Eski kitapların, dökülmeye yüz tutmuş sayfaların ve zamana yenik düşmüş deri cilderin kokusunu kapı aralığından bile alabiliyorum. Kaldırım taşı döşeli bu çıkmaz sokakta önlerinden geçtiğim diğer antikacı dükkânlarının klimaları çalışıyor, kapıları sıcak içeri girmesin diye kapalı; bir tek bu dükkânın kapısı, beni içeri davet edercesine açık. Roma’daki son günüm bu, seyahatime dair bir hatıra bulmak için son şansım. Rob için ipek bir kravat, üç yaşındaki kızımız Lily için her yeri fırfırlı bir elbise aldım ama kendime hâlâ bir şey bulamadım. Fakat bu antikacı dükkânının vitrininde aradığım şeyi görüyorum. Öyle koyu bir karanlığa adım atıyorum ki gözlerimin alışması biraz zaman alıyor. Dışarısı yanıyor ama içerisi tuhaf bir şekilde serin, sanki sıcağın ya da ışığın girmediği bir mağarada gibiyim. Gölge altındaki cisimler yavaş yavaş şekil almaya başladığında kitap dolu rafları, eski gemici sandıklarını görüyorum. Ateşin Şarkısı Bir köşede zırhı paslanmaya yüz tutmuş bir ortaçağ kıyafeti. Duvarlarda yağlıboya tablolar, hepsi de cafcaflı, zevksiz şeyler, çerçevelerinden sarkan fiyat etiketleri sararmış. Dükkân sahibinin duvar oyuğunda durduğunu fark etmedim, o yüzden bana diği tarafa baktığımda, kaşları üstüne kar yağmış tırtıla benzeyen, yerden bitme bir adam görüyorum. “Affedersiniz,” diyorum. “Nonparlo Italiano” “ \ riolino?’> Sırtıma astığım keman kılıfımı gösteriyor. Otel odasında bırakılmayacak kadar değerli bir enstrüman olduğu için hep yanımda taşıyorum. “M u sicista diye soruyor elleriyle havada hayali bir keman çalarak. “Evet müzisyenim. Amerika’dan geliyorum. Bu sabah festivalde çaldım.” Kibarca başını sallıyor ama beni anladığını sanmıyorum. Vitrinde gördüğüm şeyi gösteriyorum. “Şu kitaba bakabilir miyim? Libro. Musica Gidip vitrinden müzik kitabını çıkarıyor, bana uzatıyor. Sayfalar dokundukça ufalanıp dökülecek gibi, o kadar eskimiş. Yazılar İtalyanca, kapağında Gypsy yazıyor, altında da keman çalan, kabank saçlı bir adamın resmi var. İlk sayfayı açıyorum, minör gamdan yazılmış bir şarkı. Bildiğim bir parça değil ama parmaklarım hüzünlü melodisini çalmaya can atıyor. Evet işte, sürekli peşinde olduğum bir şey bu, unutulmuş ve yeniden keşfedilmeyi hak eden eski müzikler. Diğer şarkılan kanştmrken boşta bir sayfa kayıp yere uçuyor. Kitabın bir parçası değil, ama nota çizgilerinin üstü kurşunkaItalyanca bir şeyler söylediğinde irkiliyorum. Dönüp sesin gel- Test G«rrit**n lemle doldurulmuş bir elyazması şarkı olduğunu görebiliyorum. Bestenin adı da tepeye zarif harflerle yazılmış. Incendio. Besteleyen L. Todesco. Müziği okurken notaları kafamın içinde duyabiliyor ve birkaç mezür sonra bunun güzel bir vals olduğunu anlıyorum. Parça, mi minör gamında basit bir melodiyle açılıyor. Ama on altıncı mezüre gelindiğinde müzik giriftleşiyor. Altmışıncı mezürdeyse notalar üst üste binmeye, nota anzalan kalabalıklaşmaya başlıyor. Sayfanın arkasını çevirip bakıyorum, bütün mezürler kurşunkalem izleriyle dolu. Yıldınm hızında arpejlerle birlikte melodi, tüylerimi diken diken eden bir nota girdabına doğru koşturuyor. Bu kesinlikle benim olmalı. “Quarıto c o s t a diye soruyorum. “Hem bu sayfayı hem de kitabı almak istiyorum.” Adam bana gözlerinde kurnaz bir pırıltıyla bakıyor. “Cento.*’ Sonra cebinden bir kalem çıkanp rakamı avucunun içine yazıyor. “Yüz euro mu? Ciddi olamazsınız.” “JB’ vecchio. Antika.” “O kadarda eski değil ama.” Omuz silkişi ister beğen ister beğenme diyor. Gözlerimdeki açlığı görmüş bir kere; bu eski püskü Çingene şarkıları kitabı için fahiş bir fiyat çekebileceğini ve benim de o parayı ödeyeceğimi anlamış. Müzik benim tek müsrifliğim. Mücevhere, giyim kuşama, tasanm ayakkabılara falan zerre ilgim yok. Gerçekten değer verdiğim tek eşyamsa, şimdi sırtımda asılı duran yüz yaşındaki kemanım. Ateşin Şarkısı Parayı ödedikten sonra adam faturasını kesiyor ve dükkandan dışarı, çorba kıvamındaki akşamüzeri sıcağına çıkıyobiııa cephesinde klima yok; bir tek kapalı pencereler ve çatıdaki cehennem zebanisi şekilli oluk ağızlarını görüyorum. Medusa başlı kapı tokmağından yansıyan güneş gözüme giriyor. Kapı şimdi kapalı ama dükkân sahibi tozlu pencerenin arkasından bana bakıyor. Sonra da panjuru indirip gözden kayboluyor. Kocam Rob Roma’dan aldığım kravata bayıldı. Yatak odasındaki aynanın karşısına geçmiş, boynundaki parlak ipeği ustaca ayarlamakla meşgul. “Sıkıcı toplantıları harekedendirmek için ideal bir şey bu,” diyor. “Ben sayılan sıralarken, millet bu renkler sayesinde uyanık kalır.” Kocam otuz sekiz yaşında ama evlendiğimiz günkü gibi zayıf ve formda. Yıllar sadece şakaklarına birkaç beyaz atmış, o kadar. Kolalı beyaz gömleği ve altın kol düğmeleriyle tam bir Boston muhasebecisi. İşi gücü rakamlar; kârlar zararlar, mal varlıkları, borçlar. Dünyayı matematik terimleriyle okuyor. Şimdi kravatını kusursuz bir düğüm halinde bağlarkenki harekederinde bile geometrik bir kesinlik var. Birbirimizden ne kadar da farklıyız! Benim sayı namına önem verdiğim tek şey, çaldığım müziklerin senfoni ve opus numaraları, tempo ölçüleri falan. Rob herkese, bana bu yüzden tutulduğunu söylüyor; onun aksine bir sanatçı, günışığında dans rum. İçeride üşümüş olmam ne tuhaf. Dönüp bakıyorum ama J ήM Gerrrtten eden hayali bir yaratık olduğum için. Kskiden bu farklılığımız bizi ayırır diye; ayakları her zaman yere basan Rob, hayali bir yaratık olan karısının bulutların üstünde dolaşmasından sıkılır diye endişe duyardım. Ama aradan on yıl geçmesine rağmen hâlâ birlikteyiz, hâlâ birbirimize âşığız. Boynundaki düğümü sıklaştırırken bana aynadan gülümsüyor. “Bu sabah çok erken kalktın Julia.” “Hâlâ Roma saatindeyim de ondan. Orada şimdi öğlen on iki. Anlayacağın, jet lag’in iyi yanlan da var. Bugün bir sürü işimi halledebilirim.” “Benim tahminim, öğlene doğru pilin biter. Lilv’yi kreşe ben bırakayım istersen?” “Hayır hayır, bugün evde kalsın. Bütün hafta ondan aynydım zaten, suçluluk duyuyorum.” “Suçluluk duymana gerek yok. Yal Halan kollan sıva\*ıp her şeyi halletti. Her zamanki gibi.” “Onu bunu bilmem, kızımı çok özledim. Bugün ondan ayn tek bir dakika geçirmek istemiyorum.” Dönüp bana, kusursuz bir şekilde ortaladığı kravatını gösteriyor, ardından, “Planın ne bakayım?” diye soruyor. “Hava çok sıcak, havuza gideriz herhalde. Belki bir ara da kütüphaneye uğrar, yeni kitaplar seçeriz.” “Plan diye buna denir işte.” Eğilip beni öpüyor, yeni tıraş olmuş yüzü taze limon kokuyor. “Sen yokken tadım tuzum olmuyor bebeğim,” diye mırıldanıyor. “Belki bir dahaki sefere ben de izin alınm, birlikte gideriz. Böylesi çok daha iyi.. Ateşin Şarkısı “Anneciğim bak! Ne güzel oldum bak!” Üç yaşındaki kızımız Lily dans ederek yatak odamıza giriyor, Roma’daıı aldığım tüme atlıyor, ikimiz birlikte yatağa yuvarlanıp kahkahalarla gülüyoruz. Şu dünyada kendi çocuğumun kokusu kadar tatlı bir şey yok ve ben her bir molekülünü ciğerlerime çekmek, bütün bedenini içime alıp onunla tekrar bir olmak istiyorum. Göğsümde kıkır kıkır oynayan san saçları ve lavanta rengi fırfırları sımsıkı sararken, Rob da kendini yatağa atıp ikimizi birden kollarının arasına alıyor. “Dünyanın en güzel iki kızı bir arada,” diyor sonra. “Ve ikisi de benim, ikisi de benim!” “Babacığım evde kal,” diyor Lily. “Keşke kalabilseydim tatlım.” Rob, Lily’nin kafasına gürültülü bir öpücük kondurduktan sonra gönülsüzce ayağa kalkıyor. “Babacığın işe gitmesi gerekiyor ama şanslısın bak. Bütün gün anneciğinle birlikte olacaksın.” “Hadi gidip mayolarımızı giyelim,” diyorum Lily’ye. “Birlikte harika vakit geçireceğiz. Sadece sen ve ben.” Gerçekten de harika vakit geçiriyoruz. Havuzda etrafa su sıçrata sıçrata oynuyoruz. Öğlen yemeğinde pizza ve dondurma yiyor, sonra kütüphaneye gidiyoruz. Lily, içinde en sevdiği hayvan olan eşek resimli iki yeni kitap seçiyor. Ama öğleden sonra üç gibi eve döndüğümüzde yorgunluktan komaya girecek halde oluyorum. Rob’un tahmin ettiği gibi jet lag etkisini gösteriyor veni elbisesinin içinde dönüyor. Bu arada elbiseyi dün akşam denedi, o zamandan beri de üzerinde. Ben fark etmeden üs- Test Gerrltsen ve içimde o an yatıp uyumak için dayanılmaz bir istek oluşuyor. Ama maalesef Lily’de uykudan eser yok, eski bebek kıyafetlerinin olduğu kutuyu, kedimiz Juniper’ın şekerleme yaptığı verandaya getirmiş bile. Lily, Juniper’ı giydirmeye bayılıyor; kafasına bir bone geçirmiş, şimdi de ön patilerinden birini bir hırkanın koluna sokmaya çalışıyor. İhtiyar, tatlı kedimizse her zamanki gibi, onca dantele ve fırfıra gıkım çıkarmadan katlanıyor. Juniper’ın baştan yaratılması bittikten sonra kemanımı ve nota sehpasını verandaya getirip Çingene melodilerinin olduğu kitabı çıkarıyorum. O boştaki sayfa bir kez daha kayıp ayaklarımın dibine düşüyor. Incendio. Bu parçaya, Roma’da satın aldığım günden beri bakmamışım. Şimdi sayfayı sehpaya takarken, o karanlık antikacı dükkânı ve duvardaki boşluğa bir mağara yaratığı gibi saklanmış olan sahibi geliyor aklıma. Ve birden, sanki dükkânın serinliği bu müziğe yapışıp kalmış gibi üstüme bir üşüme geliyor, tüylerim diken diken oluyor yine. Sonra kemanımı alıp çalmaya başlıyorum. Bu nemli akşamüzeri enstrümanımın sesi her zamankinden derin ve zengin çıkıyor, tonu her zamankinden daha tatlı ve sıcak. Valsin ilk otuz iki mezürü kafamda çaldığım kadar güzel; hüzünlü, yas dolu bir bariton. Fakat notalar kırkıncı mezürde hızlanmaya başlıyor. Melodi eğrilip bükülüyor, arızalar devreye giriyor, mi telinde yedinci pozisyona kadar iniyorum. Tempoda ve akışta kalmak için çabalarken alnımda boncuk boncuk terler beliriyor. Yayım büyülenmiş sanki, başına buyruk hareket ediyor, Ateşin Şarkısı bense ona ayak uydurabilmek için peşinden koşturuyorum. Ah, ne muhteşem bir müzik bu! Altından kalkabilirsem tam bir sahne eseri. Notalar artık skalayı bile zorlamaya başladığında bütün hâkimiyetimi kaybediyorum, pozisyonlar kaçıyor, tonlar bozuluyor, müzik çılgın bir noktaya doğru tırmanırken sol elime kramplar giriyor. O anda küçük bir el bacağımı tutuyor. Tenimde bir sıcaklık ve ıslaklık hissediyorum.
Tess Gerritsen – Ateşin Şarkısı
PDF Kitap İndir |
Teşekkürler