kulak uzmanına götürdü. (Bilmediğim bir nedenle bu türden doktorlara otiyolojist dendiği fikrindeyim.) Kulak uzmanı mı yoksa popo deliği uzmanı mı olduğu derdim değildi. Ateşim kırk dereceydi ve her yutkunduğumda yanaklarım ağrıdan ışıldıyordu, tıpkı bir müzik kutusuna benziyordum. Doktor kulaklarıma bakarken zamanının çoğunu sol tarafta-kinde harcadı (sanıyorum). Sonra beni muayene masasına yatırdı.

Hemşiresi, “Biraz doğrul Stevie,” dedi ve başımın altına kocaman emici bir bez yaydı (belki de bir bebek bezi); öyle ki tekrar yattığımda yanağım beze geldi. Đşin içinde bir iş olduğunu anlamalıydım. Kimbilir, belki de anlamıştım. Keskin bir alkol kokusu vardı. Doktor otoklavını açarken bir tıngırtı oldu. Elindeki iğneyi gördüm; kalem kurumdaki cetvel kadar uzunmuş gibi görünüyordu ve gerildim. Kulak doktoru güven verircesine gülümsedi ve doktorların derhal hapse atılmasını gerektiren o yalanı söyledi (hapis süresi, yalan bir çocuğa söylendiğinde ikiye katlanmalı): “Sakin ol Stevie, canını, yakacak değilim.” Kendisine inandım. Đğneyi kulağıma soktu ve kulak zarımı deldi. O gün duyduğum acı, bugüne dek hissetmiş olduğum bütün acıların ötesindeydi; ona yakın tek şey, 1999 yazında bir minibüs bana çarptıktan sonraki iyileşme döneminin ilk bir ayıydı. O acı daha uzun süreliydi, ama öylesine yoğun değildi. Kulak zarımın delinmesi dünya ötesi bir acıydı. Çığlık attım. Kafamın içinde bir ses vardı; yüksek tonlu bir öpücük sesi. Kulağımdan sıcak bir sıvı aktı; sanki yanlış delikten gözyaşı dökmeye başlamıştım.

Tanrı biliyor ya doğru deliklerden 22 Yazma Sanatı de yeteri kadar gözyaşı döküyordum. Gözyaşları içindeki yüzümü kaldırdım ve gözlerime inanamayarak kulak doktoru ile kulak doktorunun hemşiresine baktım. Sonra hemşirenin muayene masasının üçte birlik kısmına sermiş olduğu beze baktım. Üstünde kocaman ıslak bir leke vardı. Bezde sarı irin kalıntıları da vardı. “Haydi bakalım,” dedi kulak doktoru omzuma hafif hafif vurarak. “Çok cesurdun Stevie ve hepsi bitti gitti işte.” Ertesi hafta annem bir başka taksi çağırdı, tekrar kulak doktoruna gittik ve ben kendimi bir kere daha başımın altında emicisi yaygıyla yan tarafıma yatar halde buldum. Kulak doktoru bir kere daha alkol kokuları çıkardı ki, bu kokuyu ben hâlâ, sanırım birçok insanın yaptığı gibi acıyla, hastalıkla ve şiddetle ilişkilendiririm ve alkol kokusuyla birlikte uzun bir iğne çıktı ortaya. Bir kere daha acıtmayacağı konusunda güvence verdi bana ve ben de bir kere daha inandım ona. Bütünüyle değilse de iğne kulağıma girerken sessiz kalacak ölçüde. Acıttı. Aslına bakılırsa hemen hemen ilk seferindeki kadar. Kafamın içindeki öpüşme sesi de daha yüksekti; bu defa devler öpüşüyormuş gibiydi (bir zamanlar dediğimiz gibi birbirlerinin suratına yumulmuş dil tokuşturuyorlardı). “Haydi bakalım,” dedi kulak doktorunun hemşiresi iş bittiğinde ve ben sulu cerahat birikintisinin içinde ağlaya ağlaya yattım.

“Yalnızca azıcık acıtıyor, ama sağır olmak istemezsin, değil mi? Zaten bitti gitti işte.” Yaklaşık beş gün buna inandım ve sonra bir taksi daha geldi. Tekrar kulak doktoruna gittik. Taksi şoförünün anneme, eğer şu veledi susturamazsa kenara çekip bizi indireceğini söylediğini hatırlıyorum. Ben bir kere daha muayene masasında, kafamın altında çocuk beziyle yatıyorum ve annem bekleme odasında muhtemelen kendi23 Stephen King sinde okuyacak güç bulamadığı (ya da ben öyle hayal ediyorum) bir dergiyle oturuyor. Bir kere daha keskin alkol kokusu ve doktor okul cetvelim kadar uzun görünen iğneyle bir kere daha geliyor üstüme. Bir kere daha gülücük, yaklaşma, bu defa acıtmayacağına dair güvence. Altı yaşındayken yaşadığım bu kulak zarı mızraklamalarından bu yana en sıkı ilkelerimden biri şu oldu: Beni bir kere aldatırsan, bunun ayıbı senin. Beni iki kere aldatırsan, bunun ayıbı benim. Beni üç kere aldatırsan, bunun ayıbı her ikimizin. Kulak doktorunun masasındaki üçüncü seferimde mücadele ettim; çığlıklar attım, kırıp döktüm ve savaştım. Đğne kulağıma her yaklaştığında tekmeleyip uzaklaştırdım. Sonunda hemşire bekleme odasındaki annemi içeri aldı ve iki kadın bir olup doktor iğnesini kulağımın içine sokana kadar beni zapt etmeyi becerdiler. O kadar yüksek sesle ve o kadar uzun süre çığlık attım ki, hâlâ işitebiliyorum kendi çığlıklarımı. Aslına bakılırsa kafamın içindeki derin bir vadide son çığlığım zannedersem hâlâ yankılanmakta.

-6- Bundan kısa bir süre sonra sıkıcı soğuk bir ay içinde ki, eğer olay sırasını doğru hatırlıyorsam, 1954 yılının ocak ya da şubat ayı olabilir, taksi bir daha geldi. Bu defa uzman kulak doktoru değil boğaz doktoruydu. Bir kere daha annem bekleme odasında kaldı, bir kere daha ben civarda dolanan bir hemşireyle muayene masasına oturdum ve bir kere daha o keskin alkol kokusu vardı, o koku ki, hâlâ beş saniye içinde kalp atışlarımı iki katına çıkartma gücüne sahip. 24 Yazma Sanatı Ancak bu seferkinin bir çeşit pamuklu çubukla boğaz temizleme olduğu anlaşıldı. Boğazım yandı, ağzımdaki tat berbattı, ama kulak doktorunun uzun iğnesinden sonra bu iş parkta gezinti gibiydi. Boğaz doktoru, bir şeritle kafasına tutturulmuş ilginç bir alet takınmıştı. Aletin ortasında bir ayna ve tıpkı üçüncü bir göz gibi parlayan kuvvetli parlak bir ışık vardı. Beni, çene kemiklerim çatlama sesleri çıkartana dek ağzımı açmaya zorlayıp uzun uzun gırtlağıma baktı, ama içime iğneler sokmadı ve ben de kendisini sevdim. Bir süre sonra ağzımı kapatmama izin verdi ve annemi çağırttı. “Sorun, bademcikleri,” dedi doktor. “Bademciklerini sanki bir kedi tırmalamış gibi. Alınmaları gerekiyor.” Bunun ardından, bir noktada, tekerlekli masayla parlak ışıkların altına doğru götürüldüğümü hatırlıyorum. Beyaz maskeli bir adam üstüme eğildi. Üstünde yatmakta olduğum masanın başında dikiliyordu (1953 ile 1954 benim masalarda yattığım yıllardı) ve tepeden bakarak konuşmaya başladı.

“Stephen,” dedi. “Beni işitebiliyor musun?” Đşitebildiğimi söyledim. “Derin bir nefes almanı istiyorum,” dedi. “Uyandığında, istediğin kadar dondurma yiyebilirsin.” Bir aleti yüzüme yaklaştırdı. Hafızamın gözünde bu alet dıştan takmalı bir motora benziyor. Derin bir nefes aldım ve her şey karardı. Uyandığımda gerçekten istediğim kadar dondurma yememe izin vardı ki, bu bir tür ince espri sayılırdı, çünkü canım dondurma istemiyordu. Boğazım kabarmış ve şişmiş gibi geliyordu. Ne var ki bu, şu bizim eski kulak iğnesi numarasından daha iyiydi. A, evet. Her şey o bizim eski kulakta iğne numarasından daha iyiydi. Gerekiyorsa bademciklerimi alın, mecbursanız bacağıma çelik bir kuş kafesi koyun, ama Tanrı, beni otiyolojistten korusun. 25 Stephen King -7- O yıl ağabeyim David okulda dördüncü sınıfa geçti ve beni okuldan aldılar. Annem ile okul, birinci sınıfta çok fazla devamsızlığım olduğuna karar vermişlerdi; eğer sağlığım düzelirse, ertesi yılın sonbaharında yeniden başlayabilirdim.

O yılın çoğunu ya yatakta geçirdim ya da hiç çıkmadan evde. Tom Swift ile Dave Dawson’dan başlayıp (irtifa kazanmak için daima çeşitli uçakların “pervanelerini zorlayan” kahraman bir II. Dünya Savaşı pilotu) Jack London’un tüyler ürpertici hayvan hikâyelerine geçtim. Bir noktada kendi öykülerimi yazmaya başladım. Yaratıcılıktan önce taklitçilik vardı; Mavi At bloknotuma Combat Casey^ öykülerini kelimesi kelimesine kopyalıyor, bazen uygun gördüğüm yerlere kendi tanımlarımı ekliyordum. “Geniş, lanetli bir çiftlik evinde konaklamışlardı,” diye yazabilirdim; lanet (drat) ile esintilinin (draft) iki farklı kelime olduğunu keşfedene dek bir-iki yıl daha geçmesi gerekiyordu. Aynı dönemde ayrıntının (details) diş (dentals) olduğuna ve bir orospunun da fazlasıyla uzun bir kadın olduğuna inandığımı hatırlıyorum. Orospu çocuğu da bir basketbol oyuncusu oluyordu bu durumda. Altı yaşındayken loto toplarınızın çoğu hâlâ çekilişin yapıldığı kafesin içindedir. Bir zaman sonra bu kopya melezlerden bir tanesini anneme gösterdim ve annem sevindi; hafif şaşkın gülümseyişini hatırlıyorum; sanki kendi çocuklarından bir tanesinin bu kadar akıllı olduğuna, pratikte kahrolası bir harika çocuk yani Tanrı aşkına, inanmakta zor-lanıyormuş gibiydi. Daha önce yüzünde bu bakışı hiç görmemiştim; en azından kendimle ilgili olarak ve bundan çok hoşlandım. <¦> Savaşçı Casey. 26 Yazma Sanatı Öyküyü kendi kendime yazıp yazmadığımı sordu bana ve ona çoğunu bir çizgi roman dergisinden kopyaladığımı itiraf etmek zorunda kaldım. Hayal kırıklığına uğramış gibiydi ve bu da keyfimin bir kısmını tüketti. Sonunda bloknotumu bana geri verdi.

“Bir tane de kendin yaz Stevie,” dedi. “O Combat Casey çizgi roman dergileri saçma sapan şeyler; her zaman birilerinin dişlerini döküyor adam. Đddiaya girerim sen bundan iyisini yaparsın. Bir tane de kendin yaz.” -8- Bu fikir, güçlü bir olabilirlik duygusu yaratmıştı bende; sanki kapalı kapılarla dolu kocaman bir binaya buyur edilmişim de bu kapılardan istediğimi açma iznim varmış gibi. Bir insanın bir ömür boyu açamayacağı kadar çok kapı var, diye düşündüm (hâlâ da böyle düşünüyorum). Bir zaman sonra eski bir arabayla ortalıkta dolaşıp küçük çocuklara yardım eden dört büyülü hayvana dair bir öykü yazdım. Liderleri, adı Bay Tavşan Trick olan koca beyaz bir tavşandı. Öykü dört sayfa uzunluğundaydı, büyük bir emek sarf edilerek elle yazılmıştı. Hatırlayabildiğim kadarıyla o öyküdeki hiç kimse Graymore Oteli’nin damından atlamıyordu. Bitirdiğimde, oturma odasında kitap okumakta olan anneme verdim öyküyü. Hemen elindeki kitabı bırakıp yazdığım öyküyü okumaya başladı. Beğendiğini söyleyebilirdim; bütün gerekli yerlerde gülmüştü; ne var ki, bunu beni sevdiği ve kendimi iyi hissetmemi istediği için mi yoksa gerçekten öyküyü sevdiği için mi yaptığını söyleyemezdim. “Bunu bir yerden kopya etmedin değil mi?” diye sordu bitirdiğinde. Hayır dedim, kopya etmemiştim.

Bir kitaba girecek kadar 27 Stephen King iyi olduğunu söyledi. O gün bu gündür, kimseden duyduğum hiçbir söz beni bundan daha mutlu etmedi. Bay Tavşan Trick ile arkadaşları hakkında dört öykü daha yazdım. Annem her biri için bana çeyrek dolar verdi ve öyküleri, zannederim kendisine acımakta olan dört kız kardeşine yolladı. Ne de olsa onların dördü de hâlâ evliydiler, erkekleri çekip gitmemişti. Fred Enişte’nin pek mizah duygusunun olmadığı ve açılır kapanır arabasının tepesini açık tuttuğu doğruydu, ayrıca Ören Enişte’nin epeyce içtiği ve dünyayı Yahudilerin yönettiğine dair karanlık kuramları olduğu da doğruydu, ne var ki ikisi de oradaydılar. Buna karşılık Don kaçıp gittiğinde Ruth kucağında bebeğiyle kalmıştı. Hiç değilse bebeğin yetenekli olduğunu görmelerini istiyordu. Dört öykü. Öykü başına bir çeyrek. Bu işten kazandığım ilk dolar oydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir