Sue Grafton – Esrarengiz’in ‘e’si

27 Aralık Pazartesi’ydi ve ben büromda oturmuş eşit miktarlarda asabiyet ve huzursuzluktan oluşmuş gayet kötü ruhsal durumumu düşünüyordum. Sinirliliğimin nedeni az önce bankadan gelen zarftı; hani o pencereli olup içinden sarı bir kâğıdın göründüğü zarflardan. Đlk önce hesabımdan fazla para çeldiğimi sandım ama 20 Ocak Cuma tarihli makbuzu çıkarınca hesabıma beş bin dolar para yatırılmış olduğunu gördüm. “Bu da ne demek oluyor?” diye söylendim kendi kendime. Hesap numarası doğruydu, ama para benim değildi. Benim deneyimimde bankalar yeryüzünün insana en az yardımcı olan kurumlarıydı ve bir yanlışı düzeltmek için elimdeki işi yarıda kesmek ise tahammül edemeyeceğim bir şeydi. Kâğıdı bir kenara atıp kaybettiğim dikkatimi yeniden toplamaya çalıştım. Đncelemem istenen bir sigorta olayı hakkında ilk raporumu yazıyordum ve California Fidelity sigorta şirketinin sekreteri Darcy az önce telefon açıp Mac’ın dosyayı bir an önce masasında görmek istediğini bildirmişti. Ben kafamdan ona uygun bir yanıt vermiştim ama (kendimce) hayran olunacak bir irade örneği gösterip ağzımı açmamıştım. Portatif Smith-Corona yazı makineme döndüm, sigorta raporu formunu yerleştirdim. Notlarıma bakarken usta parmaklarım yazmaya hazır bekliyorlardı. Đşte orada takıldım kaldım. Aksi bir şey vardı ve bunun ne olduğunu bilemiyordum. Banka makbuzuna bir daha baktım. Sonra biraz ara vermemin, sanayi tipi hidrojen fırınları üreten Wood/Warren şirketinin durumu hakkında beni kaygılandıran şeyin ne olduğunu anlamamda yardımcı olacağını umarak bankanın numarasını çevirdim.


Fabrikada 19 Aralık’ta bir yangın çıkmış ve bir depo yanmıştı. “Müşteri Servisi, ben Bayan Brunswick. Size yardımcı olabilir miyim?” “Olacağınızı umarım. Az önce geçen Cuma hesabıma beş bin dolar yatırdığımı bildiren bir makbuzunuz geldi. Ben böyle bir şey yapmış değilim. Bunu düzeltmenin bir yolu var mı?” “Adınızı ve hesap numaranızı verir misiniz, lütfen?” “Kinsey Millhone.” Hesap numaramı da ağır ağır söyleyerek yazdırdım. Kadın beni beklemeye geçirip bilgisayarında müşteri hesaplarını açtı. Ben de bu arada bankanın “Good King Wenceslas” parçasını dinledim. Hoş, parçayı zaten hiç anlamış değildim. Stephen Yortusu da nedir ki? Bayan Brunswick bana döndü. “Bayan Millhone, sorunun ne olduğunu anlamadım ama burada o numaraya nakit bir para yatırıldığı kayıtlı. Anlaşıldığı kadarıyla para hafta sonunda gece kasasına bırakılmış.” Şaşkınlıkla, “Sizde hâlâ o gece kasalarından mı var?” diye sordum. “Kent merkezindeki büromuzda vardır.

” “Eh, yine de bir yanlışlık olacak. Ben gece kasası denen şeyi görmüş bile değilim. Banka kapandıktan sonra bir işlem yapmak istersem yirmi dört saat geçerli kartımı kullanırım. Şimdi ne yapacağız?” “Parayı yatırma makbuzunun bir kopyasını bulabilirim” dedi kuşkulu bir sesle. “Bunu yapar mıydınız, lütfen? Çünkü ben geçen Cuma günü hiç para yatırmadım ve hele beş bin dolar yatırmış olmam asla mümkün değil. Belki biri makbuza yanlış bir numara yazmıştır. Kesin olan bir şey var, o da paranın bana ait olmadığı.” Kadın telefon numaramı alıp beni arayacağını söyledi. Düzeltme yapılana kadar sayısız telefon konuşmasıyla karşı karşıya olacağımı biliyordum. Ya biri o beş bin dolara karşılık keyifle bir çek yazıyorsa ne olacaktı? Sonra kafamın daha iyi çalışıyor olmasını dileyerek yine işime döndüm. Aklımda bin türlü şey dolanıyordu. Wood/Warren yangını tazminat istemi dosyası elime dört gün önce, ayın 23’ü Perşembe günü gelmişti. O gün saat dörtte ev sahibim Henry Pitts’le bir veda içkisi içecek, sonra onu havaalanına götürüp uçağa bindirecektim. Henry tatili ailesiyle geçirmek üzere Michigan’a gidiyordu. Doksanlı yaşlarda, hâlâ capcanlı insanlar olan ailesi yanında seksen bir yaşındaki Henry bir çocuk gibi kalıyordu ve yola çıkacağı için bir çocuk kadar heyecanlıydı.

O öğleden sonra büromda kırtasiye işleriyle uğraşıyordum ve boş birkaç saatim vardı, ikinci kattaki odamın balkonuna çıkıp sağ tarafta on blok ötede State Caddesi’nin dibinde ancak görünen Büyük Okyanus’a baktım. California’da Santa Teresa’da yaşarım, Los Angeles’in doksan beş mil güneyinde yani. Kışın burası güneşi, ılık havası, macenta renkli begonvilleri, hafif rüzgârları, palmiye ağaçlan ve martılarıyla çok esaslıdır doğrusu. Đki gün sonraki Noel’in tek belirtisi ana caddeler boyunca asılmış süslerdir. Mağazalar müşterilerle tıklım tıklımdı ve Selamet Ordusu borucuları “Deck The Halls” parçasını çalıyorlardı. Ben de neşeli olmak için önümüzdeki iki gün için kendime bir strateji çizmeliydim. Beni tanıyanlar size evli olmamaktan çok hoşlandığımı anlatacaklardır. Đki kere boşanmış bir kadınım, çocuğum ve yakın bir ailem yok. Özel detektifim. Genelde yaptığım işten mutluluk duyarım. Kimi zaman bir vaka üzerinde uzun saatler çalışır, yolculuklara çıkarım, kimi zaman da küçücük dairemden günlerce çıkmayıp kitap okurum. Ama bayram günleri geldiğinde sevilen kimselerin eksikliğinin gereksiz bir keder yaratmaması için biraz kurnazca davranmak zorunda kalırım. Şükran Günü kolay geçmişti. Günümü Henry ve onun birkaç arkadaşıyla geçirmiştim, arkadaşları yemek yapmışlar, şampanyalarını yudumlarken gülüp çok eski günlerden hikâyeler anlatmışlardı ve ben de otuz iki yaşında değil de, onların yaşında olmayı istemiştim. Henry şimdi kent dışına çıkıyordu ve mahallenin genelde yemek yediğim külüstür lokantasının sahibi Rosie de lokantayı 2 Ocak’a kadar kapatıyor, o süre içinde ne yapacağını kimselere söylemiyordu.

Rosie Macar’dır, altmış altı yaşındadır, kısa boyludur, şişmandır ve çoğunlukla da çok kabadır. O yüzden öyle dokunaklı konuşmalarını özleyecek değildim. Rosie’nin dükkânını kapatması benim için yalnızca dünyada yalnız olduğumun ve kendime bakmanın bir yolunu bulmamın iyi olacağının rahatsız edici bir hatırlatmasıydı. Her neyse, saatime bakınca eve gitmemin iyi olacağını düşündüm. Telesekreterimi açtım, ceketimle el çantamı aldım ve tam kapıyı kilitliyordum ki, yandaki sigorta şirketinden sekreter Darcy Pascoe başını uzattı. Bir zamanlar California Fidelity’de tam gün çalışır, yangın ve ölüm tazminat istemlerini araştırırdım. Şimdi aramızda daha az resmi bir ilişki vardı. Binalarında bana verdikleri (ve benim kiralamaya gücümün yetmeyeceği) büro karşılığında onlar için, zaman zaman soruşturmalar yaparım. “Seni yakaladığıma çok sevindim” dedi Darcy. “Mac bunu sana vermemi söyledi.” Elime tutuşturduğu dosyaya baktım. Đçindeki boş formüler bir yangın yeri araştırmamı yapmamın istendiğini belirtiyordu. “Mac mı verdi?” Mac şirketin ikinci müdürüdür. Onun böyle sıradan kırtasiye işleriyle uğraşacağı aklıma bile gelmemişti. “Aslında Mac Andy’ye verdi, Andy de sana vermemi söyledi.

” Dosyanın üstüne iliştirilmiş bir kâğıtta üç gün öncesinin tarihi ve ACELE notu vardı. Darcy kâğıda baktığımı görünce birden pembeleşti. “Masamın üstündeki bir yığının altında kalmış” dedi. “Yoksa daha çabuk verirdim.” Darcy otuzuna yakın ve biraz uçarıdır. Masama döndüm, dosyayı üzerinde çalıştığım diğer dosyaların üstüne attım. Sabah ilk iş olarak ona bakacaktım. Darcy niyetimi tahmin ederek kapıda oyalanıyordu. “Bugün bir göz atabilir miydin acaba? Oraya birini göndermek istediğini biliyorum, işe Jewel bakacaktı ama iki haftalık izin aldı, Mac da belki senin yapabileceğini söyledi.” “Olay nedir?” “Colgate’de büyük bir depo. Haberlerde duymuşsundur.” Başımı salladım. “Ben Los Angeles’teydim.” “Dosyada gazete kesikleri de var. Birinin çok çabuk gelmesini istiyorlar sanırım.

” Bu baskıya sinirlenmiştim, ama dosyayı açıp baktım. ‘Wood/Warren mi?” “Şirketi tanıyor musun?” “Wood’ları tanırım. En küçük kızlarıyla ortaokulda beraberdik. Aynı sınıftaydık.” Darcy sanki bir sorununu çözmüşüm gibi rahatladı. “Çok iyi. Mac’a bu öğleden sonra oraya gideceğini söylerim.” “Darcy, kes artık. Birini havaalanına götürmem gerek. Bana güven. En erken bir zaman için randevu alacağım.” “Pekâlâ, ben de işe senin baktığını bilmeleri için bir not gönderirim öyleyse. Benim telefonların başına dönmem gerek. Raporu hazırlayınca haber ver, ben gelir alırım.” “Olur.

” Darcy bana yeteri kadar baskı yaptığına karar vermiş olmalıydı ki, izin isteyip aceleyle gözden kayboldu. O gidince ben de iş bitirmek için Wood/Warren’e telefon edip şirket başkanından ertesi sabah saat 9:00’a randevu aldım. Noel sabahına yani. Bu arada saat dörde çeyrek vardı, dosyayı çantama sıkıştırdım, kapıyı kapayarak arka merdivenden VW’imi park ettiğim arka avluya indim. On dakika sonra evimdeydim.  Noel öncesi kutlamamızda Henry bana yeni Len Deighton romanını verdi, ben de ona kendi ördüğüm mavi moher yün atkıyı verdim. Onun mutfağında oturup evde yaptığı tarçınlı çöreklerden yerken geçen yıl armağan olarak verdiğim kristal kadehlerden şampanya içtik. Henry biletini çıkartıp uçağın kalkış saatine bir daha bakarken yanakları heyecandan pembeleşmişti. “Sen de benimle gelseydin” dedi. Atkıyı boynuna sarmış, gözlerinin rengi daha da belirginleşmişti. Beyaz saçları yumuşacıktı ve bir yana taranmıştı, zayıf yüzü California güneşinden bronzlaşmıştı. “Ben de gelmek isterdim ama biraz önce kiramı ödememi mümkün kılacak bir iş aldım” dedim. “Sen bol bol resim çekersin, döndüğünde birlikte bakarız.” “Noel günü tek başına olmayacaksın herhalde?” “Henry, benim için kaygılanmayı bırak artık. Benim pek çok arkadaşım var.

” Günü herhalde tek başıma geçirecektim ama onun üzülmesini istemiyordum. Henry parmağını kaldırdı. “Dur. Az daha unutuyordum. Sana küçük bir armağanım daha var.” Mutfak tezgâhı üzerinde bir saksı yeşillik vardı. Onu alıp önüme bıraktı, yüzümdeki ifadeyi görünce de güldü. Bir tür ota benziyordu ve ayak kokuyordu. “Hava otu” dedi. “Havayla yaşar. Su bile istemez.” Neredeyse parıltılı bir yeşil olan otun kıvrımlarına baktım. Uzaydan gelmiş bir hali vardı. “Güneş ışığı falan da istemez mi?” Aslında benim bitkilerle aram hiç iyi değildir ve yıllardır evime bir saksı almamışımdır. “Hiçbir şey istemez.

Sana arkadaşlık etmesi için. Masanın üstüne koy. Ortalığa biraz renk katar.” Küçük saksıyı kaldırıp bitkiyi her yanından incelerken insanın içine huzursuzluk veren o sahiplik kıvılcımını hissettim. Sandığımdan da kötü durumda olmalıyım, diye düşündüm. Henry cebinden anahtarlarını çıkartıp bana uzattı. “Benim evime girmek gerekirse.” . “Çok iyi. Postayı ve gazeteleri içeri alırım. Sen yokken yapılmasını istediğin bir şey var mı? Çimleri biçebilirim.” “Buna hiç gerek yok. Eğer “Büyük Şey” olduğu takdirde beni bulabileceğin numarayı yazdım. Aklıma başka bir şey gelmiyor.” Büyük Şey dediği, hepimizin 1925’teki sonuncusundan bu yana beklediğimiz büyük depremdi.

Henry saatine baktı. “Artık gitsek iyi olur. Bu günlerde havaalanı çok kalabalıktır.” Uçağı yedide kalkacaktı ki, bu da yirmi dakikalık yolu yapmamız için bir buçuk saatimiz olması demekti. Ama tartışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bekleyecekse bunu orada da, diğer yolcularla konuşarak mutluluk içinde yapabilirdi. Ben ceketimi giyerken Henry evi dolaştı, pencereleri ve kapıları denetledi. Paltosunu ve valizini aldı, yola çıktık Saat altıyı çeyrek geçe eve dönmüştüm ve boğazımdaki yumru hâlâ aşağı inmemişti. Đnsanlara veda etmekten de, geride bırakılmaktan da nefret ederim. O sırada hava kararıyordu ve ortalık epey serinlemişti. Evim Henry’nin tek otomobillik eski garajıydı. Bir yanı beş metredir ve sağ tarafta mutfak olarak kullandığım küçük bir çıkıntı vardır. Küçük bir de banyom var. Mekân çok ustaca düzenlenmiş ve oturma odası, yemek odası ve kanape yatağımı açtığımda da yatak.odası izlenimini verir.

Sahip olduğum üç beş parça eşya için bol bol yerim vardır. Küçük krallığımı seyretmek bana genelde bir tatmin duygusu verirse de, içimde hâlâ bir Noel sıkıntısı vardı ve ev iç kapayıcı ve sıkışık görünüyordu. Işıkları yaktım. Saksıyı masamın üstüne yerleştirdim. Her zamanki umutluluğumla telesekreterimi açtım, ama mesaj falan bulamadım. Sessizlik huzursuzluğumu artırıyordu. Radyoyu açtım. Bing Crosby gençliğindeki beyaz Noel’lerden söz ediyordu. Ben hiç beyaz Noel görmemiştim ama ne demek istediğini anladım. Radyoyu kapadım. Mutfak taburesine oturup yaşam belirtilerimi kontrol ettim. Açtım. Yalnız yaşamanın iyi bir yanı da istediğiniz zaman yemek yiyebilmenizdir. O akşam yemek olarak beyaz ekmekle zeytinli pimento peynirinden bir sandviç yaptım. Aldığım zeytinli peynir çeşidinin üç buçuk yaşımdan beri aynı tatta olması beni rahatlatan bir şeydi.

Ama o konu ben beş yaşındayken ölen ana-babamla ilgili olduğu için hemen orada bırakıverdim”. Sandviçi dörde kestim, bir bardak şarap doldurdum ve yemeğimi koltuğuma taşıyıp Henry’nin Noel armağanı olarak verdiği kitabı açtım. Saate baktım sonra. Yediydi. Çok uzun iki hafta geçirecektim. 2 Ertesi gün 24 Aralık’tı. Üç mil koştum, duş yaptım, kahvaltı yaptım ve saat 8:45’te on mil ötedeki Colgate’e doğru yola çıktım. Kahvaltımı ederken dosyayı gözden geçirmiştim ve neden bu kadar acele edildiğini anlamış değildim. Gazete haberinde deponun yangında tümüyle yandığı belirtiliyordu ama devam eden araştırma bir yana kundaklama ya da yangının kasıtlı çıkarıldığını gösteren herhangi bir şey yoktu. Đtfaiye müdürlüğünün raporunu da iki kere okumuştum. Her şey sıradan bir yangını gösteriyordu. Yangın nedeninin elektrik kontağı olduğu anlaşılıyordu. Kontak aynı zamanda yangın söndürme sisteminde de kısa devre yapmıştı. Đki katlı binada depolanan malzeme çoğunlukla kâğıt olduğundan sabahın ikisinde başlayan yangın çok çabuk yayılmıştı. Olay yerine gelen itfaiye müfettişine göre ortada benzin ya da başka tutuşucu madde olduğunu gösteren bir şey ya da itfaiyenin çalışmasını güçleştirecek engeller de yoktu.

Yangını kolaylaştırmak için kapıların ya da pencerelerin açık bırakıldığını gösteren herhangi bir ize de rastlanılmamıştı. Peki, ne vardı o halde? Belki de ben önemli bir bilgi parçasını atlıyordum ama görebildiğim kadarıyla bu haklı bir talepti. Wood/Warren’de biri California Fidelity’ye hızlı bir anlaşma yapması için baskı yapıyor olabilirdi ki, bu da Andy’nin paniğini açıklardı. Andy doğası gereği tırnak kemiren, kaygılı, hep onay bekleyen, azarlanmaktan korkan, evlilik sorunları olan bir insandı duyduğum kadarıyla. Vakaya sızmış olan o telaşın kaynağı da o olmalıydı. Belki Mac de ona baskı yapıyordu. Colgate, Santa Teresa’ya çok yakındır ve orta sınıf için uygun fiyatlı konutlara sahiptir. Santa Teresa’da yeni inşaatlar Mimarlık Dairesi’nin denetimi altındayken Colgate’te inşaatlar herhangi bir plana tabi olmadan sürüp gitmektedir. Yiyecekçi dükkânlarının, hırdavatçıların, güzellik salonlarının ve mobilyacıların sıralandığı bir ana caddesi vardır. Bu ana caddeden ayrılan yollarda da bir ağaç gövdesindeki tek merkezli daireler gibi evler giderek artarak yer alır. Kasabanın eteklerinde bir zamanlar her yanı kaplayan narenciye bahçelerinden kalan bir iki tanesi bulunur. Wood/Warren sonunda eski bir açık hava sinemasının bulunduğu bir yan sokaktaydı. Komşu fabrikaların bahçelerinin çimleri titizlikle biçilmiş, taflanlar kusursuz dört köşeler halinde kesilmişlerdi. Önde bir park yeri bulup park ettim. Yarı yarıya kagir ve taştan yapılma bina bir buçuk katlıydı.

Deponun adresi iki blok ötedeydi. Lance Wood ile konuştuktan sonra yangın yerini inceleyecektim. Resepsiyon bölmesi küçük ve sadeydi, bir masa, bir kitap dolabı ve FIFA 5000 Hidrojen Vakum Fırını’nın büyük boy bir fotoğrafı dekoru tamamlıyordu. Fırın paslanmaz çelikten tezgâhı ve gömme mikrodalgasıyla iri bir mutfak parçasına benzemekteydi. Bir kenarda çerçeveli bilgiye göre FIFA 5000 seramiği metal kaplama ya da seramik-metal kalıplar üretmek için beş bin kübik inçlik sabit ısı sağlamaktaydı. Arkamda sekreter elinde taze bir fincan kahve ve yumurtalı sosis kokan köpükten bir kap olduğu halde masasına dönmekteydi. Masanın üstündeki plastik levhada adının Heather olduğu yazılıydı. Kız yirmi-yirmi beş yaşlarındaydı ve henüz kolesterol ve yağın tehlikelerini duymamış gibi görünüyordu. “Size yardımcı olabilir miyim?” Gülümseyince dişlerindeki teller ortaya çıkmıştı. Yüzü bir gece önceki başarısız sivilce tedavisinden sonra hâlâ kırmızıydı. “Saat dokuzda Lance Wood ile randevum var. California Fidelity Sigorta şirketinden geliyorum.” Kızın yüzü solar gibi oldu. “Kundaklama araştırmacısı mısınız?” “Eh, yangın tazminatı talebi için geldim.” Kız “yangın” ve “kundaklama” terimlerinin birbirinin yerine geçeceklerini sanmış olmalıydı.

“Bay Wood henüz gelmedi ama her an gelebilir. Bir kahve alır mıydınız?” Başımı salladım. Odadaki tek iskemleye oturup 1450 derecede metalizasyon için özel tasarlanmış bir çan biçimli hidrojen fırını broşürü alıp bakmaya başladım. Solumdaki bir kapıdan büro personelinin asık yüzlerle çalıştıklarını görüyordum. Aralarında o iş arkadaşlığını göremedim, ama belki de hidrojen fırını üretimi California Fidelity’de alıştığım o şakalaşmayı yaratamıyordu. Masaların ikisinde oturan yoktu, üstleri bomboştu. Noel için bir süsleme girişimi yapılmıştı. Tam karşımda üzerinden renkli süsler sarkan iskelet gibi bir yapay ağaç vardı. Ağaca herhangi bir ışık aşılmadığından cansız bir hali vardı ve alüminyum gövdeye açılan deliklere sokulmuş portatif dalların tekdüzeliğini vurguluyordu. Genel havası insanın keyfini kaçırıyordu. Bana verilen bilgiye göre Wood/Warren yılda on beş milyon dolar kâr ediyordu. Doğrusu canlı bir çam ağacına neden para vermediklerini merak ettim. Heather bana çekingen bir tavırla bakıp gülümseyerek yemeğe başladı. Arkasında yaldızlı süslerle çevrelenmiş bir ilan tahtası üzerine aile ve personelin fotoğrafları iğnelenmişti. Kırtasiyeciden alınmış gümüş renkli harflerle M-U-T-L-U N-O-E-L-L-E-R yazılmıştı.

Đlan tahtasını göstererek, “Şuna bakmamda bir sakınca var mı?” diye sordum. Kızın ağzı o sırada kahvaltı çöreğiyle doluydu, ama elini ağzına götürerek onayını belirtebildi. Fotoğraflardan çoğu şirket çalışanlarıydı ki, bazılarını az önce görmüştüm. Birinde sarı saçları daha kısa, yüzü henüz çocuksu Heather vardı. Wood/Warren onu liseden mezun olur olmaz işe almış olmalıydı. Bir başka fotoğrafta şirket tulumları içinde dört kişi kapı önünde duruyorlardı. Resimlerden bazılarında katı pozlar verilmişse de, genelde halen göremediğim bir iyiniyet havası vardı. Şirketin kurucusu Linden “Woody” Wood iki yıl önce öldüğünde şirketin neşesinin bir kısmının onunla beraber gidip gitmediğini merak ettim. Woodlar, evlerinde çekilmişe benzeyen bir fotoğrafta yer almışlardı. Bayan Wood Fransız Provence stili bir koltukta oturuyordu. Linden ayaktaydı, elini karısının omzuna dayamıştı. Beş yetişkin çocuk anababalarının çevresine sıralanmışlardı. Lance’i hiç görmüş değildim ama Ash’la ortaokulda birlikte okumuştuk. Bir yaş büyük olan Olive kısa bir süre Santa Teresa lisesine gitmiş ama son yılında yatılı bir okula gönderilmişti. O konuda küçük bir skandal vardı ama doğrusu fazla bir şey hatırlamıyordum.

Beş çocuğun en büyüğü şimdi kırkına yaklaşmış olması gereken Ebony’ydi. Onun da zengin, bir adamla evlenip Fransa’da yaşamakta olduğunu duymuştum. En küçükleri olan Bass henüz otuzuna gelmemişti, sorumsuz bir insan, başarısız bir aktör ve yeteneksiz bir müzisyen olup son duyduğumda New York’ta yaşıyordu. Caz piyanisti olan eski kocam Daniel’in aracılığıyla sekiz yıl önce tanışmıştım onunla. Bass ailenin kara koyunuydu. Lance hakkında ise hiçbir şey bilmiyordum. Altmış altı dakika sonra karşısında otururken bir iki şey öğrenmeye başlamıştım. Lance saat 9:30’da gelmişti. Sekreter benim kim olduğumu söylemişti. Lance kendini tanıştırmış, el sıkışmıştık. Bir telefon konuşması yapacağını ve hemen beni alacağını söylemişti. Ben de, “Peki” dedim ve kendisini saat 10:06’ya kadar bir daha görmedim. O arada paltosunu, ceketini çıkartmış, gömleğinin üst düğmesini açıp kravatını gevşetmişti. Ayakları masanın üstündeydi ve flüoresan ışıklar altında yüzünün yağlı bir görünüşü vardı. Kırkına yaklaşıyor olmalıydı ama hiç de iyi yaşlanıyor denemezdi.

Öfke ve tatminsizlik ağzının kenarında çizgiler oluşturmuş, kahverengi gözlerinin parıltısını alıp götürmüştü. Geriye Kader’in ağırlığını taşıdığı izlenimini veren bir adam kalmıştı. Açık kumral saçları tepede seyrelmiş ve geriye taranmıştı. Telefon konuşması işinin palavra olduğunu tahmin ettim. Bana insanları bekleterek kendi önemliliğini şişirmeye çalışan bir insan gibi gelmişti. Gülümsemesinde kendi kendinden tatmin vardı ve yaydığı enerji gerilimle yüklüydü. “Beklettiğim için özür dilerim” dedi. “Size nasıl yardımcı olabilirim?” Döner koltuğunda arkaya yaslanmıştı, baldırları ortaya çıkmıştı. “Kısa bir süre önce geçirdiğiniz bir yangın olayı için başvurmuşsunuz.” “Evet, umarım o konuda bir güçlük çıkarmazsınız. Đnanın bana, hakkım olmayan bir şeyi istiyor değilim.” “Sahtekârlık alarmı”na geçtiğim gerçeğini saklamayı umarak bir ses çıkardım. Karşılaştığım her sigorta dolandırıcısı söze böyle başlardı. Ses kayıt cihazımı çıkartıp masanın üstüne koydum, düğmesine bastım. “Şirket politikası bu konuşmanın kaydedilmesini gerektiriyor” dedim.

“Peki.” Bundan sonra kaydedilmesi için adımı, California Fidelity’de çalıştığımı, Lance Wood’la Wood/Warren’nin yönetici müdürü kimliği ile konuştuğumu ve konuyu anlattım. “Bay Wood bu konuşmanın banda alındığını biliyor musunuz?” dedim yine kayda geçmesi için. “Evet.” “Konuşacağımız konunun banda alınmasına izin veriyor musunuz?” “Evet, evet” diyerek ‘haydi bu işi bitirelim artık’ dercesine elini salladı. Dosyaya baktım. “Bu yılın on dokuz aralığında Fairweather caddesi 606 numaradaki Wood/Warren deposundaki yangının çıkışını anlatabilir misiniz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir