Stephen Kinzer – Hilal ve Yıldız

Dış haberler muhabirliği kariyerim sırasında dört kıtaya yayılmış 50’den fazla ülkeyi tanıdım. Bunların arasında en büyüleyici olan Türkiye’dir. Hayallerden ye çeşitli etkilerden oluşan bir kaleydoskop gibidir, aynı zamanda hem delirtir hem de baştan çıkarır. 1995 yılında New York Times’in ilk bürosunu açmak üzere istanbul’a geldim. Bundan sonraki dört yıl boyunca, ülkenin hemen hemen her yerini gezdim. Amerikalıların, Türklerin nasıl yaşadığını, neye inandığını ve umutlarını anlamasına katkıda bulunacağını umduğum makaleler yazdım. Ancak güncel habercilik muhabirin gördüklerinin ve öğrendiklerinin tümünü yazmasına her zaman imkan tanımaz. Bu kitap, olaylara bir bakış açısı sağlama ve deneyimlerimi, gazete haberciliğinden daha ahenkli, bir şekilde biraraya getirme çabasıdır. Aynı zamanda, Türkiye’nin değişik yüzlerini gösteren, benim de içinde yer aldığım bazı hikâyelerin de anlatılma çabasıdır. Yıllarca dış basında yer alan Türkiye haberleri düzensiz ve güvenilmezdi. Bu durum değişmeye başladığında Türkiye’de değişmeye başladı. Bazı eski alışkanlıkları yok edememekle beraber, istikrarlı bir biçimde, ekonomik ve politik olduğu kadar psikolojik olarak da daha modern hale gelmektedir. Aynı zamanda, bazıları Türkiye’nin dünya işlerinde daha fazla rol üstlenmesini istemektedirler. Dünyanın Türkiye’ye her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır çünkü dünyanın laik demokrasi ile yönetilen-bir Müslüman ülke modeline ihtiyacı vardır. Eğer Türkiye bu amaca ulaşabilirse dünya özgürlüğünün büyük bir gücü haline gelecektir.


Eğer ulaşamazsa soylu bir rüya gerçekleşememiş olacaktır. Bu kitapta Türklerin kendilerini ifade etmelerini sağlamaya çalıştım. Bazı görüşlere daha yakınsam ve bazılarına da karşıysam bunun sebebi Trabzon, Kars ve Diyarbakır’dan Ankara, istanbul ve Edirne’ye kadar birçok yerde karşılaştığım ve konuştuğum binlerce insandan duyduklarımdır. Hilâl ve Yıldız, onların kitabıdır. Bu kitap politik sorunlarla ilgilenmektedir çünkü Türkler kendi aralarında yoğun bir biçimde bu sorunları tartışmaktadırlar. Fakat politik bir kitaptan daha fazlası olmasını da ümit ediyorum. Bu, Türkiye’yle, onun tarihsel ve kültürel zenginliğiyle ve geleceğe bakışıyla bir yüzleşmedir. Bu kitap basitçe bir ülke hakkında değil, bir insanın o ülke için duyduklarıyla ilgilidir. Birçok Türk hayal kırıklığı içerisindedir çünkü ülkeleri dev kaynaklarına rağmen potansiyelini gerçekleştirememiştir. Doğal olarak, bunun sebeplerini ve değişim için neler yapılması gerektiğini tartışmaktadırlar. Bu değişim için reçete vermek bir yabancının işi değil. Ancak bu kitap, Türklerin son derece önemli olan bu tartışmayı tabular olmaksızın yapmak istediği inancına dayanmaktadır. Ülkelerinin nasıl gelişeceği konusunda değişik görüşlere sahipler ve bu görüşleri açıkça, dürüstçe tartışmak istiyorlar. 12 Bu kitap esas olarak Türkiye dışında yaşayan, ne Türkiye’nin büyük başarılarını ne de geleceğe ilişkin umutlarını bilen insanlar için yazıldı. Türkler için de bir değer taşıdığını umuyorum.

