Taner Timur – Sürüden Ayrılanlar

Bu kitabımda 1980 ve 90’lı yıllarda yazmış olduğum bazı makaleleri bir araya getiriyorum. Beni bu yayma sevk eden temel etken, ilk bakışta birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen bu yazıların bazı ortak temalar ya da duyarlılıklar etrafında toplanabileceği konusundaki inancım oldu. Son yıllarda ulusal kimlik sorunumuzla ilgili tartışmalar düşünce hayatımızda önemli bir yer işgal ediyor. Bu konu, başka ülkelerde olduğu gibi, bizde de her şeyden önce geçmişe eğilmeyi ve tarihimizle hesaplaşmayı gerektiriyor. Ne var ki, daha önceki çalışmalarımda da işaret ettiğim gibi, ulusal kimlikler, özellikle “modern” çağda, sadece ulusal tarihler çerçevesinde oluşmuyor. Uluslar, nesnel anlamlarına, burjuva devrimlerinin başından itibaren taşıdıkları “küreselleşme” eğilimleri bağlamında kavuşuyorlar. Böyle bir yaklaşımın, doğal olarak, olumlu yönleri olduğu gibi, çoğu kez bir “haksızlık” olarak algıladığımız olumsuz tarafları da bulunabilir. Fakat ulusal benliğimizi tanımlarken tamamen özgür olmadığımızı da bilmek zorundayız. Bu yüzden bu çalışmamda, kendimizi nasıl gördüğümüzden çok, dışarıdan nasıl görüldüğümüzü kavramaya çalışan yazılara yer verdim. Bu konuda sadece bazı Batılı ülkelerin aynasıyla yetinmedim; kendi ulusal devletlerini kurma kavgasını veren Osmanlı azınlıklarının yaklaşımlarını da yansıtmaya çalıştım. Elbette ki bu yazılarımın, iddialı bir sunuşu karşılayacak ölçüde kapsamlı ve nüanslı olduğunu söyleyemem. Fakat etnosantrik eğilimli kültür yapımızda, bu makalelerin yine de düşündürücü ve telkin edici olabileceğini sanıyorum. Bütün yazılarıma egemen ikinci bir duyarlılık da, özgür düşünceli, bağımsız, fakat tarafsız olmayan bir insan olarak tanımladığım bir “aydın” anlayışına sadık kalma çabası oldu. Bunda da ne ölçüde başarılı olduğumu, her zaman olduğu gibi, okurlarımın takdirine bırakıyorum. Ankara, Ekim 2000 Siyasal İktidar, Aydın ve Özgürlük: Sürüden Ayrılanlar t Varoluşçular haklıdır, insanlar düşünce ve özlemlerinde özgürlüğe “mahkûm”durlar.


Karanlık zindanlarda bile istediklerini düşünebilir, istedikleri hayalleri kurabilirler. Despotların yok ettikleri şey bizzat özgürlüklerin kendisi 1 değil, ifadesidir. Varoluşçuların eksik ve yanılgıya götüren tarafları, çoğu kez çıkış ilkelerinde saplanıp kalmaları ve düşünce ile duygunun Hangi somut koşullarda etken bir yoğunluk kazandığını çözümlemekten kaçınmalarıdır. Başka bir deyişle düşünce ve duyguların, toplumsal planda, maddi ve tarihi temellerini ihmal etmeleridir. Sartre yıllar boyu bu sorunu çözmek istemiş, varoluşçulukla tarihi maddeciliği uzlaştırmaya çalışmış, fakat düşünce hayatını “gençlik yıllarının anarşizmi”yle noktalamıştır. Özerk İnsan Batı’daki gelişim daha XVIII. yüzyılda yeni bir birey tipinin, özerk insanın doğuşuna yol açmıştı. Marx, Grundrisse’de ” (özerk insan) bir yandan feodalizmin toplumsal formlarının çözülmesinin, öte yandan da XVI. yüzyıldan beri gelişmekte olan yeni üretim güçlerinin ürünüdür” der. Ne var ki özerk insan demek mutlaka özgür insan demek değildir. Sadece özgürlük potansiyeli taşıyan, toplumsal statüsünü daha doğuştan tayin eden kast ve zümre ilişkilerinden kopmuş insan demektir. Nitekim Marx’ın ilave ettiği gibi “tarihte ne kadar gerilere gidersek, o derece insanı ve üreticiyi daha büyük bir bütüne bağımlı ve onun bir parçası olarak görürüz.” Özerk insan eğer üretim ilişkilerinin tayin edici ağırlığı altında ezilmiyorsa, bir çeşit özgürlük acısı içinde yaşar. İvan Karamazofun Büyük Engizisyoncu adlı şiirinde dediği gibi “seçme özgürlüğü denen korkunç bir yükün” altında ezilir. “Dünyada insan için temyiz kudreti kadar cazip, o kadar da ızdırap verici şey yoktur” düşüncesindedir.

Temyiz kudreti nedir? Temyiz kudreti insan akimın doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğidir. Aklın dogmaları ve ön yargıları yenen, doğa ve toplum bilimlerini yaratan aydınlatıcı niteliğidir. Kısaca aklın ta kendisidir. Temyiz kudreti ve onun kültürel ürünleri insanı mutlu kılabilir mi? Dostoyevski’ye göre hayır! Dostoyevski’nin. kahramanlan çoğu kez “seçme özgürlüğü “nün kahredici yükü altında, devamlı kuşku içinde yaşarlar. Sık sık suçu ve günahı seçerler; vicdan azabı içinde kıvranırlar ve sonunda itiraf ve iman yoluyla mutluluğa erişirler. Dostoyevski’nin kötümserliği yaşadığı toplumun özgül koşullarının ve kişisel yaşantısının sonucudur. Bu kötümserliği hiç de paylaşmadan, büyük yazarın varoluşçu problematiği nice filozoflardan çok daha nüfuz edici bir biçimde koyduğunu teslim edebiliriz. Ve bizzat “temyiz kudreti”nin aydınlığına dayanarak, “seçme özgürlüğü “nü bir ızdırap konusu olmaktan çıkarabiliriz. Bu konuda bize en çok yar­ dımcı olabilecek yaklaşım, tarihi maddeci yaklaşımdır. Tarihi maddeci yöntem “seçme özgürlüğü”nü metafizik bulutlardan yere indirir ve somut temellere oturtur. Bireysel özgürlüğün, tarihi dönemlerin ve üretim ilişkilerinin niteliğinden doğan sınırlarını çizer. Marx “özgürlük bir zorunluluğun anlaşılmasıdır” derken elbette özgürlüğü yadsımıyordu. Sadece metafizik hürriyet anlayışını ve ütopyacılığı eleştiriyordu. Ne var ki özgürlüğümüzün maddi koşullardan doğan sınırlarını bilmek, bizi yine de onu nasıl kullanmamız gerektiği konusunda aydınlatmaz.

Elbette toplumlann “eğilim kanunları” vardır ve kitleler çoğu kez içgüdüsel olarak bunlara uyarlar. Bununla beraber kitlenin bir parçası olma durumunu reddeden, fakat metafizik özgürlük hayaline de kapılmadan kişisel özgürlüğünü korumak ve kullanmak isteyen kimseler de vardır. Bunları, genel bir şekilde, “aydınlar” diye isimlendirebiliriz. Aydınlar Aydın, yaşam koşullan ve eğitim düzeyi itibariyle sürü psikolojisini aşmış biri olduğuna göre, karşımıza bir aydın etiği sorunu çıkıyor demektir. Bir aydını kişisel koşullan içinde mutlu kılacak ve ve onun yaşamına bir anlam verecek ilkeler ne olabilir? Önce aydını tehdit eden başlıca tehlikeden söz edelim. Bir Türk atasözü “sürüden aynlan koyunu kurt kapar” der. Aydın da sürüden ayrılmış bir birimdir ve onu da despot kapar, ya da kapmaya çalışır. Neden? Çünkü aşiret ilişkilerinden modern devlete kadar her türlü siyasal iktidann özünde az çok bir despotizm potansiyeli yatar ve despotizm daima sürü dürtüleriyle beslenir. Aydm-siyasal iktidar çatışmasının kökeni Sokrat’a kadar gider. Fakat modern anlamıyla bu sorun kapitalizmin gelişmesi ve Marx’in sözünü ettiği “özerk insan”m ortaya çıkışıyla başlamıştır. Ortaçağ ve Rönesans Ortaçağda düşünürler ve sanatkârlar siyasal iktidarın emrindeydiler. Bu durum onlara bir güvenlik ve rahatlık sağlasa bile düşüncelerinin ve sanatlarının sınırlarını da çiziyordu. Yine de, bugün tüm insanlığın malı olan eserler ortaya koymuşlardır ve bu eserleri -yaratılma koşullarını unutmasak da- asla küçümseyenleyiz. Rönesansla birlikte hümanistler adı altında yeni bir aydın tipi ortaya çıkmış ve bunlar aralannda geniş bir mektuplaşma ağı kurarak belli bir bağımsızlık ortamı oluşturmaya çalışmışlardır. Bununla beraber Rönesans laik bir felsefe yaratamamış ve sanattaki büyük atılımı da geniş ölçüde soyluların ve Kilise’nin “mesen”liği sayesinde gerçekleştirmiştir.

Ne var ki, bilimin de sanatın da kendine özgü bir diyalektiği vardır ve bu diyalektik, maddi koşullar bağlamında, ister istemez yeni buluşlara, yeni devrimlere götürür. Kapitalizmin feodalizmi tasfiye etmeye başladığı XVI. ve XVII. yüzyılları göz önünde bulunduralım. Bu dönem bilimde büyük buluşların, sanatta da büyük devrimlerin gerçekleştiği bir dönemdir. Gerçi bunlar zamanlarında layıkıyla anlaşılmamışlardır. Örneğin resme, dini formlar altında da olsa, realizmi getiren büyük Caravaggio, zamanındaki tüm etkisine rağmen, gerçek değeriyle, ancak XIX. yüzyılda anlaşılmıştır. Ne önemi var? Sanat tarihçileri resimde XIX. yüzyıl gerçekçiliğinin en güçlü temsilcisi G. Courbet’yi, çağdaşlarının tüm uzlaşmalarım ve yapaylıklarını reddedişinde Caravaggio’ya benzetmemişler midir? M odem Aydın Modern aydın XVIII. yüzyılın, Aydınlanma Çağı’nın ürü­ nüdür. Bu yüzyıl iki temel özelliği ile dikkatimizi çekmektedir. Birincisi siyasal-askeri planda aristokrasiye, ideolojik planda Kilise’ye bağlı olan Eski Rejim’in, yeni ve devrimci bir sınıf (burjuvazi) tarafından sarsılması ve sonunda da yıkılmasıdır. İkincisi ise dini dogmalann ve efsanelerin sultasından kurtulan aklın artık toplumsal düzeni rasyonel çözümleme yeteneğine kavuşması ve sanatçıların da aristokrasi-kilise egemenliğinden kurtulup laik burjuvazi ile işbirliğine girişmeleridir.

Gerek düşünce gerek sanat planındaki bu laik gelişme, XVIII. yüzyılda aydınla siyasal iktidarı yoğun bir çatışmaya ve sonunda devrimlere götürmüştür. Elbette devrimleri halk, daha doğrusu burjuvazi öncülüğünde halk sınıfları yapmıştır. Fakat başta ansiklopedistler olmak üzere tüm rasyonalistlerin hazırladığı fikri temel olmasaydı, belki yine bir halk ayaklanması olurdu; fakat gerçek bir devrimden söz edilebilir miydi? Kapitalizmin yarattığı kişisel bağımsızlık ve özerklik potansiyeli, yazımızın başında sözünü ettiğimiz “özgürlük acısını” hem metafizik hem de pratik planda yoğun bir şekilde ortaya koymuştur. Aydınlanma Çağı’nda can çekişen mutlakiyetçi rejimlerin korunma içgüdüleriyle aydınları gemleyecek yeni mekanizmalar aradığını, ilk gizli siyasal polis örgütlerinin bu dönemde kurulduğunu ve tüm Aydınlanma düşünürlerinin takibata ve sansüre uğradıklarını yeri gelmişken hatırlayalım. Voltaire bile “Devlet benim!” diyen XIV. Louis’yi övücü bir eser vermemiş miydi? Fakat bir kez daha toplumsal ve kültürel gelişme diyalektiği galip gelmiş; XVIII. yüzyılın devrimci ilkeleri XIX. yüzyılda geliştirilmiş ve kitle tabanı bulmuş ve sanatta da klasisizmden romantizme ve gerçekçiliğe geçilmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir