Şule Gürbüz – Coşkuyla Ölmek

Pek eli sıkı biri sayılmam, niye öyle olayım ki? Ama verecek, verilenin kıymetini bilecek, minnet duyacak, aldığını iyi yere sarf edecek, hayırlı yerlere kullanacak, hayırla yad edecek, verenle vermeyeni, nelere rağmen verenle, neleri olup da vermeyeni ayırt edecek insana rastlayamıyorum. Yoksa elbet veririm, vermez miyim? Ama her şeyde olduğu gibi bunda da muhatap bulmak pek zor. Başından atarcasına vermek, ben vereyim de gerisi onun bileceği iş demek, meşhur halik, halik diyerek birden kal ehli olmak bana göre değil. Bilmeyene ne vereceksin? Alabiliyorsan elindekini al ahlaksızın. Rahmetli dedem, uzun yıllar giydiği paltosunu nihayet bir ihtiyaç sahibine vermiş; vermiş de alan o mübarek şahıs dedemi her gördüğü yerde ömrü boyu eteklemiş, duayı, senayı dilinden düşürmemiş. Dedemin vefatında en yüksek sesle “Helal olsun,” diyen bu zat imiş. Tabutu da, o iriyarı dedemin ağır tabutunu da en başta omuzlayan yine bu mübarek olmuş. lşte böylesini bul da, ne vereceksen ver, değil mi? Nerde. Şimdi ben bir gömleğimi, hırkamı birine şöyle hulüsi kalple uzatacak olsam, herif elinde 7 gönülsüzce, hem de yanımda, evirir çevirir, eskiliğini, akarım kokarım inceler, yüzüme bakmadan, yarım ağız, surat bir karış, hayra değil en ağırından şerre uğramış gibi, hatta malımı elimden alıp beni bir dertten kurtarıyormuş gibi, hatta bir nekese hayır müsaadesi vererek asıl hayır sahibi o imiş gibi yapıp dönüp gidiverir. Verdiğimi ne yapacağını da varın siz düşünün. Bunlara bir şey vereceğine şöyle bahçeye çık, üstüne her şeyini kat kat giy. Hafifçe serin bir ağaç altına otur. Bütün bunları aklına getir, gördüğün, duyduğun her hali arka arkaya diz. Sinirden elin ayağın titresin, ağzın köpüklensin, ayakların önce karıncalansın sonra şişsin, sonra o hırsla başla üstündekileri bir bir paralamaya. Paralamaya başladıktan sonra zaten insana bir iştiha ve fazladan bir hiddet de geliyor.


Hele yırtarken kendi bir yerlerini de acıtırsan sonra daha da celalleniliyor. Üstünde bir fanilan kalana kadar elini değdirdiğini lime lime et. Bir iyi tiftikle, toz bezi bile yapılamasın. O kadar ufalt ki eskiden çocukluğumdaki kadınların yaptığı gibi çamaşıra konan mahrem abdest perdelemesi bile yapılamasın. Dünyada daha bir işe yaramasın. Kan ter içinde kal, ellerin kesik kesik, boynunda kurtla boğuşmuşsun gibi halka halka izler, göbeğinde de nasıl olduysa birkaç tırnak izi. lşte adamı böyle yaparlar. Sonra da insan ne yaparsa kendine yapar derler. Öyle cahil insanlar var ki bunlar, başkasına istediğini yapmanın serbest olduğunu zannederler; bir yandan hapistekini küçümserler, bir yandan zavallı, eli anca benim gibi kendine erip de hırsından kendini, üstünü başını paralayanı deli, kendilerini pek sıhhatte ve dahi afiyette zannederler. Sıhhatin bu sanılması tedaviyi geciktirdi, imkansızlar arasına soktu. Gerçekte ve yaradılışın nüfus cüzdanında maraz ve sıhhatsizlik olarak yazılı adını değiştirdi, yerini yurdunu değiştirdi, bakteri gibi tanındıkça kılık kıyafet, şekil şema! değiştirdi; şimdi bul bakalım, bul da aslı yüzüne söy8 le bakalım, söyledin dinlet bakalım, dinlettin inandır bakalım, inandırdın amel ettir bakalım. Bir şey vermeyi önemsediğim için verenlere çok kulak kabartırım, nasıl ve ne için veriyorlar diye. Bazen böyle iyice kuddusi vergiler de duyarım: “Efendim, elli lira için yanıp tutuşuyordum. Pek ihtiyaç sahibi idim. Bilmem ne hanımefendi ya da efendi hazretlerinden aldığım kitabı gece açtığımda ne göreyim; sayfalardan birinin arasında elli lira yok mu? Ya erenler, ya efendiler, ne insanlar, ne kalp ehli, ne doğuş ehli var, vah bize, vah ki vah.

” Böyle besmelesizler de var işte. Diyemezsin ki; adamcağızım elli lirayı kim bulsa sevinir, en azından güncelliğini koruyan tedavüldeki bir para herkesin hoşuna gider, bunda şaşacak ne var? Hele senin gibi kıtipiyozlar için, sizin gibi milyonlarcası için elli lira birini şeyh ilan etmeye, mana ehli ilan etmeye yetecek bir meblağdır. Tavır olarak da kafidir. Fazlasına aklın ermez. Kalp gözün maşallah açık ama o da ileri derece hipermetrop. Allah kalp gözü vermiş, size hep verir, ama sarı noktalı, astigmatlı ve görme bozuklu verir. İsterken dua çabuk bitsin de bir ayak evvel kalkıp gideyim diye, lbn-i Teymiye’nin, Tırmizi’nin duasını ezberden tekrar edeceğine, “Allah’ım kalp gözümü bast halinde aç,” diye yine ezberden büyüklenerek söyleyeceğine, bari “Rabbim aç, aç amma biraz da görür olsun,” de. Nerde efendim, bu memleketin alimi ilme, mütedeyyini Allah’a kafa tutar. Neyse ki ikisinden de çok az da, ha deyince burun burna gelinmiyor. Neyse elli lira buldu ya, elbet buna mesnet arayacak, tevafuku bol bir mana ehli, kendisi de Allah’ın tez elden bir yakını ile yardımına koştuğu olacak. Bunu bilebilecek kadar kalp gözü değil aksine dünya gözü alabildiğine açılmış muhterem de artık o bu demiyor, sıkıştırıveriyor bir elli kağıt rast geldiği yere. Bunlar normalde elli liraya alınabilecek şeyler mi, ama 9 alıyor işte. Pazarı tanıyor, eder biliyor, vakit tayin ediyor, yakalayıp gözünden vuruyor. Sen ne yapıyorsun? İmana geliyorsun diyeceğim ama o da değil, ilana geliyorsun. Başka böyle kabz-ı muannidler azcık usul erkan bilseler yüz verip o işi devralır, elliliği de batınrlar.

Ama o da bir görgü. Elbet senin şeyhin de bu ellilik olacak. Yüz lira çıksa diyecektin ki “Suphanallah, hem sıkınnmı defettim, hem harçlığım oldu, Hızır’ın eli değmiş.” Güzel ve işe yarar bir şeye rast gelip de “Hah, ben de seni bekliyordum,” dememek mümkün mü? Yeter ki elin biraz vergili, gözün geleceklere dikili, semeleri sezmede azcık keskin olsun. Ki bu da çok kolay, herkesi aynı kefeye koy, düşmeyen olursa kırk yılda bir, bir iki tane, onlara da “Ne yapacaksın, herkes kendini belli edecek, biz ortadan davranmaya mecburuz,” gibisinden bir şey söyle. Ama işte, elde edip edeceğin bu olunca, böyle müride, elli lira bile insana fazla görünüyor, altmış vereyim de bana hiç yanaşmayın diyeceği geliyor ama o da durup dururken lüzumsuz bir masraf. Böyle böyle her şey bilmezden mi geliniyor? Vallahi elde edilecek karın perişanlığı bu memlekette insanı tembelliğe alıştırıyor. Elimde kalır diye elimi sürememekten miskin oldum, miskin. Aslında vermeyi çok önemserim, o kadar önemserim ki kadını önemsemekten müzmin bekara, hayrı önemsemekten hayırsızın birine, sanatı önemsemekten tık nefes bir kekemeye dönüveririm. Tabi bunlar pek birilerinin anlayıp, görüp, tartıp ederini önüme koyabileceği şeyler değil. Ama gerçek. Bir ş.2’in _ a _ s_l_�n! .�_r_a!l_!�n_ır.!yii.

:z�e doksanı bulamamaktır: Bulmak da bu yüzde onu kimseye anlatamamaktır. Aramayı önemseyenler de var. Ama onların da derdi nedir, ben anlamıyorum. Hatta anlamaya çalışırken şöyle bir gönlüm kabarıyor da gerisin geri dönüveriyorum. Bir şeye yeltenmek, hatta yapmak benim nazarımda onu önemsememek, bir şeye tutmamaktır. Velev ki tuttun, o da seni yakan10 dan tutuverir ve her türlü de galebe çalar. Yenilmek ve yakalanmak zamaneliğin ilişki biçimi olduysa bu zamandan az öteye kayıp şöyle bir bakmak, devir locasına kurulmak elbet en muvafıktır. Bana derler ki “Veren el, alan elden hayırlıdır.” Ben de derim ki “Elin vergisi canın sevgisi.” Bana derler ki “Verilenler, günahları örter, perdeler.” Ben de derim ki “Örtülüp, perdelenecek şeyleri azaltmak daha iyi değil mi?” Bana derler ki “Verenin malı artar.” Ben de derim ki “Malım artsın diye vermek, vermek midir, almaya hazırlık mı?” Bana derler ki “Öyle bir ver ki, sağ elin verdiğini sol elin görmesin, bilmesin.” Ben de derim ki “Peki bu sağ elleriniz nasıl bu kadar meşhur oldu?” Bana derler ki “Az sadaka çok kaza bela savar.” Ben de derim ki “Çoğunu verip gelecektekiler de dahil hepsini birden savuşturmak daha iyi değil mi o zaman?” Bana derler ki “Olmayanı verdiğinle sevindirmek mevcudunun zekatıdır.” Ben de derim ki “Olmayan -olmayan -olmaya sen -verip de sevindiren- olmaya ne çabuk, ne kolaylıkla alışmışsınız.

Rolleri değiştirmek, biraz da sen alıp da sevinen olmak ister misin?” Bana derler ki “Biz, bize verilenlerle böyle olduk.” Ben derim ki “Sizin gibi olmamak için her şeyimi vermeye de, hiçbir şeyimi vermemeye de ahdettim.” Geçen ay, geçen ay marttı, benim evin artık bir boya badana olması gerekiyordu. Durdum durdum, seneler sonra geri çekilip bir cesaretlendim, “Ya Settar,” deyip boyacıları çağırdım. Dört kişi ile anlaştık. Onlar gündüz çalışırlarken ben de sabahtan akşama arayıcı fişeği gibi aklıma gelen gelmeyen yerlerde dört dönmekten bitaptım. Elleri de ağır11 dı. Akşamları o karasular inmiş ayaklarımla geliyor bakıyordum ki ufacık bir yer ancak yapılmış. Ben yedi düveli gezmişim, Süleymaniye’den Küçükpazar’a, Zeyrek’ten Karagümrük’e yürümüşüm, türlü koku koklamış, türlü insan görmüşüm, seyyar satıcılara, duvar diplerinde satılanlara, kapısından mal taşan sıra sıra dükkanlara, irili ufaklı güvercinlere, serçelere, kumrulara bakmışım, üç çay, bir adaçayı, iki ıhlamur, bir su içmiş kırbaya dönmüşüm, yürürken lır lıkıç sesler çıkarıyorum. Eve varıp da içeri girdiğimde tuhaf, kekremiş bir koku, klozetin, evyenin, lavabonun kenarlarında izmarit ve kül, yatağın üstünde maket bıçağı, aynanın önünde koli bandı, yerlerde naylonlar, koltuğumda naylon, holde ayağıma takılan bir yerden çıkmış çivi, yerlerde gazeteler, salonda yerde, dibinde bir parmak bir şey kalmış iki buçuk litrelik bir içecek, mutfakta yer gök ekmek kırıntısı ve günlerdir hep aynı iri bıçak, çöpte kıvrılıp der top edilmiş gazete öbekleri. Evet, akşam geldiğimde yapılan azcık işe ilave olarak beni karşılayanlar da bunlardı. Eve girerken, girdikten sonra bütün bunların, tamamını değiştiremeyeceğim bu halin içinde geceyi nasıl geçireceğim bana öyle bir dertti ki kederden, içinde durduğum cendereden mezmurlar söyleyesim, camı açıp kırk atasözünü art arda sıralayasım geliyordu. Yattığımda en büyük tedirginliğim ve korkum tekrar kalkacak olmamdı. Sabahları kendime ait olmayan bir geceden ve uykudan kendimi sokaklara atıp, sağda solda kaybetmek istediğim vaktime talip arıyordum. Evdeki ıstırabımdan olacak, bu zaman zarfında gitmediğim yerlere gidip, yemediğim şeyleri de yemeye başladım.