Hiç değilse kendilerini anlamaya yıllarını vermiş bir yabancının gözünden nasıl göründüklerini fark edeceklerdir. Ellerini bana dostlukla uzatan, ülkelerini öğreten ve bu kitabı hazırlamama yardımcı olan bütün Türklerin adını saymam imkânsız ve mantıksız olur. Onlar, kim olduklarım biliyorlar. Her birine teşekkür ediyor, yüksek demokrasi ve toplumsal adalet standartlarını benimsemiş bir Türkiye umutlarını paylaşıyorum. 13 Bir kraliyet habercisi, efendisi Venedik Dükü’nün diğer Venedikli Lordl’arla toplantı halinde olduğunu ve derhal kendisini görmek istediğini söylemek üzere Othello’yu evlilik yatağından kaldırdığında gecenin geç bir saatidir. Othello hızla saraya doğru yürürken bu “en güçlü, ciddi ve saygıdeğer beyleri” böyle olağandışı bir saatte bir araya getirecek kadar acil ne olabileceğini merak eder. Saraya ulaştığında onları kendisini beklerken bulur. Daha sorunun ne olduğunu sorma fırsatını bile bulamadan Dük konuşur: “Cesur Othello, hemen görevlendirmek zorundayız seni Ortak düşmanımız Osmanlılara karşı” Shakespeare’in zamanında ve sonraki yüzyıllarda. Avrupalı .Hıristiyanlar bundan daha adi bir çağrıyla karşılaşamazlardı. Kuşaklar boyunca Hıristiyanlar” daha çok sadece “Türk” diye bilinen “ortak düşmanımız Osmanlı”yı uygarlığın başındaki bela olarak gördü. Önde gelen özelliklerinin yalancılık kontrolsüz şehvet, ani hiddet ve mantıksız zalimliğe karşı düşkünlük olduğu düşünülürdüyordu. Çok az Avrupalı islam hakkında herhangi bir şey bilir, 15 Ama neredeyse hepsi İslamı, bir Hıristiyan’ın kutsal bildiği her şeye karşı şeytanca bir hakaret olarak kabul ederdi Araplar Kutsal Topraklar’ı yedinci yüzyılda fethetmişlerdi, daha sonra ise onların yerini 11. yüzyılda Orta Asya’dan bölgeye sürüklenen bir başka Müslüman halk, Türkler almıştı. Şövalyelik çağı başlarken, binlerce Avrupalı isa’nın doğup öldüğü yerlerin İslam’ın kontrolü altında olmasından dolayı o kadar kızgındı ki, bu topraklan yeniden ele geçirmek için Haçlı Seferleri’ne katıldılar.

Bu seferler, tüm kıtada Müslümanların özeliklede Müslüman Türklerin Tanrı’nın düşmanı olduğu imajını yaygınlaştıran kanlı seferlerdi.İlk Haçlı Seferi Papa II. Urban’ın çağrısı üzerinde 1095’te başladı; iki yüzyıl sonra sonuncusu bittiğinde Türkler halen yükseliyordu, siyasi ve dini güç dengesi temelde değişmemişti. Ancak bu savaşlar devam ettikçe Avrupalılar Türkleri kötülüğün somut bir örneği olarak algılamaya başladılar. Türklerin yalnızca Hıristiyanlığı yok etmekle kalmayıp aynı zamanda Hıristiyan Dünyası’ndaki bütün erkek, kadın ve çocukları öldürmeye ya da köle yapmaya kararlı olduklarına da inanılıyordu. Martin Luther “Türkler Tanrı’nın gazabının halkıdır” demiştir. Eğer Türkler uzaktaki bir kötülük odağından ibaret olsalardı Avrupalıların kalbinde dinsiz Çinlilerin yarattığı korkudan daha f azla bir korku yaratamazlardı. Onlar hakkında düşünmeyi bile bu kadar korkunç yapan şey, Türk güçlerinin Avrupa’nın kapılarını yumruklamakta olmasıydı. Sultan Osman tarafından kurulan ve Ingilizce’de Ottomans olarak bilinen en başarılı Türk kabilesi I453’te Konstantinapolis fethetti. Böylece bir zamanlar Roma imparatorluğumun başkenti olan ve ondan sonra da bin yıldan daha uzun bir süre boyunca Bizans imparatorluğu’nun başkentliğini yapan bir Hıristiyan kentinin sahipliğini elde etmiş oldu. Bu fetih Türkleri tüm insanlık tarihinin en güçlü kültürel olarak en etkili iki kırallığının en azından coğrafi mirasçısı haline getirdi. Yalnızca bir zamanlar 16 Bizans’ı yöneten Yunanlılar değil, sayısız diğer Avrupalı ve Ortadoğulu Hıristiyan bu gerçeği kabul etmekte büyük zorluk çekmiştir. Bunların birçoğu halen Türklerin “istanbul” olarak yeniden adlandırdığı Konstantinopolis’i düşman bir halkın üzücü ama belki de geçici işgali altında görmektedir. Bu paha biçilmez ödüle sahip olan Osmanlı Türkleri, bundan sonra kendilerine ait büyük bir imparatorluk kurmaya başladılar. I458’de Atina’yı, I5I4’te Tebriz’i, I5I6’da Şam’ı, I5I7’deKahire’yi, 1521’de Belgrad’ı, 1522’de Rodos’u, 15341e Bağdat’ı, I54I’de Buda’yı, I55I’de Trablus’u ve I57I’de Kıbrıs’ı ele geçirdiler.

1529’da neredeyse Viyana’yı da ele geçiriyorlardı ve bundan sonraki bir yüzyıl boyunca bu kenti tehdit etmeye devam ettiler. Müslüman korsanlar Akdeniz’deki Avrupalı denizcileri tutsak etmekle kalmayıp italya, ispanya, Fransa ve hatta ingiltere’deki kasabalara saldırdılar. Uzun yıllar boyunca Avrupa’yı tehdit eden büyük soru, Protestanlığın mı yoksa Katolikliğin mi üstün geleceği değil, Osmanlıların Paris’e kadar tüm kıtayı ele geçirerek Islama kazandırıp kazandıramayacağı sorusuydu. Bunu hiçbir zaman yapmadılar ama bazıları iki tarafın da gösterdiği barbarca zalimlik örnekleri nedeniyle dikkat çeken askeri şef erlerin yarattığı korkular Avrupa’nın bilincinde derin bir iz bıraktı. Türkler Osmanlı dönemini, etnik uyum ve kültürel çeşitliliğin altın çağı olarak görürler. Pek çok açıdan öyledir de. Osmanlı sultanları, tebaası olan milletlere neredeyse tam dinsel özgürlük ve büyük ölçüde siyasi özerklik tanımıştır. Avrupa’nın büyük bir kısmı Yahudi karşıtı sistemli hareketlerle sarsılırken Osmanlılar ispanya’dan ve diğer baskıcı uluslardan kaçan binlerce Yahudi’ yi kabul etmiş ve onlara yalnızca barış içinde yaşama değil, aynı zamanda zenginlik ve güç sağlayan görevlere yükselme şansı da tanımıştır. Ancak Osmanlı dönemi aynı zamanda neredeyse kesintisiz bir savaş dönemidir. Türkler önce Avrupa’da toprak elde etmek, sonra da bu toprakları 17 kaybetmemek için savaşmıştır ilk Osmanlı sultanının taç giydiği 1300 yılı civarından sonuncusunun tahtı kaybettiği 1922’ye kadar, altı yüzyılı aşan dönem boyunca en uzun barış dönemi yalnızca 24 yıl sürmüştür Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yaşlı insanlar; çocukken eğer terbiyeli olmazlarsa Türklerin gelip onları alacağı söylenerek korkutulduklarım halen hatırlamaktadır Avrupa edebiyatında da yüzyıllar boyunca Türk tehlikesine karşı ciddi uyarılar yer almıştır Daha sonra ingiltere Kralı I. James olan Iskoçya Kralı VI. James dünyayı “vaftiz edilmiş ırk ile sünnet edilmiş türbanlı Türkler arasında” bir çatışmaya kilitlenmiş olarak tasvir ettiği canlı bir şiir yazmıştır. 16. yüzyıldan italyan tarihçi Augustino Curio “hatta kapımızda ve evlerimize girmeye hazır, bu gururlu ve böbürlenen zebani var” diye uyanda bulunmaktadır. Christopher Marlowe da Büyük Timurlenk adlı oyununda Avrupa’nın halkları için aynı tehlikeyi görmektedir: “işte Türkler ve Tatarlar kılıçlarını sana doğru sallıyorlar/ Bütün ülkeni parçalamak istiyorlar.

” Avrupalılar tarihin akışı onların aleyhine döndükten sonra bile Osmanlıları zalim günahkârlar olarak gördü. Voltaire Prusya Kralı II. Frederick’e şöyle yazmaktadır: “Türklerden her zaman ne/ret edeceğim. Ne kötü barbarlar!” Jane Austen da romanlarından birinde “dünyaya tepeden bakan türbanlı Türk” hakkında derin düşüncelere dalar Karamazov Kardeşler’de bir kardeş diğerine anlatır: “Türkler, başka şeylerin yanı sıra çocuklara işkence yapmaktan da zevk alıyorlar Onları annelerinin rahminden kesip çıkararak başlıyorlar; sonra annelerinin gözü önünde bebeği havaya fırlatarak ve süngüleriyle yakalayarak bitiriyorlar Zevkin büyük kısmı bunu annelerinin gözü önünde yapmaktan geliyor.” Batılılar, Türk’ün vahşi ve kutsal olmayan her şeyi içerdiğini düşündükleri uzun dönem boyunca, aynı zamanda ona karşı çok büyük bir ilgi de duymuşlardır En canlı biçimiyle bir 18 ahlaksızlık yuvası ama aynı zamanda da zevk mekânı olarak görülen haremde kendisini ortaya koyan tamamıyla farklı bir hayat görüşüne sahip olduğu görülmektedir, işte burada Batılıların Türklere ilişkin görüşlerinde ikilik ortaya çıkmaktadır; bütün vahşiliğine karşın Hıristiyan dünyasına öğretebilecekleri birşeyler olabileceğinin ürpertici şüphesi. Bu görüş, giderek daha çok Avrupalının, istanbul’u ve Osmanlı ülkelerini ziyaret etmeye başlamasıyla daha da yaygınlık kazandı. Birçoğu şaşırtıcı ölçüde olumlu görüşlerle döndüler. 1652’de bir Fransız seyyah “Hıristiyan Dünyası’nda Türklerin büyük şeytanlar; barbarlar, inançsız bir halk olduğuna inanan birçok kişi vardır ama onları tanıyanlar, onlarla konuşanlar tamamen farklı bir görüşe sahiptir” diye yazar “Türkler; doğanın bize verdiği, başkalarına ancak bize davranılmasını istediğimiz gibi davranmamız gerektiği emrini çok iyi uygulayan bir halktır” Bir başka Fransız, filozof Jean Bodin onlarca yıl sonra kendi insanlarına Türk sultanının “kimseye yasak koymadığını, tam aksine herkesin kendi vicdanının emrettiği gibi yaşamasına izin verdiğini” söylemek üzere yurduna geri döner. “Daha da ötesi, Peru’daki sarayında bile dört farklı dinin; Yahudiliğin, hem Roma hem de Yunan ritüellerine göre Hıristiyanlığın ve Islâmın uygulanmasına izin vermektedir.” Türk yaşamı hakkında yazanlar arasında belki de en kavrayışlı olanı, 1716’da kocası Osmanlı sarayına ingiliz büyükelçisi olarak atanan Lady Mary Wortley Montagu’dür Lady Montagu kendisini “yeni dünya”sma kaptırdı, izlenimlerini I763’te ingiltere’de yayımlanan ve bugün hâla okunan bir dizi nükteli ve konuya nüfuz edm mektupta anlattı. Bir mektubunun sonunda “Görüyorsunuz ki beyefendi, bu insanlar onları gösterdiğimiz kadar kaba değiller” diye yazar. “Onların ihtişamı bizimkilerden farklı ve belki de daha iyi. Hatta onların yaşama ilişkin daha doğru bir kavrayışları olduğuna 19 neredeyse inanıyorum; onlar yaşamı müzik, bahçeler, şarap ve mutfak zevki ile tüketirken biz siyaset planlan ile veya hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz ya da öğrensek bile insanları bizim kadar değer vermeye ikna edemeyeceğimiz bilimleri çalışarak beyinlerimize işkence yapıyoruz… Bana gülmenizi de göze alarak, bütün cehaletiyle zengin bir Efendi olmayı, bütün bilgisiyle Sir Isaac Newton olmaya tercih ettiğimi ilan ediyorum.” Lady Mary’nin mektuplarından etkilenenler arasında, onları okuduktan sonra haremi saf ve coşku veren güzelliğin barınağı olarak gösteren çok parlak resimler yapan Fransız ressam Ingres de vardır. Kısa bir süre sonra Mozart, içeriği genel kabul gören basmakalıp görüşlere aynı derecede aykırı olan Saraydan Kız Kaçırma operasını yazdı.

Heyecanın doruğa ulaştığı sahnede, Türk sultanı Avrupalılar tarafından büyük ölçüde kötüye kullanılmasına rağmen sıcak ve iyi huylu olarak çizilmiştir. İmajlardaki bu karışıklık tüm 19. yüzyıl boyunca sürmüştür. Lord Byron’ın Yunanlıların bağımsızlığı için Yunanistan’da Osmanlı güçlerine karşı savaşırken romantik bir şekilde ölmesi, özellikle Türklerin bu savaş sırasında katliamlar gerçekleştirdiği haberlerinin de etkisiyle, tüm Avrupa’da yeni bir Türk-karşıtı dalganın başlamasına neden oldu. Ancak Byron’ın ölümünden yalnızca beş yıl sonra, gelecekteki ingiliz başbakanı Benjamin Disraeli istanbul’u Türkleri dünya üzerindeki en uygar ulus gösterecek terimlerle betimleyebiliyordu. Disraeli ülkesindeki bir arkadaşına “Türkler hakkındaki önyargılarımın Türkiye’deki ikametim sırasında büyük ölçüde doğrulandığını itiraf etmek zorundayım” diye yazmaktadır. “Bu insanların doğal olarak bir şekilde uyuşuk ve melankolik olan yaşamı benim zevklerimle büyük ölçüde uyuşuyor ve sizin de bundan nefret edeceğinizi sanmıyorum. Rahat sedirlerin üzerine uzanmak ve olağanüstü pipolar içmek, her gün 20 mükemmel olması için yarım düzine hizmetçi gerektiren bir banyonun lüksüne kendini kaptırmak, sürekli olarak güzel bir manzaranın bulunduğu kıyı boyunca kavisli bir kayıkla hava almak ve bir Arap atıyla rahvan gitmekten daha fazla bir gayret sarf etmemek; bence kulüplerin tüm telaşından ve salonların tüm can sıkıcılığından çok daha makul bir yaşam. Hiçbir abartı veya renklendirme olmaksızın, binlerce sakin zevk kaynağı ve binlerce yumuşak eğlence biçiminin bunlara eşlik ettiği bir yaşam sürdürülebilir burada. Ama bunları anlatmak sizi yorabilir, bu yüzden onları sizin kendi canlı hayal gücünüze bırakıyorum.” Bir barbarlık cehennemi mi yoksa bilgelik ve hoşgörü merkezi mi? 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı imparatorluğu çökerek Türkiye Cumhuriyeti ‘ne yolu açınca, dış dünya bu ikisinden hangisine inanacağı konusunda kararsız kaldı. Hâlâ da kararsız. Bazı devlet adamları da dahil olmak üzere sayısı hiç de az olmayan birçok insan, çağdaş Türkiye’yi büyük toplumsal eşitsizliklerden, garip insan hakları ihlallerinden, katı, yozlaşmış ve askeri bir rejimden bunalan geri bir ülke olarak görür. Türklerin uygarlığı yıkmaya çalışmayıp aksine ona katkıda bulunduğuna inanan diğerleri ise sorunlarının üstesinden geleceklerini ve kısa sürede güçlü bir çağdaş ulus olarak ortaya çıkacaklarını ümit etmektedir.

Ya Türklerin kendileri? Yüzyıllar boyunca dünya tarihini şekillendirdiler ve Osmanlı ihtişamının çok da uzak olmayan anısı, bunu yeniden yapabileceklerine inanmalarını sağlamaktadır. 21 1 TÜRKiYE RÜYASI Türkçe’de en sevdiğim sözcük istiklal sözcüğüdür. Sözlük bu sözcüğün “bağımsızlık” anlamına geldiğini söylüyor ki sadece bu bile, sözcüğe her dilde özel bir yer kazandırmak için yeterlidir. Türkiye’de ise bu sözcük özel bir tınıya sahiptir çünkü Türkiye bağımsız olabilmek için fazlasıyla mücadele etmektedir. Otokratik geçmişinden, dünyadaki siyasi ana koldan uzak olan konumundan ve korkutucu Türk şeklindeki basmakalıp düşünce ve bu düşüncenin güçlendirdiği soyutlanmışlıktan kurtulmayı istemektedir. Her şeyden önce, kendisini korkularından -özgürlük korkusundan, dış dünya korkusundan ve kendi kendisine karşı duyduğu korkudan- kurtarmaya çalışmaktadır. Ama istiklal sözcüğünü duymaktan zevk almamın asıl nedeni, bunun Türkiye’nin en etkileyici caddesinin adı olmasıdır. Gün boyunca ve gece geç saatlere kadar insanlarla dolu olan, iki yanında kafelerin, kitapçıların, sinemaların ve her çeşit mağazanın sıralandığı bu cadde, yalnızca İstanbul’un değil tüm Türk ulusunun atmakta olan kalbidir. Türkiye hakkındaki şüphelerin altında ezildiğim 23 zamanlarda buraya giderim, istiklal Caddesi’nin yüzler ve kıyafetler geçidinde birkaç dakikalığına kendimi kaybetmek, küçük konuşma parçalarını duymak ve 2 km boyunca kendini duyuran enerjiyi içime çekmek Türkiye’nin geleceğine olan inancımı yenilemeye her zaman yeter, istanbul ülkenin diğer bölgelerinden gelen milyonlarca göçmeni kendisine çektiğinden -her gün birkaç yüz tanesi gelmektedir- bu cadde nihai erime potasını oluşturur. Eğer buradan insanlar rastgele seçilip Ankara’ya milletvekillerinin yerine gönderilebilseydi. ülke kesinlikle .ileriye doğru büyük bir adım atardı, istiklal bu cadde için mükemmel bir isimdir çünkü insan panoraması, Türkiye’nin klostrofobi yaratan taşralılıktan kurtulma ve; insanlarının olağanüstü çeşitliliğini ifade etmesine izin verme Dürtüsünü yansıtmaktadır. Bu dürtü ancak kısmen başarılı olmuştur. Çeşitlilik kavramının kendisindeki birşeyler Türkiye’nin yönetici seçkinlerini korkutmaktadır. Bu kavram, Cumhuriyet 1923’te kurulduğundan beri Türk yöneticilere yapışmış olan derin güvensizliği ateşlemektedir ve bu güvensizlik halen Türkiye’yi çağdaş dünyada hak ettiği yeri almaktan alıkoymaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir