T am on yıl önce, Zeki Coşkun’un ôtehi Sivas’ımn girişinde, Memleket Kitapları dizisine başlarken neler düşündüğümüzü aktaran bir Sunuş yayımlamıştık. O metni uzunca alıntılayacağım. Hem, onuncu yılında onuncu kitaba ulaşan dizinin bir nevi manifestosunu hatırlatmak için … Hem de elinizdeki derleme bir bakıma, bu ‘manifesto’nun ruhunun üflendiği bir kitap olduğu için! 8 Memleket Kitaplan dizisinde, “memleket” sözcüğünün birinci karşılığını atlıyoruz [yani “Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke”]; daha ziyade ikinci, üçüncü, dördüncü karşılıklara yakın bir anlamın peşindeyiz … [Sözlüğe göre ikinci anlam: “Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, yurt”; üçüncü anlam: “lklim ve üretim bakımından ele alınan bölge”; dördüncü anlam: “Bir ülkede yaşayan bireylerin bütünü.) “Hemşerim, memleket nere?” sorusuyla ‘yoklanan’ memleketin … Soyut bir tasarım, bir harita olarak ülkeye nispetle çok somut, gözle görünür, ucu bucağı bilinir, daha ‘sahici’ bir beşeri coğrafya olarak memleketin… Milli hamasetin nesnesi olarak değil de insanların hayat tecrübesinin mekanı olarak yerin, yurdun, diyarın … Zira bu anlamıyla memleket, giderek yoksun kaldığımız bir gerçeklik. “Globalleşme” çağının teknolojisi, dünyanın her köşesini birbirine benzetiyor. Tarihle ve hayatla dolu “memleket”ler, pekala birbirinin yerini tutabilen herhangi birer mekana, nesnenin uzayda kapladığı yer anlamında “uzam”a dönüşüyor. Medya ve özellikle dünya sathını kendi anlatısının fonu olarak fragmanlaştıran televizyon da, her bir yerin herhangi bir yer ya da daha doğrusu hiçbir yer haline gelmesinde çok etkili bir güç. Globalleşmeyi yakalayan ve medyaya yakalanan her bir yer, birörnek tefriş ediliyor. Bu birörnek vitrinler dışındaki sokaklar, mahalleler, kasabalar, şehirler, kısacası memleketler görün9 mez, bilinmez oluyor. Türkiye’de İstanbul başta olmak üzere büyük şehir ve sayfiye yeri dışındaki memleketlerin “görüntüden” çıkması gibi. Çoğunlukla büyük şehir suretinde resmedilen, soyut, ‘genel’ bir Türkiye’nin çeşit çeşit yerlerine-yörelerine; ancak seçim gibi vesilelerle veya çok çarpıcı bir olaya sahne olduklarında, uzak diyarlara ait egzotik imajlarla, folklor malzemesi gibi işlenerek bakılıyor. ( . . . ) “Memleket” sözcüğünün, sıcak, gevşek, mütevazı çağnşımlan var; milliyetçiliğin insana ülkesini zehir eden fanatizmine ve demagojisine pek alet olmamış bir sözcük. Yaşanan yere ve hayat tecrübesinin paylaşıldığı somut insanlara, hernşerilere duyulan ilgi ve sevgi anlamında “memleket” hassasiyeti; bir uçta taşra bağnazlığı, mutaassıp yerlicilik ve milliyetçilik, diğer uçta elitist ve ‘ruhsuz’ bir kozmopolitizm arasında yumuşatıcı, dengeleyici bir bakış ve oluş hali için tutamak sağlayabilir mi? ( … ) Memleket ilgisinin, memleketlere ilginin yolu, taşraya çıkıyor. On yıl sonra bugün, taşranın kenara itilişi, görünmezleşmesi büsbütün pekişti. Ki, belki taşra ruhunun, taşra zihniyetinin, taşralılığın her yere yayılması anlamına da geliyordur bu görünmezleşme! Her ne olursa olsun, somut mekanlar olarak taşralann ‘görüntüden çıktığı’ kesin. Memleket Kitaplan dizisinde, ‘yiten’ taşralara bakan kitaplar yayımladık, bundan sonra da yayımlayacağız. Elinizdeki derleme ise, doğrudan doğruya taşrayla meşgul. Taşra gerçeklikleriyle, ondan öte, taşra mefhumuyla … Derlemedeki bazı yazılar, Türkiye’de taşranın politik ve toplumsal gerçekliğini veya onun kimi veçhelerini tarihsel süreç içinde -özellikle son yirmi yılın değişimine odaklanarak- inceliyor. Bazı yazılar ise, dediğim gibi, taşra mefhumuna odaklanıyor. 10 Bütün yazılarda, taşrayla ilgili kalıplaşmış imgeleri, prototipleri sorgulayan bir bakışı görebiliriz. Sadece taşranın ‘darlık buhranlarını’ değil, taşraya dair nostaljik imgelemi de, taşrayı asQdelik ve saflık haznesi olarak yücelten söylemi de sorgulayan bir bakış … Şükrü Argın’ın Zizek’ten devraldığı kavramla, ‘yamuk bakış’ … Her halükarda, taşraya dikkatle ve rikkatle bakan yazılar olduğunu söyleyebileceğimizi sanıyorum. Nuri Bilge Ceylan da filmleriyle bakıyor ‘yiten’ taşraya. Hem taşrada/taşradan yitip gidene, hem kalıcı, ‘evrensel’ olana … Aynı zamanda, -belki de asıl- taşra ile ‘merkezin’/şehrin taşrayla yüzleşme/yüzleşmeme biçimlerine … Onun filmleri bu derlemenin bir ilham kaynağıydı; fotoğraflarıyla bu ilhamı kitaba da taşıdığı için kendisine özel teşekkür borçluyuz. 11 Merkez(ler) ve taşra(lar) dönüşürken ÖME R LAÇIN ER T aşra kavramı, çoğu toplumda merkez/metropol (ler)le or anik bir bütünlük oluşturan periferiİeri, dola ısı la sıradan, norma ir i iş iyi i a e e erken; Türki e’de vurgulu bir hi erarşiyi, güçlü bir başka ı tınısını içeren gerilim yüklü bir ilişkiyi anlatır. etropoVmerkezin idari veya siyasal etkinlikleri, nüfus yoğunluğu ya da ekonomik-ticari kültürel ağırlığı i le belirleyici konumu, olağan bir merkez-periferi ilişkisinde normal bir durum olarak algılanabilirken, bunun Türkiye taşrasında neredeyse zorla kabul ettirilmiş bir hiyerarşi gibi algılanabilmesi dikkat çekicidir. Yine olağan merkez-periferi ilişkisinde, metropoldeki hayat tarzını kendininkinin uzanımında, onun farklı, karmaşık ve olsa olsa rafine biçimi olarak görülebilmesine karşılık Türkiye taşrasının merkez-metropol(ler)ini kendine uzak, yabancı ve asıl önemlisi mütehakkim bir hayat tarzı ile onu ezen ve aşağılayan bir güç olarak niteleyebilmesi; şüphesiz “modern Türkiye”nin oluşum 14 özelliklerinin bir sonucudur ama, taşranın siyasal arenaya çıktığı 1946’dan bu yana – gücü, etkisi değişmekle birlikte, başlıbaşına bir faktör olarak ele alınmasını gerektirecek kadar ilginç ve önemlidir. O nedenle taşra -taşralı olma- kavramı, Türkiye’nin siyasal-toplumsal tarihinin seyrini, bu sürecin bazı özgüllüklerini analiz ederken başvurulması gereken anahtarlardan biridir. Türkiye’de taşranın başkente idari olarak bağlı bölgeleri ifade eden geleneksel anlamından daha fazlasını ifade eder hale gelişinin başlangıcı Osmanlı’nın son dönemine kadar uzanır. Batı’nın yükselen gücü karşısında tutunabilmek, dayattığı koşullara uyarlanabilmek için merkezden başlatılan ve devlet aygıtının yanısıra devlet-toplum ve toplum içi -tebaayı oluşturan topluluklar arası- ilişkileri kökten bir yeniden düzenlemeye matuf reformlara karşı alınan tavırlar bağlamında şekillenmeye başlar yeni taşra kavramı. Ve merkezi devlet aygıtı, onunla özdeşleşmiş sivil-asker bürokrat 15 zümrenin çekirdeğinde olduğu kesimler ile imparatorluğun Müslüman tebaası arasındaki ilişki üzerinden oluşur. Merkez’de reformların kapsamı ve yürütülme tarzı konusunda yer yer buhranlara yol açan iktidar mücadeleleri sürüp gitmekle birlikte, reformların kaçınılmazlığı ve geriye dönülmezliği ortak kabul gibidir. Müslüman tebaanın ise tavn homojen değildir ve bölgeler J).zerinden konuşulacak olursa başlıca iki tavır sözkonusudur. Genel olarak ele alındığında imparatorluğun “Batı taşrası”, Rumeli vilayetleri, Batı Anadolu ve Akdeniz kıyısı -Suriye, Lübnan- eyaletleri, bu merkezi girişimi destekler, hatta teşvik ederken, “Doğu taşrası”, Orta ve Doğu Anadolu, Irak kuşkulu, endişeli ve tepkilidir.
Tanıl Bora – Taşraya Bakmak
PDF Kitap İndir |