Cinayetin resmi tanımı “bir insanın başka bir insan tarafından meşru olmayan yollarla öldürülmesi”dir. Kimi zaman “kasten” sözcüğü eklenir ve bunun amacı da cinayeti insanın insanın canını aldığı diğer olaylardan – ki, akla en başta savaş ve idamlar gelmektedir- ayırmaktır. Yasadaki “kasten” sözcüğü ağır yaralama ya da öldürme için bilinçli isteği belirtir. Esas itibariyle cinayet, pek çok kurbanın yakın akrabaları, dostları ya da tanıdıkları tarafından öldürülmesine bakılırsa gayet mahrem ve kişisel bir olaydır. Bana sorarsanız bu da böyle insanlardan uzak durmak için gayet geçerli bir nedendir. Santa Teresa’da cinayetlerin yüzde seksen beşi çözülür ki bu da katilin teşhis edilmesi, tutuklanması, suçlu ya da masum olduğuna mahkemelerin karar vermiş olması demektir. Çözümlenmemiş cinayetlerin kurbanlarını yaşamla ölüm arasında bir yerde, huzursuz, tatmin olmamış, oradan kurtarılmayı bekleyen kişiler olarak düşünürüm. Hayalgücü pek kuvvetli olmayan biri için ilginç bir düşünce ama her nedense ben bu insanların ruhlarını kendilerini öldürmüş olanlarla sıkıntılı bir ilişki içindeymiş gibi düşünmekten kendimi alamam. Buna benzer hayaller kurmuş olan detektiflerle konuştuğum olmuştur. Onlar da sanki aramızda yaşamayı sürdüren kurbanların intikamlarının alınması için ısrarlı olduklarını hissetmişler. Uyanıklığın uykuya karıştığı o belirsiz bölgede, bilincin bilinçaltına gömüldüğü o kurşun gibi ağır anda kimi zaman onların mırıltılarını duyarım. Kendileri için yas tutarlar. Öldürülmüşlerin ninnisini söylerler. Kendilerini öldürenlerin, kimlikleri meçhul olarak, suçlanmadan, cezalandırılmadan, pişmanlık duymadan hâlâ yeryüzünde dolaşan o erkek ve kadınların adlarını söylerler. Böyle gecelerde pek iyi uyuyamam. Bir hece, bir sözcük duymak umuduyla uyanık yatar, o hainler yoklaması içinde bir tek katilin adını yakalamaya çalışırım. Lorna Kepler’in cinayeti de, ölümünün ayrıntılarını ancak aylar sonra duymuş olmama rağmen beni işte böyle etkilemişti. Şubat ortalarında bir Pazar günüydü, geç saatlere kadar çalışıyordum. Vergi iadesi için masraflarını ve faturalarını tek tek yazan Bayan Erdem’dim sanki. Her şeyi bir ayakkabı kutusuna rastgele doldurup da son dakikada muhasebecime verecek yerde bir yetişkin gibi davranmanın zamanının geldiğine karar vermiştim. Herif her yıl bağırır durur, ben de düzeleceğime yemin eder ve yeminimi bir sonraki vergi zamanına kadar tutar, sonra da hesaplarımın yine altüst olduğunu görürdüm. Bir avukatlık şirketinin büro olarak kiraladığım odasındaki masamın basındaydım. Dışarıda gece California’ya göre serindi, yani on beş derece falandı. Büroda bir tek ben vardım, diğer odalar karanlık ve sessizken ben insanın uykusunu getiren sıcacık bir ışık huzmesinin altında çalışıyordum. Para konularına yaklaştıkça üzerime musallat olan uyuşukluktan kurtulmak için elektrik ocağına bir güğüm kahve sürmüştüm. Başımı masama dayayıp kahve makinesinden suyun kaynarken çıkardığı o sakinleştirici sesi dinlemeye koyuldum. Kahvenin kokusu bile uyuşmuş duyularımı harekete geçiremiyordu. Beş dakika daha öyle durursam sızıp kalacaktım. Yan kapıda bir tıkırtı duyunca başımı kaldırdım, irkilmiş bir köpek gibi kulağımı o yana çevirdim. Saat ona geliyordu ve herhangi bir ziyaretçi bekliyor değildim. Uyandım, masanın başından kalkıp koridora çıktım. Başımı dış koridora açılan yan kapıya dayadım. Kapı bir kere daha vuruldu. “Evet?” dedim. Boğuk bir kadın sesi duyuldu. “Burası Millhone Detektiflik Bürosu mu?” “Kapalıyız.” “Ne?” “Bir dakika.” Kapının zincirini takıp iki parmak araladım. Kırkını aşmış kadın şehir kovboyu gibi giyinmişti: Ayağında çizmeler, rengi atmış bir blucin, deri gömlek. Üzerinde, her adım attığında şangır şangır ötecekmiş hissi verecek kadar çok gümüşlü turkuazlı takı vardı. Kızıl ayakkabılarının rengine boyanmış saçları neredeyse beline kadar iniyordu. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim ama aşağıda, bu dairede bir özel detektif olduğu yazılıydı. Detektif bey içeride mi acaba?” “Eh, aşağı yukarı” dedim. “Ama çalışma saatleri içinde değiliz. Acaba yarın gelebilir miydiniz? Randevu defterime bakıp size bir saat verebilirim.” “Siz onun sekreteri misiniz?” Kadının güneş yanığı yüzü ovaldi, burnunun iki yanından aşağı iki çizgi iniyordu, yolunmuş ve sonra siyah kalemle tekrar çizilmiş kaşları arasında da dört çizgi vardı. Görebildiğim kadarıyla başka bir makyaj yapmamış olmasına rağmen aynı ucu sivriltilmiş kalemi gözkapaklarında da kullanmıştı. Bu yanlışlığa pek sık düşüldüğü için sinirlenmemeye çalışarak, “O bey benim” dedim. “Millhone Detektiflik. Adım Kinsey. Siz bana adınızı söylemiş miydiniz?” “Hayır söylememiştim. Özür dilerim. Janice Kepler. Beni tam bir sersem sanıyor olmalısınız.” Eh, tam değil diye düşündüm. Kadın tokalaşmak için elini uzattı, sonra kapı aralığının temasa izin yerecek kadar geniş olmadığını farkedince elini geri çekti. “Sizin kadın olacağınız aklıma gelmemişti. Merdiven başında Millhone Detektiflik Bürosu’nun tabelasını görürdüm. Ben bir kat aşağıdaki destek grubuna gelirim haftada bir kere. Telefon etmeyi düşünüyordum ama bir türlü cesaret edemedim. Bu akşam çıkarken park yerinden ışığınızı gördüm. Umarım bir sakıncası yoktur. Aslında işe gittiğim için fazla zamanım da yok. “Ne işi bu?” diye sordum. “State Caddesi’nde Frankie Kafeteryası’nda gece yöneticiliği. Gece on birden sabah yediye kadar çalıştığım için gündüz randevu yapmak güç oluyor. Genelde sabah saat sekizde yatarım ve öğleden sonra geç saatte kalkarım. Size sorunumu anlatmam bile beni rahatlatacak aslında. Sizin ilgilenmediğiniz türden bir işse belki başka birini tavsiye edersiniz. Gerçekten yardıma ihtiyacım var ama kime başvuracağımı bilemiyorum. Sizin kadın olmanız işimi kolaylaştırabilir.” Kalemle çekilmiş kaşlar yalvaran bir kavisle kalktı. Duraksadım. Destek grubu, içki mi? Uyuşturucu mu? Aile sorunları mı? Kadın kaçıksa bilmek isterdim. Arkasında koridor boştu, tavandaki düşük voltajlı ampulle sarımtırak bir renk almıştı. Lonnie Kingman’ın avukatlık bürosu üçüncü katın tümünü kaplar, yalnızca biri Bayan, diğeri Bay yazılı iki tuvalet vardır. Kadının tuvalette gizlenmiş iki Bay’ı olması ve heriflerin üzerime çullanmak için kapıyı açmamı beklemesi olmayacak bir şey değildi. Bunun amacının ne olabileceğini her ne kadar kestiremiyorsam da. Elimdeki parayı zaten federal vergi memurlarına verip duruyordum. “Bir dakika” dedim. Kapıyı kapadım, zinciri yuvasından çıkardım, kadını içeri alabilmek için kapıyı yine açtım. Kollarının arasında kahverengi bir kesekâğıdı olan kadın duraksayarak geçti yanımdan. Parfümü insanın aklına talaş ve eyer sabunu getiriyordu. Huzursuzdu. Kesekâğıdında kâğıtlar vardı. “Bu otomobildeydi” dedi. “Genelde yanımda taşıdığımı sanmanızı istemem.” “Benim yerim burası” diyerek kadının önünden odama girdim. Oturması için bir sandalye işaret ettim. Kadın kesekâğıdını yere bırakıp oturdu. Ben de bir iskemle çektim. Eğer masama oturursam kadının oturduğu yerden benim vergiden indireceğim masraflarımı okuyabileceğini düşünmüştüm ki, bu da onu hiç ilgilendirmezdi. Ben tersten okuma ustasıyım ve beni ilgilendirmeyen şeylere burnumu sokmaktan hiç çekinmem. “Hangi destek grubu?”diye sordum. “Öldürülmüş çocukların anababaları için. Kızım geçen Nisan’da burada öldürüldü. Lorna Kepler. Misyonerliğin yakınındaki kır evinde bulunmuştu.” “Hatırladım” dedim. “Sanırım ölüm nedeni konusunda bazı spekülasyonlar yapılmıştı.” “Benim için herhangi bir spekülasyon yoktu” dedi. “Nasıl öldüğünü bilmiyorum ama şu anda burada olduğumdan emin olduğum kadar eminim öldürüldüğünden.” Eliyle dağılmış saçlarından bir tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. “Polis bir zanlı bulamadı ve bunca zaman sonra da bulacaklarını sanmam,. Biri bana geçen her gün bulunma şansının azaldığını söylemişti ama yüzdesini unuttum şimdi.” “Ne yazık ki, doğru” dedim. Kadın uzanıp kesekâğıdından bir fotoğraf çıkardı. “Lorna bu işte. Bu resmi herhalde o zaman gazetelerde görmüşsünüzdür.” Uzattığı resmi alıp kıza baktım. Unutacağım bir yüz değildi. Yirmi yaşlarında, kara saçları arkaya taranıp atkuyruğu gibi sarkıtılmış, hafif çekik kahverengi gözler, kara kaşlar, geniş bir ağız, düz bir burun. Üzerinde beyaz bir bluz, boynuna birkaç kere sarılmış uzun karbeyazı bir atkı, lacivert bir ceket ve soluk bir blucin vardı. Đnce yapılıydı. Doğrudan doğruya fotoğraf makinesine bakıyor, hafifçe gülümsüyordu, elleri ceketinin ceplerine sokulmuştu. Çiçek desenli bir kâğıtla kaplı bir duvara yaslanıyordu. Beyaz zemin üzerine pembe sarmaşık gülleri. Resmi geri verirken böyle bir durumda ne söylenebileceğini düşündüm. “Çok güzel bir kız” diye mırıldandım. “Bu ne zaman çekilmişti?” “Bir yıl önce. Bunu çektirmesi için başının etini yemiştim. En küçük çocuğumdu. Yirmi beş yaşındaydı. Manken olmak istiyordu ama olmadı.” “Onu doğurduğunuzda epey gençtiniz herhalde.” “Yirmi bir yaşındaydım. Berlyn’i on yedimde doğurdum. Zaten onun yüzünden evlendim. Beş aylık hamileydim ve karnım kocamandı. Hâlâ babasıylayım ki, buna herkes kadar ben de şaşıyorum doğrusu. Ortanca kızım doğduğunda on dokuz yaşındaydım. Adı Trinny. Doğumdan önce bir sabah kanamayla kalktım. Ne olduğunu anlamamıştım. Her taraf kana batmıştı. Bacaklarımın arasından bir nehir boşanıyordu sanki. Öyle bir şey görmedim. Doktor ikimizi de kurtaracağını sanmıyordu ama kurtulduk işte. Sizin çocuğunuz var mı, Bayan Millhone?” “Kinsey deyin lütfen. Evli değilim.” Kadın hafifçe gülümsedi. “Aramızda kalsın ama içlerinde en çok Lorna’yı severdim. Belki de yaşamı boyunca sorunlu olduğundan. Ama öteki ablalarına da hayır dediğim olmamıştır.” Resmi kaldırdı. “Her neyse, kalbin paramparça edilmiş olmasının ne demek olduğunu iyi biliyorum. Normal bir kadın gibi görünüyorsam da, aslında yürüyen bir ölüyüm ben. Hatta belki biraz da kaçığımdır. Bu destek grubuna devam ediyorum, biri işe yarar demişti. Ben de bir yardım ummuştum doğrusu. Mace -kocam yani- bir iki kere gitti sonra peşini bıraktı. Bir tek oda içine sıkıştırılmış o kadar acıya dayanamadı. O bu işi kapatmak, ondan sıyrılmak istiyor. Ben bunun mümkün olduğuna inanmıyorsam da bunu aramızda tartışmamız imkânsız.” “Neler çektiğinizi tahmin bile edemem” dedim. “Ben de anlatamam zaten. Cehennem azabı da bu zaten. Artık normal insanlar değiliz. Çocuğunuz öldürüldü mü, o andan başlayarak başka bir gezegenden gelmiş gibisiniz. Bu destek grubunda bile farklı lehçelerde konuşuyor gibiyiz. Herkes kendi acısına sanki ıstırap çekmek için özel bir izni varmış gibi yapışıp kalıyor. Başka türlüsü elinizde değil. Hepimiz kendi durumumuzun en kötüsü olduğuna inanıyoruz. Lorna’nın cinayeti çözümlenmedi, bu nedenle biz acımızın daha da yoğun olduğunu sanıyoruz. Başka bir ailenin çocuğunun katili belki yakalanıp birkaç yıl yatmıştır. Adam şimdi sokaklarda elini kolunu sallayarak dolaşıyordur ve onlar da bunu bilerek, kendi çocukları ölmüşken katilinin sigara içerek, bira içerek, her Cumartesi gecesi eğlenerek keyfine baktığını bilerek yaşamak zorundadırlar. Ya da katil cezaevindedir ve ömrünün sonuna kadar orada kalacaktır ama soğuk günlerde sıcacıktır ve güvence içindedir. Günde üç öğün yemek yer, üstünde sıcak tutacak giysileri vardır. Ya da ölüm cezası almıştır ama aslında ölmeyecektir. Artık kimseyi idam etmiyorlar gibi bir şey. Neden etsinler ki? Bütün o yufka yürekli avukatlar hemen onların yardımına koşarlar. Sistem, bizim çocuklar sonsuza kadar ölü kalacakken onları yaşatmak üzerine kurulmuştur.” “Istırap verici” dedim. “Evet, gerçekten öyledir. Bunun nasıl bir acı verdiğini anlatamam. Aşağıda o odada otururum ve onca hikâyeyi dinlerken ne yapacağımı bilemem. Acımı azaltmaz ama en azından sanki bir şeyin parçasıymış gibi bir duyguya kapılırım. Destek grubu olmadan Lorna’nın ölümü uçar gider. Sanki kimsenin umurunda değilmiş gibi. Bu, insanların artık söz etmedikleri bir şeydir. Hepimiz yaralı olduğumuz için kendimi tecrit edilmiş hissetmem. Onlardan ayrı değilimdir. Ruhsal yaralarımızın yalnızca biçimleri farklıdır. Size bütün bunları beni deli sanmamanız için anlatıyorum… en azından olduğumdan fazla deli olmadığımı göstermek için. Çocuğunuz öldürüldü mü, aklınızı kaçırırsınız. Kimi zaman bunu atlatırsınız kimi zaman da atlatamazsınız. Demek istediğim şu, bu bende bir saplantıya dönüştü. Lorna’nın katilini düşünmem gerekenden çok fazla düşünüyorum. Bunu yapanın cezalandırılmasını istiyorum. Bu işin artık kapanmasını istiyorum. Bunu neden yaptığını bilmek istiyorum. Kızımın canını aldığı gün bana neler yapmış olduğunu yüzüne söylemek istiyorum. Grubun başındaki psikolog benim gücümü geri almanın bir yolunu bulmama ihtiyacım olduğunu söylüyor. Kendini savunmasız hissetmektense çıldırmanın daha iyi olduğunu söylüyor. Bu kadar işte. Bu yüzden buradayım.” “Eyleme geçiyorsunuz” dedim. “Hem de nasıl. Artık konuşmaktan bıktım. Konuşmak insanı bir yere götürmüyor.” “Yardımımı istiyorsanız biraz daha konuşmanız gerekecek. Kahve ister misiniz?” “Biliyorum. Đsterim. Şekersiz olsun.” Đki kupa doldurdum, benimkine süt ekleyip sorularımı yeniden yerime oturana kadar içimde tuttum. Sonra kâğıdımı kalemimi önüme çektim. “Size her şeyi baştan anlattırmak istemezdim ama ayrıntıları en azından sizin kadar bilmek zorundayım.” “Anlıyorum. Belki de buraya gelmemin bu kadar uzun sürmesinin nedeni de bu. Hikâyeyi en az altı yüz kere anlattım ama anlatmak asla kolaylaştırmıyor.” Kahvesini üfleyip bir yudum aldı. “Güzel kahve. Sert. Öyle fazla sulusunu içmeyi sevmem. Tadı yoktur. Her neyse, durun da biraz düşüneyim. Lorna hakkında bilmeniz gereken ilk şey çok bağımsız olduğudur. Her şeyi kendi bildiğince yapardı. Başka insanların ne düşündükleri umurunda bile değildi ve kendi yaptıklarının kimseyi ilgilendirmediğini düşünürdü. Çocukluğunda astımı vardı, okuldan sık sık uzak kaldığı için derslerinde fazla başarılı olamamıştı. Çok akıllıydı oysa. Ama her şeye karşı alerjisi vardı zavallının. Fazla arkadaşı yoktu. Diğer kızların evlerinde hayvanlar ya da toz falan olduğu için geceyi arkadaşlarının evinde geçiremezdi. Büyüdükçe bunların çoğunu atlattıysa da, çoğunlukla şu ya da bu derdi yüzünden çeşit çeşit ilaç içerdi. Bunu özellikle söylüyorum çünkü yetişmesinde çok önemli olduğuna eminim. Antisosyaldi, inatçıydı. Hep kendi başına yaşadığından, kendi istediğini yaptığından inatçı bir damarı vardı sanırım. Ben de onu şımartmış olabilirim. Çocuklar sizi üzecek güçleri olduğunu anlarlar. Lorna başka insanları memnun etmek nedir bilmezdi, normal bir alıcı-verici insan değildi, iyiydi, isterse çok iyi yürekli olabilirdi ama öyle sevecen diyeceğiniz bir tip değildi.” Kadın durakladı. “Buraya nasıl girdiğimi anlayamadım. Ben size başka bir şeyden söz edecektim, hatırlarsam tabii.” Gözlerini kırpıştırdı, kaşlarını çattı. Kafasının içindeki bir ajandayı karıştırdığını görebiliyordum. Kahvelerimizi yudumlarken bir iki dakikalık bir sessizlik oldu. Sonunda aradığını buldu. “Tamam” dedi. “Özür dilerim.” Sandalyesinde kıpırdanıp hikâyesine devam etti. “Astım ilaçları onda uykusuzluk yapıyordu. Herkes antihistaminiklerin insanı uyuşturduğunu sanır. Aslında uyuşturur ama bu normal bir dinlenme için gerekli derin uykuyu vermez. Lorna uyumayı sevmezdi. Büyüdüğü zaman bile üç saatlik bir uyku ona yeterdi. Onun yatmaktan korktuğunu sanıyorum. Yatar duruma geçtiğinde nefesi daralırdı. O yüzden gece herkes uyurken dolaşmaya başlamıştı.” “Kimlerle gezerdi? Arkadaşları var mıydı, yoksa kendi başına mı gezerdi?” “Başka gece kuşlarıyla sanırım. Bir FM istasyonu disk jokeyi, bütün gece caz çalan o radyodaki adam. Adını hatırlamıyorum ama siz söylerseniz tanırım. Sonra St. Terry Hastanesi’nde bir gece hemşiresi vardı: Serena Bonney. Lorna, Sular Đdaresi’nde Serena’nın kocasının yanında çalışırdı.” Bir not aldım. Kadına yardıma karar verdiğim takdirde ikisiyle de konuşacaktım. “Nasıl bir işti bu?” “Yarım günlük, saat birden beşe kadar, sekreterlik. Daktilo, dosyalama, telefona yanıt verme. Böylece gecenin yarısı ayakta kalır, sonra da keyfine göre geç saate kadar uyuyabilirdi.” “Haftada yirmi saat pek fazla bir çalışma değil” dedim. “Bununla nasıl geçiniyordu?” “Evi vardı. Birinin arsasının arka tarafında küçük bir kır evi. Pek öyle ahım şahım bir şey değildi, kirası da ucuzdu. Đki oda bir banyo. Belki zamanında bahçıvan evi falandı. Kaloriferi yoktu, mutfak da bir elektrik ocağı ile bir mikrodalga fırın, bir de küçük bir karton kutu boyunda bir buzdolabı. Öyle yerleri bilirsiniz. Elektriği, suyu ve telefonu vardı ve bu da ona yetiyordu. Đsteseydi evi güzel döşeyip süslerdi ama zahmete girmek istemiyordu. Basit olmasından hoşlandığını söylüyordu ve zaten orada geçici olarak oturuyordu. Kirası çok düşük olduğu için. Yalnızlıktan hoşlanırdı ve insanlar da onu rahatsız etmemeyi öğrenmişlerdi.” “Pek alerjiden korunacak bir yer gibi gelmedi bana” dedim. “Ben de kendi kendime aynı şeyi söylemiştim. Ama o zaman epey iyileşmişti. Alerjileri ve astımı kronik olmaktan çok mevsimlikti. Soğuk almışsa ya da stres içindeyse arada sırada bir kriz gelirdi yine. Başka insanların yanında yaşamaktan hoşlanmazdı. Orada ağaçlar arasında oturmayı çok seviyordu. Aslında arazi de o kadar büyük değildi ya… arka tarafında iki şeritli bir yol olan beş altı dönüm bir yer. Sanırım bu Lorna’ya aradığı sakinliği ve uzaklığı veriyordu. Bir apartmanda çevresi öteki kiracılarla sarılı oturmak istemiyordu. Gürültü patırtı, sonuna kadar açılmış müzik falan. Pek arkadaş canlısı değildi. Hatta sokakta yanından geçen bir tanıdığına bir ‘merhaba’ demekten bile hoşlanmazdı. Böyle biriydi işte. O küçük eve yerleşti ve orada kaldı.” “Orada bulunduğunu söylemiştiniz. Polis orada öldüğü fikrinde miydi?” “Sanırım. Dediğim gibi, epey bir süre bulunmadı. Durumundan öleli iki hafta olduğunu anladıklarını söylediler. Çoktandır ondan haber almamıştım ama bu da beni fazla kaygılandırmamıştı. Onunla bir Perşembe gecesi konuşmuştum, bana gideceğini söylemişti. O gece yola çıkacak sanmıştım ama hatırladığım kadarıyla o öyle dememişti. Hatırlarsanız bahar geç gelmişti, havada polen sayısı çoktu ve bu da alerjilerinin başlaması demekti. Her neyse, telefon edip bir iki haftalığına gideceğini söyledi. Đşinden de izin almıştı, karların henüz erimediği dağlara gidecekti. Alerjileri başladığında rahat ettiği tek yer karlı dağlardı. Döndüğünde telefon edeceğini söyledi. Onunla son konuşmam oldu bu.” Not almaya başlamıştım. “Ne zamandı bu?” “On dokuz Nisan. Cesedi Mayıs’ın beşinde buldular.” “Nereye gidiyordu? Size gideceği yeri söylemiş miydi?” “Dağlar demişti ama gideceği yeri belirtmemişti. Sizce bu önemli mi?” “Yalnızca merak ettim” dedim. “Nisan kar için biraz geç gibi geldi. Belki de gideceği yeri açıklamamak için öyle demiştir. Bir şey sakladığı izlenimine kapılmış mıydınız?” “Lorna öyle çok konuşan, ayrıntılara giren insanlardan değildi. Diğer ikisi bir tatile gidecekleri zaman, hep birlikte broşürlerin başına geçer konuşuruz. Örneğin şu anda Berlyn para biriktirdi ve sabahtan akşama kadar hangi deniz gezisinin daha iyi olacağını konuşup duruyoruz. Bence eğlencenin yarısı hayal kurmaktır. Lorna fazla bir beklentisi olduğunda gerçeğin insanı düşkırıklığına uğrattığını söylerdi. Herhangi bir şeye başka insanlar gibi bakmazdı. Her neyse, ondan haber alamayınca gitmiş olduğunu tahmin ettim. Zaten fazla telefon eden biri değildi, bizlerin de o yokken evine gitmemiz için bir neden yoktu.” Duraksadı. “Size kendimi suçlu hissettiğimi söyleyebilirim. Sanki umursamıyormuşum gibi görünmeyi istemem.” “Bana hiç de öyle gelmedi.” “Đyi, çünkü o çocuğu canımdan çok severdim.” Refleks bir hareket gibi beliren gözyaşlarını gözlerini kırparak uzaklaştırdı. “Sonunda oraya giden yanında iş yaptığı biri oldu.” “Adı neydi?” “Serena Bonney.” Notlarıma baktım. “Hastabakıcı mı?” “Evet.” “Lorna ona ne yapardı?” “Lorna, Bayan Bonney’in babasına bakardı ara sıra. Anladığım kadarıyla yaşlı adam pek iyi değildi ve Bayan Bonney onu evde yalnız bırakmak istemezdi. O sırada da kasabadan uzaklaşacağı için planlarını yapmadan önce Lorna ile konuşmak istemiş- Lorna’nın telesekreteri yoktu. Bayan Bonney birkaç kere telefon etmeye çalışmış, sonunda kapıya bir not bırakmak istemiş. Ama eve yaklaşınca kötü bir şey olduğunu anlamış.” Janice söylediklerinin gözlerinin önüne getirdiği hoş olmayan hayallerle sustu. Đki hafta sonra ceset epey berbat bir durumda olurdu. “Lorna nasıl öldü? Ölüm nedeni olarak ne tespit edildi?” “Bütün sorun da burada zaten. Bunu bulamadılar. Yerde yüzüstü yatıyordu, üzerinde iç çamaşırları vardı, giysileri çevreye saçılmıştı. Sanırım koşmaktan gelmiş, duş yapmak için soyunmuştu. Ama saldırıya uğramış bir hali yoktu. Bir astım krizi gelmiş olabilir.” “Ama siz buna inanmıyorsunuz.” “Hayır. Polis de inanmadı.” “Koşar mıydı? Bana anlattıklarınızdan buna şaştım doğrusu.” “Formunu korumayı isterdi. Koşarken nefesi tıkanınca ilacını ağzına sıkardı ve bu da işe yarardı. Eğer kötü bir dönem geçiriyorsa egzersizi keser, bir süre sonra tekrar başlardı. Doktorlar yatalak bir hasta gibi davranmasını istemezlerdi.” “Ya otopsi?” “Rapor burada” diye kesekâğıdını gösterdi. “Herhangi bir şiddet belirtisi yok muydu?” Janice başını salladı. “Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Çürüme nedeniyle ilk başta onun olduğunu bile anlamadılar. Sonra dişçideki kayıtlarıyla karşılaştırınca teşhis edebildiler.” “Olaya bir cinayet olarak bakıldı herhalde?” “Evet. Ölüm nedeni her ne kadar bilinmiyorsa da, kuşkulu göründü. Ama sonuç çıkmadı. Şimdi de artık peşini bıraktılar sanırım. Bu işler nasıldır bilirsiniz. Yeni bir şey çıkınca bütün dikkatlerini ona verirler.” “Kimi zaman böyle bir durumda yeterli bilgi edinilemez. Bu az çalıştıkları anlamına gelmez.” “Onu anlıyorum ama yine de kabul edemiyorum.” Kadının gözgöze gelmediğini farketmiştim. Sezgilerimin uyandığını hissediyorum. Kadının sıkıntılı haline bir anlam veremeyerek yüzüne baktım. “Janice, bana söylemediğin bir şey var galiba?” Kadının yanakları kızardı. “Şimdi ona geliyordum.”
Sue Grafton – Katil’in ‘k’si
PDF Kitap İndir |