Zevk aldığımdan değil. Zevk nedir ki ben alayım? Zevk zevkli bir şey olsa kim kime verir? Bir akıl vermeye, bir zevk vermeye aklım hiç yatmamıştır. Verilir belki de, bunlar gerçek hattıyla işe yarayacak şeyler değildir. Hiç alıcısı olmayan, yapması derde katlanmaktan zor, mayası12 nın yıllar önce atılmış olması gereken bir şeyi, bir sözde aklı bir çırpıda önünüze atıverirler, uymanızı beklerler. Tekrardan başka bir akılla doğmamın beklenmesi bile daha makuldür halbuki. Benim çok daha ucuza ve daha pek çok yönüyle yapabileceğimi de zevk diye bir ihtiyaç anında sunuverirler, getirdiği dert, açtığı oyuk günlerle aylarla gitmez. Öbür tarafa da hesabı kalır, burada yaptığının çırasını orda yakarlar, sıcak bir karşılamaya hazırlanırlar. Önüme şimdi sözde lezzetli, zevkli diye bir şey geliyor, daha ağzıma atarken rahmetli nenemin kavruk yüzü gözümün önüne geliyor, ne yediğimi, niye yediğimi anama atama anlatamayacağım aklıma geliyor. Ben de “Avokado püresi yiyerek sizin önünüze geçtim, nesli ihya ettim,” mi diyeceğim? Kuru ekmek, peksimet yiyen, hacca giderken peksimetini denize daldırıp yumuşatan, hem de tuzlayıp lezzetlendiren dedem benden güzeldi, nenem kuru kavruktu amma beni önüne katıp yedi mahalle kovalardı da benim dilim dışarı sarkar, o üstüne börek açardı. Sonra gülen ve affeden de o rahmetli olurdu. Peki, bu yemelerin faydası neye? Zevk bunun nesidir? 5 cc’lik viskinin zevk neresine gizlenmiştir, kimya laboratuvarındaki tozlardan, ince silisli parmesandan zevk almak için ondan daha ince olmaya mı ihtiyaç vardır, bir damla zeytinyağım hırka-i şerifi tutar gibi getiren garson buna ekmek banmakla bana sanki bir din değiştirme töreni yaptırıp gidiyor hali ile neyin zevkini aşılamaktadır, benim evdeki eşek kadar sirkelerim ve zeytinyağlarım niye burada bu kadar havalıdır, “Peynir ister misiniz?” ne zamandan beri soru olmuş, ·’Evet.” de neyin bedelidir? Böyle döküle saçıla sözde yiyip içiyor, gerçekte içim içimi yiyordu. Bütün bu gezmelerden eve dönüşüm ve evin hali beni bir türlü şöyle hafiften olsun rintleştiremiyordu. Başkalarında, resimlerde görsem, “Eh bu da hoş, hoş da hoş, nahoş da hoş,” diyeceğim hal benim başımda kabusa dönüşüyor, bunu bir hal 13 olarak kabul edip az köşeye çekilip kıyısından bakamıyordum. Boya tenekelerinin de içindeydim, tiner şişelerinin de, üstüpü sanki boğazımda idi, sağ tarafının kılları kısalmış fırça da, havada asılı duran o ağır vernik kokusu da sanki tam ben altından geçerken üzerime biniveriyor, her yerimi kaplıyor, adeta sıvıyordu.

Bu hal hepi topu bir haf ta sürdü, ama sonu iyi geldi. Cuma günüydü, ertesi gün de çalışacaklardı. Yine sabahtan dışarı çıktım. Birkaç iş hallettim, öğleyi bekledim. Zayıf bir ses sala okudu. Ne ahreti anabildim, ne yaşadığımı anladım da buna yanabildim. Ölüyü de aklıma getiremedim, diri de gözümde değildi. Cuma vaktiydi. Belli ki bunların sırası değildi. Az sonra ezan okunacaktı, seğirttim. Ayakkabı rafları dolmuş, dışarıda kalanlar seccadelerinin, hasırlarının, kilimlerinin, karton, mukavva …

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir