H er birimiz ancak kısa bir süre için var oluruz ve bu süre içinde evrenin küçük bir parçasını keşfederiz. Ama insanoğlu meraklı bir türdür. Yanıtları merak eder, peşine düşeriz. Onlara bazen sevecen bazen de zalimce davranan bu uçsuz bucaksız dünyada yaşayıp üzerindeki hudutsuz gökyüzünden gözlerini alamayan insanlar, her zaman yığınla soru sormuşlardır: Kendimizi içinde bulduğumuz bu dünyayı nasıl anlayabiliriz? Evren nasıl devinir? Gerçeğin doğası nedir? Bütün bunlar nereden geldi? Evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı var mı? Çoğumuz zamanımızın tümünü bu soruları düşünerek geçirmeyiz, ama hemen hepimiz zaman zaman bu soruları düşünürüz. Geleneksel olarak bunlar felsefeye ait sorulardır ama felsefe ölüdür. Felsefe, bilimdeki özellikle fizikteki çağdaş gelişmelere ayak uyduramamıştır. Bilgi arayışımızda keşiflerin meşalesi artık bilim insanlarının elindedir. Bu kitabın amacı, son keşifler ve kuramsal ilerlemelerin ortaya çıkardığı yanıtları gözden geçirmektir. Bu yanıtlar bize evrenin yeni bir resmini gösteriyor ve bu resim, henüz on ya da yirmi yıl önce çizdiğimiz resimden bile farklı. Yine de bu yeni anlayışın ilk izlerini neredeyse bir yüzyıl öncesine kadar takip edebiliriz. Geleneksel evren anlayışına göre, nesneler iyi tanımlanmış yollar izler ve geçmişleri bellidir. Onların kesin yerlerini zamanın her anında belirleyebiliriz. Bu hesaplama gündelik amaçlar için yeterince başarılı olmakla birlikte 1920’lerde bu “klasik” resmin, varoluşun atom ve atomaltı düzeylerinde gözlemlenen tuhaf davranışları açıklayamadığı ortaya çıktı. Böylelikle, adına kuantum fiziği denilen yeni bir çerçevenin kabul edilmesi gerekti. Kuantum kuramlarının bu ölçeklerdeki olayları olağanüstü doğruluk- .. işte benim felsefem.” ta kestirebildiği gibi, gündelik hayatın makroskopik (çıplak gözle görülen) dünyasına uygulandıklarında eski klasik kuramın kestirimlerini de tekrarlayabildiği ortaya çıktı. Ancak kuantum fiziği ve klasik fizik, fiziksel gerçekliğin çok farklı tanımlarını temel alır. Kuantum kuramları pek çok farklı biçimde formüle edilebilir, ancak belki de en sezgisel tanım, California Teknoloji Enstitüsü’nde çalışıp striptiz yapılan bir gece kulübünde bongo çalacak kadar renkli bir kişiliği olan Richard (Dick) Feynman tarafından yapılmıştır. Feynman’a göre bir sistemin tek bir geçmişi yoktur, bir sistem bütün olası geçmişlere sahiptir. Yanıtlarımızı ararken Feynman’ın yaklaşımını ayrıntılı olarak açıklayacağız ve evrenin tek bir geçmişi olmadığı, hatta bağımsız bir varlığı olmadığı görüşünü incelerken onun yaklaşımını kullanacağız. Bu, pek çok fizikçi için bile radikal bir düşünce olabilir. Aslında günümüz bilimindeki birçok kavram gibi sağduyuya karşı görünüyor. Ancak sağduyu gündelik deneyimlere dayanır, atomun derinliklerine veya evrenin erken dönemlerine göz atmamızı sağlayan teknolojilerin mucizeleri aracılığıyla kendini gösteren evrene değil. Çağdaş fizik ortaya çıkıncaya kadar, genelde dünya hakkında bilgilere doğrudan gözlemle ulaşabileceğimizi; şeylerin duyularımız aracılığıyla algıladığımız şekilde, göründükleri gibi olduğunu düşünüyorduk. Ancak Feynman’ınki gibi gündelik deneyimlerle uyuşmayan görüşlere dayanan çağdaş fiziğin muazzam başarısı, durumun böyle olmadığını gösterdi. Bu nedenle naif gerçeklik anlayışı çağdaş fizikle bağdaşmaz. Böylesi paradokslarla başa çıkabilmek için modele bağlı gerçeklik dediğimiz bir yaklaşım benimseyeceğiz. Bu yaklaşım, beynimizin duyu organlarımızdan gelen verileri bir dünya modeli oluşturarak yorumladığı düşüncesine dayanır. Böyle bir model olayları açıklamakta başarılıysa, onu oluşturan unsurları ve kavramları gerçekliğin niteliği veya mutlak hakikat olarak kabul etme eğiliminde oluruz. Ancak aynı fiziksel durumu değişik temel unsurlar ve kavramlar kullanarak modellemenin farklı yolları olabilir. İki farklı fizik kuramı veya model, aynı olayları doğru olarak öngörebiliyorsa, birinin diğerinden daha doğru olduğu söylenemez; daha çok, bize en uygun modeli kullanmakta özgür oluruz. Bilim tarihinde Platon’dan Newton’ın klasik kuramına, çağdaş kuantum kuramlarına kadar; giderek daha da iyi kuramlar veya modeller keşfettik. Doğal olarak şunu sorabiliriz: Bu kuramlar dizisi, yapabildiğimiz bütün gözlemleri öngören ve bütün güçleri kapsayan evrenin nihai kuramıyla son bulacak mı? Veya sonsuza kadar daha iyi kuramlar bulmaya devam edeceğiz ama daha ötesi olmayan bir kuramı asla bulamayacak mıyız? Henüz kesin bir yanıtımız yok, ama şimdi her şeyin nihai kuramı için (gerçekten böyle bir kuram varsa) bir adayımız var: M-kuramı. M-kuramı, nihai kuramda olması gerektiğini düşündüğünüz bütün özelliklere sahip olan tek model ve bundan sonraki tartışmalarımızın çoğu bu kuramı temel alacak. M-kuramı alışılmış kuramlardan değil. Farklı kuramlardan oluşan bir aile; içindeki her bir kuram, yalnızca belli alanlardaki fiziksel durumların gözlemlerini tanımlıyor. Bir haritaya benziyor biraz. Dünyanın bütün yüzeyini tek bir haritada göstermenin mümkün olmadığını herkes bilir. Merkator Projeksiyonu {1} kullanılan dünya haritalarında en kuzey ve en güneydeki bölgeler çok daha büyük görünür ve kutuplar görünmez. Bütün yeryüzünü haritalandırabilmek için, her biri sınırlı bir bölgeyi gösteren bir dizi harita kullanmamız gerekir. Haritaların birbirleri ile örtüştüğü yerler aynı bölgeleri gösterir. Mkuramı da buna benzer. M-kuramı ailesindeki kuramlar birbirlerinden çok farklı görünebilir, ama her biri temelde yatan tek bir kuramın farklı yönleri olarak kabul edilebilir. Dünya haritası Evreni temsil etmesi için bir dizi örtüşen kuram gerekebilir; tıpkı bütün yeryüzünü gösterebilmek için birbiriyle örtüşen haritaların gerekmesi gibi. Bunlar, M-kuramının yalnızca sınırlı bir alana -örneğin, enerji gibi belirli niceliklerin küçük olduğu durumlara- uygulanabilen uyarlamalarıdır. Tıpkı Merkator Projeksiyonu’nun birbirinin üzerine binen haritaları gibi, üst üste geldikleri yerlerde aynı fenomeni öngörürler. Ancak, dünyanın bütün yüzeyini en iyi şekilde gösterecek düz bir harita olmadığı gibi, bütün durumlara ait gözlemleri en iyi şekilde ifade edecek tek bir kuram da yoktur. M-kuramının yaratılış sorusuna nasıl yanıtlar verdiğini de tartışacağız. M-kuramına göre tek evren bizimki değil. Aksine, M-kuramı çok sayıda evrenin yoktan var edildiğini öngörür. Bu evrenlerin yaratılışı doğaüstü bir gücün veya Tanrı’nın müdahalesini gerektirmez. Aslında bu çokluevrenler kendiliklerinden fizik yasasından doğarlar. Onlar bilimin öngörüsüdür. Her evren pek çok olası geçmişe ve şimdiki zaman gibi yaratılışından çok sonraki bir zamana karşılık gelen pek çok olası duruma sahiptir. Bu durumların çoğu bizim gözlemlediğimiz evrene hiç benzemeyecektir ve herhangi bir yaşam formunun varlığı için hiç uygun olmayacaktır. Sadece çok azı bizim gibi canlıların varlığına izin verecektir. Böylece bizim varlığımız, bu uçsuz bucaksız evrenler dizisinden yalnızca varoluşumuza uygun olanları seçecektir. Kozmik ölçekte biz her ne kadar çelimsiz ve önemsiz olsak da, bu seçim bizi bir anlamda yaratılışın tanrıları kılmaktadır. Evreni en derin düzeyde kavrayabilmek için yalnızca evrenin nasıl hareket ettiğini değil, niçin öyle hareket ettiğini de bilmek zorundayız. Niçin hiçlik değil de varlık var? Niçin varız? Niçin başka yasalar değil de bu bildiğimiz yasalar var? Bu “Hayat’ın, Evren’in ve Her Şey’in Nihai Sorusu”dur.* Bu kitapta yanıtını vermeye çalışacağız. Ancak, Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’nde verilen yanıtın aksine, bizimki basitçe “42”** olmayacak. * Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi adlı kitabında Derin Düşünce adlı bilgisayara yanıtlaması için sorulan soru. (ç.n) **Bilgisayarın bu soruya verdiği yanıt, (ç.n.) 2 Yasaların üstünlüğü Kurt Skoll Ay’ı ürkütür, O da Acılar Ormanı’na kadar uçar. Kurt Hati, Hridvitnir’in akrabası Güneş’in peşine düşer. “Grimnismal” The Elder Edda V iking mitolojisinde Skoll ve Hati Ay’ı ve Güneş’i kovalar. Bunlardan biri yakalandığında tutulma gerçekleşir. Bu olduğunda, yeryüzündeki insanlar kurtları korkutup Ay veya Güneş’i kurtarmak amacıyla ellerinden geldiğince çok gürültü yaparlar. Diğer kültürlerde de benzeri efsaneler vardır. Ancak bir süre sonra insanlar, Güneş’in ve Ay’ın onlar etrafta koşturarak bağırıp çağırmasalar da tutulmadan çıktıklarını fark etmiş olmalılar. Hatta bir süre sonra tutulmanın rastgele olmadığını da fark etmiş olmalılar. Tutulmalar kendilerini tekrar eden düzenli örüntülerdir. Bunu Ay tutulmalarında çok daha açık bir şekilde gözlemleyen Babilliler, Dünya’nın Güneş’in ışığını kesmesi yüzünden bu durumun oluştuğunu anlamasalar da, Ay tutulmalarını oldukça doğru bir şekilde hesaplamışlardır. Güneş tutulmaları yeryüzünde ancak 30 millik bir koridor içinde gözlenebildiğinden, hesaplanması çok daha zordur. Yine de oluşumların düzeni bir kez kavrandığında, tutulmaların doğaüstü varlıkların keyiflerine bağlı olmadığı, yasalar tarafından yönetildiği açığa çıkmış olur. Erken dönemlerde gökcisimlerinin hareketlerini oldukça başarılı bir şekilde öngörmelerine rağmen, atalarımızın pek çok doğa olayını önceden bilmeleri olanaksızdı. Volkanlar, depremler, fırtınalar, salgınlar ve ayak tırnaklarının batması görünür bir neden veya bir döngü olmaksızın meydana geliyordu. Eski zamanlarda doğanın şiddetli hareketlerini kötü niyetli ya da yaramaz tanrılar panteonuna atfetmek olağandı. Genellikle felaketler, bir şekilde tanrıları kızdırmış olduğumuzun işareti olarak algılanıyordu. Örneğin, MÖ 5600 yıllarında Oregon’daki Mazama Dağı volkanı faaliyete geçerek yıllarca taş ve yanan kül yağdırdı ve sonunda volkanın kraterim dolduracak kadar çok yağmura neden oldu; günümüzde buraya Krater Gölü diyoruz.
Stephen William Hawking – Buyuk Tasarim
PDF Kitap İndir |