Oh ne âlâ! Dört yaşındasın ve hâlâ at üzerinde durmayı beceremiyorsun. Sen adam olamayacaksın bu gidişle. Soylu baban ne der sonra bu işe?” Yaşlı Tzu böyle söyleyerek midillinin arkasına sert bir şamar indirdi ve havalanan tozların içine tükürdü. Potala’nın gümüş damları, altın kubbeleri güneş ışığında parıldadılar. Az ötedeki Yılan Tapınağı Gölü’nün durgun mavi suları bir su kuşunun geçip gittiğini anlatırcasına ufak ufak dalgalanıyordu. Lhasa’dan henüz yola koyulmuş, taş patika boyunca ağır ağır ilerleyen sığırlarını dürtükleyen tüccarların haykırışları geliyordu epey uzaktan. Daha yakınlarda bir yerden de, kalabalıktan uzakta, kırlarda çalışan müzisyen rahiplerin o koca davullarından insanın göğsünü sarsarcasına çıkan “bummm, bummm, bummm” sesleri duyuluyordu. Fakat benim böyle günlük ve büyük özelliği olmayan olaylara ayıracak zamanım yoktu. Beni üzerinde taşımak istemeyen bu hırçın midillinin üzerinde durabilmeye çalışmak gibi çok ciddi bir işim vardı şu anda. Ama Nakkim’in kafasın da daha farklı şeyler vardı. O sürücüsünden kurtulmak, kendi başına rahatça otlamak ve ayaklarını havada serbestçe oynatıp, sağı solu tekmelemek istiyordu. Yaşlı Tzu sert ve hoşgörüsüz bir hocaydı. Tüm yaşamı boyunca haşin ve katı olmuştu ve şimdi de dört yaşında, küçük bir oğlanın koruyucusu ve binicilik öğretmeni olarak sık sık sinirleniyor, sabrı taşıyordu. Kham adamlarından biri olup, diğerleri gibi yapılı ve güçlü olduğu için seçilmişti. Boyu iki metre yirmi santim kadardı ve oldukça iriydi. Vatkayla şişirilmiş omuzları onu olduğundan da heybetli gösteriyordu. Tibet’in doğusunda, erkeklerin normalden çok daha uzun boylu ve güçlü oldukları bir eyalet vardır. Erkeklerin çoğunun boyu iki metreden uzundur. Bunlar Lama manastırlarında polis rahip olarak görev yaparlardı. Olduklarından da ha iri görünmek için giysilerinin omuzlarını vatkayla şişirir, daha korkunç görünmek için saçlarını siyaha boyar ve elle rinde, talihsiz suçlulara karşı kullandıkları değnekler taşırlardı. Tzu eskiden bir polis rahipti, şimdi ise küçük bir prense dadılık yapıyordu. Bir zamanlar uzun bir süre yürüyemeyecek şekilde sakatlandığı için sürekli at üstünde yolculuk ya pardı. 1904’te General Younghusband’ın emrindeki İngiliz orduları Tibet’i işgal edip her yeri yakıp yıkmışlardı. Dostluğumuzu kazanmanın en kolay yolunun evlerimizi bombardıman edip, halkımızı öldürmek olduğunu düşünüyorlardı anlaşılan. Tzu da yurdunu savunanlardan biriydi ve savaş sırasında sol bacağının yarısı havaya uçmuştu. Babam Tibet Hükümeti’nin önde gelen bakanlarından biriydi. O ve annem ülkenin sayılı ailelerinden olduklarından, ikisinin de sözleri ülke meselelerinde oldukça geçerdi. Hükümet yapımızla ilgili ayrıntılı bilgiyi daha sonra vereceğim. Babam 1.90m boyunda sağlam ve iri yapılı bir adamdı ve övgüye değer bir güce sahipti. Gençliğinde koskoca bir midilliyi tuttuğu gibi yerden kaldırabilirmiş. Kham adamlarıyla güreşip de onları yenebilen birkaç kişiden biriydi babam. Tibetliler çoğunlukla siyah saçlı, kahverengi gözlüdürler. Babam kestane rengi saçları ve gri gözleriyle bir istisnaydı ve anlayamadığımız nedenlerle sık sık kızıp köpürürdü. Onu pek fazla göremiyorduk. Tibet sıkıntılı günler geçiriyordu. 1904’te İngilizler tüm ülkeyi işgal ettiler ve Dalay Lama, babam ve diğer kabine üyelerini ülkeyi yönetmekle görevlendirdikten sonra Moğolistan’a kaçtı ve bir süre Pekin’ de kaldıktan sonra, 1909’da Lhasa’ya döndü. İngiliz işgalinin başarısından cesaret alan Çinliler 1910’da Lhasa’ya saldırıya geçtiler. Dalay Lama bu kez Hindistan’a kaçtı. Çinliler 1911′ de, Çin İhtilâli sırasında Lhasa’dan çıkarıldılar, fakat halkımıza yaptıkları korkunç işkenceleri önlemekte biraz geç kalınmıştı. 1912’de Dalay Lama yeniden Lhasa’ya döndü. Onun yokluğu sırasındaki zor günlerde babam ve kabinenin öteki üyeleri Tibet’i tam yetkiyle yönettiler. Annemin söylediğine göre, bu günlerden sonra babamın huyu asla eskisi gibi olmadı. Kuşkusuz, çocuklarına ayıracak vakti yoktu artık. Aslında ondan hiçbir zaman bir baba sevgisi görmemiştik. Özellikle ben, onu daha da öfkelendiriyordum sanki. Bunun üzerine, babamın deyimiyle “ya hep ya hiç” adına Tzu’nun kıt merhametine teslim edildim. Midilli üzerindeki başarısız gösterim, Tzu tarafından kişiliğine yapılmış bir hakaret olarak kabul edilmişti. Tibet’te yüksek sınıfa mensup küçük çocuklara, daha yürümeyi bile beceremeden ata binme öğretilir. Tekerlekli trafiğin olmadığı, bu yüzden de tüm yolculukların yaya ya da atla yapılması zorunlu olan bir ülkede, at üzerinde gerçekten yürekli olmak gerekir. Tibetli soylular sürekli binicilik talimleri yaparlar. Dörtnala koşan bir atın daracık tahta eğerinin üzerinde ayağa kalkarak, hareket halindeki hedefe önce tüfekle ateş edip, sonra ok ve yayla nişan alırlar. Cesur biniciler, bazen ovada belli bir düzen içinde dörtnala giderken, eğerden eğere atlayarak at değiştirirler. Ben ise dört yaşındayken eğer üzerin de oturmayı bile son derece zor bulmaktaydım. Benim midillim, Nakkim, kaba tüylüydü ve uzun bir kuyruğa sahipti. Küçük kafası ise oldukça iyi çalışıyordu, kendinden emin olmayan bir biniciyi üzerinden atmak için sayısız yöntemleri vardı. En gözde numarası, ileri doğru hızla koşup, sonra aniden durmak ve aynı anda başını öne eğmekti. Ben umutsuzca boynundan aşağı doğru kayarken, kafasını ani bir devinimle öyle bir yukarı kaldırırdı ki, toprağa çakılmadan önce havada tam bir takla atardım. Sonra öylece sakin bir halde durup, kendini beğenmiş bir gönül rahatlığıyla bakardı. Tibetliler at üzerinde asla tırıs gitmezler. Çünkü midilliler küçüktür ve biniciler tırıs giden bir midillinin üzerinde oldukça gülünç görünürler. Hafif bir eşkin gidiş genelde ye terince süratlidir. Dörtnala gidiş ise binicilik çalışmaları içindir. Tibet teokratik (dinerkil) bir ülkeydi. Dış dünyanın “ilerleyen” uygarlığını yaşamaya hiç mi hiç hevesli değildik. Tüm isteğimiz meditasyon yaparak bedenimizin sınırlarını aşabilmekti. Bizim akıllı bilgelerimiz, Batı dünyasının Tibet’in zenginliklerine göz diktiğini çok önceden anlamışlardı. Ülkeye yabancıların girmesiyle, barışın ülkeyi terk edeceğini gayet iyi biliyorlardı. Şimdi Çinlilerin Tibet’e gelişleri, bilgelerin bu görüşlerinde ne kadar haklı olduklarını göstermiştir. Evim, Linghor Eyaleti’ndeki Lhasa Kenti’nde, kenti çepeçevre dolaşan bir yolun kıyısında, Potala’nın hemen gölgesindeydi. Aslında Lhasa’yı çevreleyen üç tane yol vardı ve en dışta olan Linghor, çoğunlukla göçmenler tarafından kullanılırdı. Ben doğduğum sıralarda, Lhasa’daki tüm evler gibi, bizim evimiz de yoldan bakıldığında iki katlı bir görünüme sahipti; çünkü hiç kimse Dalay Lama’ya daha yukarıdan bir yerden bakamazdı. Bu yüzden de evlerin yükseklik sınırı iki kat olarak saptanmıştı. Bu yükseklik sınırı yılda bir kez düzenlenen resmigeçitte uygulandığından, evlerin çoğunda, yılın on bir ayı kullanılan, düz dam üzerine kurulmuş ve kolayca sökülüp takılabilen, tahta asma katlar bulunurdu. Bizim evimiz taştan yapılmıştı ve inşası da yıllar sürmüştü. Geniş iç avlusu kare şeklindeydi. Hayvanlarımız zemin katta, biz ise yukarıda yaşardık. Zeminden yukarı kata çıkan bir taş merdivenimiz olduğu için şanslı sayılırdık; çünkü Tibet evlerinin çoğunda el merdiveni, çiftçi kulübelerinde ise insanın düşüp bir yerini rahatlıkla kırabileceği çentikli direkler bulunurdu yalnızca. Bu çentikli direkler kullanıla zamanla son derece kaygan hale gelirler ve sığır tereyağına bulanmış elleriyle direğe tırmanmaya çalışan bir köylü bu gerçeği bir an bile aklından çıkardığında, yere doğru ani ve sert bir inişe geçerdi. 1910’daki Çin işgali sırasında evimizin bir kısmı yerle bir edilmiş, binanın iç duvarı yıkılmıştı ve babam sonradan dört kat yüksekliğinde yeniden inşa ettirmişti. Evimiz yoldan daha yüksekte olmadığından ve merasim sırasında Dalay Lama’ya üstten bakamayacağımız için, başımız derde girmedi. Orta avluya açılan kapı ağır ve kullanılmaktan kararmıştı. Çinli istilacılar tahta kirişlerini kıramadıklarından, içeriye girebilmek için duvarlardan birini yıkmışlardı. Bu girişin tam üstünde, kâhyanın çalışma odası vardı. Buradan, avluya girip çıkan herkesi rahatça görebilirdi. Çalışanların işe alınmalarıyla ya da işten çıkarılmalarıyla uğraşır, hizmetkârların işleri titizlikle yürütmelerine dikkat ederdi. Lhasa’nın dilencileri, manastırların güneşin batışını bildiren davulları gümbürdemeye başladığında, karanlık gece boyunca içlerini ısıtacak bir şeyler yemek için kâhyanın penceresinin önünde toplaşırlardı. Tibet’in önde gelen tüm soylularının evlerinde, kendi bölgelerindeki yoksullara ayrılmış bir erzak stoğu bulunurdu. Tibet’te birkaç cezaevi vardı ve tutuklular sokaklarda dolaşıp, sağdan soldan yemek dilenerek doyururlardı karınlarını; bu yüzden bilekleri zincirli tutuklular hiç eksik olmazdı kâhyanın penceresinin önünde. Suçlular Tibet’te hor görülmezler, aşağı sınıftan biri olarak da bakılmaz onlara. Biz gerçekten aranıldığında, hepimizin şu ya da bu biçimde suçlu çıkabileceğimizi biliyor ve bu nedenle bu talihsiz insanlara anlayışla davranıyorduk. Kâhyanın odasının sağ tarafında bulunan iki odada iki rahip yaşardı. Yaptığımız işleri kutsamak için her gün dua eden ev rahipleriydi bunlar. Daha aşağı sınıflara mensup soyluların evlerinde yalnızca bir rahip bulunurdu, fakat bizim statümüz iki rahibi gerektiriyordu. Önemli bir olaydan önce bu rahiplere danışılır, onlardan tanrıların himayesi için dua etmeleri istenirdi. Bu rahipler her üç yılda bir bağlı oldukları lama manastırlarına geri dönerler ve yerlerine başka rahipler gelirdi. Evin her iki kanadında da birer dua odası vardı. Oymalı tahta mihrabın önünde bulunan yağ kandilleri sürekli ya narlardı. Yedi kâse kutsal su, gün boyunca birkaç kez tazelenirdi, çünkü tanrılar gelip bu sulardan içmek isteyebilirlerdi; bu yüzden de kâselerde sürekli taze su bulundurmak gerekiyordu. Rahiplere büyük önem verilir ve yemekler onlarla birlikte yenirdi. Böylece hem daha içten dua edebilirler, hem de tanrılara bizim yemeğimizin iyi olduğunu söyleyebilirlerdi. Kâhyanın solundaki odada, görevi, hizmetkârların ya salara uygun davranıp davranmadıklarını denetlemek olan bir hukukçu yaşardı. Yasalara itaat, Tibetliler’in son derece titizlik gösterdikleri bir konudur ve babanın, yani aile reisinin yasaların uygulanmasında büyük bir dikkat göstermesi gerekir. Biz çocuklar, erkek kardeşim Paljör, kız kardeşim Yasadhara ve ben, kare şeklindeki evin yoldan uzak tarafında bulunan yeni binada yaşıyorduk. Sol tarafta bir dua odası, sağda ise hizmetkârların çocuklarının da devam ettikleri bir sınıf vardı. Derslerimiz hem uzun sürerdi hem de konular çok çeşitliydi. Paljör’ün bedeni fazla dayanamadı. Zayıftı ve her ikimiz için de amaçlanan zor yaşama dayanabilecek gibi değildi. Daha yedi yaşına gelmeden aramızdan ayrıldı ve Çok Tapınaklı Ülkeye geri döndü. O öldüğünde Yaso altı, ben ise dört yaşındaydım. Boş bir kabuk gibi yatan bedenini almaya gelen Ceset Parçalayıcılarının, onu gelenekler gereğince parçalayıp, leş yiyen kuşlara atmak üzere götürüşlerini hâlâ hatırlarım. Artık ailenin tek varisi olduğumdan daha yoğun bir eğitime sokulmuştum. Dört yaşındaydım ve üstelik oldukça kötü bir biniciydim. Babam sert bir adamdı ve Tapınağın Prensi olması sıfatıyla da kendi oğlunun çok katı bir disiplin altında, diğerlerine örnek olacak biçimde yetiştirilmesini uygun buluyordu. Benim ülkemde, bir çocuğun mensup olduğu sınıf ne kadar yüksekse, eğitimi de o denli sert ve acımasız olur. Bir kısım soylular daha yeni yeni, çocukların biraz daha rahat yetiştirilmeleri gerektiğini düşünmeye başlamışlardı, babam bunların arasında değildi. Onun düşüncesine göre, gelecekte nasıl olsa bir rahatlık umudu olmayan yoksul bir çocuğa şef kat ve özen gösterilebilirdi. İleride kendisine ait olacak olan zenginliklere ve rahata sahip yukarı sınıftan bir çocuğa ise öylesine haşin davranılmalıydı ki, tüm zorlukları ve diğer in sanlara karşı saygılı olmayı öğrenebilsin. Bu aynı zamanda tüm ülkenin kabul ettiği resmi bir davranış biçimiydi. Bu uygulamanın sonucu olarak zayıf kişiler ayakta durabilmeyi başaramıyorlar, fakat başarabilenler de hemen her türlü zorluğa dayanabilecek kadar güçlü oluyorlardı. Tzu’nun odası zemin katta, ana kapının hemen yanın daydı. Bir polis rahip olarak, ömrü boyunca insanların davranışlarını inceleyebilmişti; şimdi ise tüm bunlardan uzak, yapayalnız yaşamaya katlanamıyordu. Babamın yirmi atının, midillilerinin ve koşum hayvanlarının bulunduğu ahırlara oldukça yakın bir yerde oturuyordu. İşgüzar olduğu ve herkesin işine karıştığı için, hizmetkârlar Tzu’dan pek hoşlanmazlardı. Babam ata binmeye giderken altı silahlı adam eşlik ederdi kendisine.
T. Lobsang Rampa – Ucuncu Goz
PDF Kitap İndir |