Ona Ikarus derdik. Tabii ki bu, onun gerçek adı değildi. Çiftlikte geçirdiğim çocukluk yıllarımda öğrenmiştim ki, insan yakında kesilmek için seçilmiş hiçbir hayvana isim vermemeliydi. Bunun yerine pekâlâ. Bir numaralı domuz, iki numaralı domuz, diye bahsedebilirdin ondan. Bunun yanı sıra, onunla hiçbir zaman göz teması da kurmamalıydın. Bu sayede onun varlığını sanki hiç fark etmemiş gibi davranabilir ve arada oluşabilecek bir sevgiyi de engelleyebilirdin. Bizim, ne bize güveniyormuş gibi duran ne de kim olduğumuz konusunda en ufak bir fikre sahip olan Ikarus ‘la böyle sorunlarımız hiç olmadı. O bizi bilmese de, biz onun kim olduğunu çok iyi biliyorduk Roma ‘nın dağ eteklerindeki tepelerinden birinde yüksek duvarlarla çepeçevre sarılmış bir villada yaşadığını biliyorduk. O ve karısı Lucia ‘nın biri sekiz, diğeri on yaşında iki erkek çocukları olduğunu da… O büyük zenginliğine rağmen, yemek konusunda hayli mütevazı olduğunu ve neredeyse her perşembe akşamını en sevdiği yerel restoran olan La Nonna da geçirdiğini de biliyorduk. Bir diğer bildiğimiz şey ise onun bir cani olduğuydu. Yazın ortasında İtalya ya gelişimizin asıl sebebi de buydu işte. Canileri avlamak her babayiğidin harcı değildir. Bu iş, ne kanunlara ne de milli sınırlar gibi geleneksel dogmalara il olan Kilere göredir. Ne var ki caniler kural tanımazlar, biz de öyle. Eğer onları alt etmek istiyorsak olması gereken de bu zaten. Ama işle buradaki risk, insanın medeni davranırları terk etmesiyle birlikle kendisinin de bir caniye dönüşecek olmasıdır. O yaz Roma ‘da yamadığımız şey aslında tam olarak buydu. O sıralar ben bu gerçeğin farkında değildim, hiç kimse değildi Ta ki her şey için artık çok geç olduğunu anlayıncaya kadar. Birinci Bölüm On üç yaşındaki Claire Ward’ın Ithaca’da, üçüncü kattaki yatak odasının pencere pervazında durup aşağı atlama ile atlamamak arasında kaldığı gece aslında çoktan ölmüş olması gerekirdi. Yedi metre aşağıda çiçek açma vakitleri çoktan geçmiş altın çanak çiçeklerinin düzensiz çalılıkları uzanıyordu. Bu çalılıkların ona yastık görevi göreceği aşikardı yine de birkaç kırıktan kaçmak pek mümkün görünmüyordu. Tam karşısında duran akçaağacı gözüne kestirip, onun sadece birkaç metre ötede göğe uzanan güçlü gövdesini dikkati süzdü. Daha önce bu sıçrayışı denemeye hiç kalkışmamıştı çünkü şimdiye kadar bunu yapmaya hiç zorlanmamıştı. Bu geceye kadar kimselere fark ettirmeden ön kapıdan sessize süzülüp dışarı çıkabiliyordu, ama şimdi artık o kolay kaçışlı tarih olmuştu çünkü Sıkıcı Bob sürekli ensesindeydi. Şu andan itibaren evden dışarı adımınızı atmıyorsunuz gen bayan! Artık karanlık bastığında vahşi bir kedi gibi dışarıda kalakaldı. Bir SUV penceresinin altından tıpkı kara bir köpekbalığı gibi süzülüp geçti ve sessiz cadde boyunca, sanki belirli bir evi arıyormuş gibi usulca ilerlemeye devam etti. Bizim evi aramadığı kesin, diye düşündü. Şimdiye kadar ilgi çekici hiç kimse, onun koruyucu ailesi olan Sıkıcı Bob ve en az onun kadar sıkıcı karısı Barbara Buckley’in evine uğramamıştı. İsimleri bile sıkıcıydı. Akşam yemeklerindeki muhabbetlerinden bahsetmiyordu bile. Günün nasıl geçti, hayatım? Peki ya seninki? Havalar gittikçe güzelleşiyor, değil mi? Lütfen bana patatesleri uzatır mısın? Claire onların o pamuklara şartlı dünyalarında tam bir yabancı, anlamak için çabalayıp da bir türlü anlayamadıkları ası çocuktu. Onu anlamak için gerçekten uğraş veriyorlardı. Claire onlar yerine tüm geceyi ayakta geçirip nasıl eğleneceklerini bilen ressamlar, aktörler ya da müzisyenlerle yaşıyor olmalıydı. Kendi tarzında insanlarla. Siyah araba gözden kaybolmuştu. Ya şimdiydi ya da Derin bir nefes alıp yaylanarak atladı bırakırken gecenin serin havasının uzun saçlarının arasından geçişini hissetti. Bir kedi kadar nazik bir biçimde dalın üzerine kondu ve dal ağırlığıyla titredi. Tereyağından kıl çekmek kadar basit olmuştu. Daha alttaki bir dala geçti; tam aşağı atlamak üzereydi ki, siyah SUV yeniden göründü ve mırıl mırıl çalışan motoruyla bir kez daha geçip gitti. Claire araba köşenin ardında kaybolana kadar bekledikten sonra kendini ıslak çimenlerin üzerine bıraktı. Arkasını dönüp eve son bir kez baktığında, Bob’un ön kapıdan hızla fırlayıp ona çemkirmesini bekliyordu: Hemen içeri gir genç bayan! Ne var ki verandanın ışığı hâlâ sönüktü. Şimdi artık gece başlayabilirdi. Kapüşonlu eşofman üstünün fermuarını çekip, hep yaptığı üzere şehir merkezine, tabiri caizse hayatın aktığı yere ilerlemeye başladı. Gecenin bu saatinde caddeler ıssız, evlerin çoğu karanlıktı. Oymalı ahşap süsleriyle lam fotoğraflara layık evlerle bezeli olan bu mahalle, üniversite hocası erkekler ve her biri glütensiz vejetaryen birer hayat sürüp kitap kulüplerine üye annelerden ibaretti. Bob burayı, gerçeklerin çepeçevre sardığı yirmi beş kilometrekarelik bir alan, diye tanımlardı ama kendisi ve Barbara da tam da bu bölgeye aitlerdi. Claire ise nereye ait olduğundan emin değildi. Yıpranmış botlarının ucuyla ölü yaprakları savurarak caddeden aşağı yürümeye başladı. Bir blok ötede, iki erkek ve bir kızdan oluşan üç kişilik bir ergen grubu, sokak lamba Duydum ki yine kafesine kapatılmışsın. “Sadece otuz saniyeliğine.” Çocuğun ona uzattığı yanmış sigarayı alarak derin bir nefes çekti ve mutlulukla dumanını üfledi. “Pekâlâ, bu gece için planlarınız neler? Ne yapıyoruz?” “Şelalenin orada bir parti olduğunu duydum, ama oraya gitmek için bir araç bulmamız lazım.” “Kız kardeşin yok mu? Bizi o götürebilir. “Hayır, babam arabasının anahtarlarını aldı. Buralarda biraz takılalım. Belki bizi götürecek birileri çıkar.” Genç çocuk bir an durup, Claire’in omzunun üzerinden caddenin ilerisine baktı. “Hah. İşte geliyor bile.” Claire döndü ve lacivert bir Saab’ın hemen yanında durmasıyla sızlanmaya başladı. Yolcu koltuğunun penceresi indiğinde Barbara Buckley, “Claire, arabaya bin,” diyordu. Sadece arkadaşlarımla biraz takılıyordum.’ “Neredeyse gece yarısı oldu ve yarın okul var.” Yasadışı bir şey yapmıyorum.” Bob Buckley oturduğu sürücü koltuğundan emrederek, Arabaya bin, genç bayan!” dedi. “Siz benim anne babam değilsiniz!” “Ama senden biz sorumluyuz.’ Hah, öyle korktum ki şimdi altıma edeceğim. Claire gülmeye başladı, ama o an Barbara’nın üzerinde bir bornoz olduğunu ve Bob’un da saçlarının bir tarafının yataktan hızla kalkmış olduğundan dimdik durduğunu fark etti. Belli ki ona yetişebilmek için öylesine acele etmişlerdi ki, giyinmeye bile fırsatları olmamıştı. Her ikisi de olduklarından daha yaşlı ve yorgun görünüyorlardı. Karşısında onun yüzünden yataklarından fırlamış ve yarın muhtemelen yine onun yüzünden yorgun uyanacak, darmadağın olmuş orta yaşlı bir çift vardı. Barbara bitkin ve derin bir nefes verdi. “Senin anne ve baban olmadığımızı biliyoruz, Claire. Bizimle yaşamaktan nefret ettiğini de ama senin için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. O yüzden lütfen, arabaya bin. Sokaklar senin için güvenli değil.” Claire arkadaşlarına bezgin bir bakış fırlatıp aracın arka koltuğuna geçti ve kapıyı kapattı. “Oldu mu?” diye sordu. “Şimdi memnun oldunuz mu?” Bob dönüp ona baktı. “Bunun bizim memnun olmamızla bir ilgisi yok. Bu senin iyiliğin için. Anne ve babana sana gözümüz gibi bakacağımıza dair söz verdik. Eğer Isabel hayatta olsaydı, seni bu şekilde görmek onu çok yaralardı. Böylesine kontrolsüz, her daim barut fıçısı gibi kızgın olman onu üzerdi. Claire, sana hayatta ikinci bir şans verildi ve bu senin için bir armağan. Lütfen, onu heba etme.” Derin bir iç geçirdi. “Şimdi kemerini bağla. Anlaştık mı? Bob sinirli olsa ona bağırırdı ve Claire de bunun altında kalmazdı ama yola çıktıklarında Claire arka koltukta pişman ama özür dileyemeyecek kadar gururlu bir tavırla kollarını bedenine sarmıştı. İçinden, yarın onlara karşı daha nazik olacağım diye geçirdi. Barbara’nın sofrayı kurmasına yardım edeceğim, hatta belki Bob’un arabasını yıkarım çünkü kahretsin ki bu arabanın buna gerçekten çok ihtiyacı var. Barbara, “Bob,” dedi. “Şu araba ne yapıyor böyle?” O an adeta kükreyen bir motor sesi duyuldu ve aracın farları dosdoğru üzerlerine gelmeye başladı. Barbara bir çığlık attı: “Bob!” Korkunç sesler gecenin sessizliğini bölerken, Claire çarpmanın etkisiyle emniyet kemerinin içinde hızla savruldu Camlar kırılıyor, çelik gövde darmadağın oluyordu. Ve bin ağlıyor, inliyordu. Claire gözlerini açtığında dünyasının tepetaklak olduğunu gördü. Duyduğu iniltiler ondan geliyordu. Barbara?” diye fısıldadı. Burnuna bir tane daha. Claire güçlükle nefes alabiliyordu. Bir şekilde dönmeyi başardı ve nihayet düz bir biçimde uzanabildi. Paramparça olmuş cam gözlerinin önündeydi Benzin kokusu giderek daha da artıyordu. Aklında her an çıkabilecek bir yangın, ateş ve kızaracak olan etleriyle, pencereye doğru bir hamle yaptı. Çık buradan, çık buradan. Bob ve Barbara ‘yı kurtarmak için henüz vaktin varken çık dışarı! Camın kırılmayan son kısımlarına da birer yumruk indirip parçalarını kaldırımın üzerine savurdu. O an bir çift ayak gelip lam gözlerinin önünde durdu. Başını kaldırıp bakışlarını çıkışına engel olan adama dikti. Yüzünü göremiyordu, sadece gölgesini seçebiliyordu, bir de silahını. O sırada onlara doğru yaklaşmakta olan bir arabanın lastik sesleri duyuldu. Claire tıpkı güvenli kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi kendini yeniden arabanın içine çekti. Elinden geldiğince pencereden uzak durmaya çalışarak başını kollarının ardına gizledi ve kurşunun canını yakıp yakmayacağını merakla beklemeye koyuldu. Acaba kurşunun kafatasının içinde patladığını hissedecek miydi? Öylesine kıvrılıp adeta bir top halini almıştı ki, tek duyabildiği kendi nefesi ve delicesine atan nabzıydı. Neredeyse ona seslenildiğini bile duymayacaktı. “Claire Ward sen misin?” Konuşan bir kadındı. Öldüm galiba. Benimle konuşan da bir melek olmalı. “Gitti. Şimdi güvendesin. Dışarı gel,” dedi melek. Ama acele etmelisin.” uzattığı elini tuttu ve kadın onu dışarı çekti Claire nihayet kaldırıma doğru yuvarlandığında üstündeki cam kırıklar, sağanak bir yağmur gibi yere düşmüştü. Hızla doğrulup oturdu. Gecenin karanlığında gözünün önündeki her şey belli belirsizdi. Sersemlemiş halde bir anda ters dönmüş arabayı gördü ve hızla başını yeniden yere eğme ihtiyacı hissetti. “Ayağa kalkabilecek misin?” Claire usulca başını yukarı kaldırdı. Kadın baştan ayağa siyahlar içindeydi. Sokak lambasının ışının altında parlayacak kadar açık renkli sarı saç tutamlarını atkuyruğuyla toplamıştı. “Sen kimsin?” diye fısıldadı Claire. “Kim olduğum önemli değil.” Bob… Barbara…” Claire bir kez daha tepetaklak olmuş Saab a baktı. “Onları arabadan çıkarmamız gerek! Bana yardım et. Claire şoför koltuğuna doğru sürünüp kapıyı sonuna kadar açtı. Bob Buckley kocaman açtığı ama hiçbir şeyi göremeyen gözleriyle kaldırıma yığıldı Claire gözlerin, şakağında açılan kurşun deliğine dikmişti. “Bob,” diyerek inledi. “Bob!” “Artık ona yardım edemezsin.” “Barbara, peki ya Barbara?” “Onlar öldüler, anlıyor musun? İkisi de öldü.” Claire gözlerini bir türlü Bob’dan alamayarak başını iki yana salladı. Bob şimdi artık başının etrafında giderek daha da büyüyen koyu renk bir halenin tam ortasındaydı. Claire, “Bu olamaz,” diye fısıldadı. “Bir kez daha aynı şeyi yaşayamam.” “Gel, Claire.” Kadın elini tutup onu ayağa kaldırdı. “Benimle gel. Tabii eğer hayatta kalmak istiyorsan.” İkinci Bölüm On dört yaşındaki Will Yablonski’nin karanlık New Hampshire tarlalarından birinde uzaylıları aradığı gece aslında ölmüş olması gerekirdi. Will o geceki avı için gerekli tüm malzemeleri temin etmişti. Üç yıl önce daha henüz on bir yaşındayken kendi elleriyle yaptığı teleskopu yanındaydı. İşe kalın, seksen tanecikli zımpara kâğıdıyla başlamış, cama şekil verip, pürüzsüzleştirmek ve cilalamak için kâğıdı giderek daha da inceltmişti ve teleskopun bütününü tamamlamak tam iki ayım almıştı. Babasının yardımıyla kendi altazimut lamelini yapmıştı. Yirmi beş milimetrelik merceğini eniştesi Brian hediye etmiş, sonra da Will’e gökyüzünün açık olduğu gecelerde akşam yemeğinden sonra bu aleti tarlaya taşımasında yardımcı olmuştu. Ne var ki Brian Enişte bir gece kuşu olmaktan ziyade erkenci bir tavuktu ve saat akşam onu vurduğunda çoktan gece olduğunu söyleyip, yatağına yatmış olurdu. Will için, bu hazine avının modası hiçbir zaman geçmedi. Kendini hâlâ tüm ekipmanı Brian Eniştesiyle evin dışına çıkarıp, giderek kararan açık havada kurduklar, ilk gün kadar heyecanlı hissediyor ve her defasında, içinde o gecenin Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı’nı bulacağı gece olacağına dair bir inanç taşıyordu. İşte o zaman verdiği çabaya değiyordu; sıcak çikolata ve şekerlerle ayakta tutmaya çalıştığı sayısız gece nöbetlerinin bir anlamı oluyordu. Hatta Maryland’deki eski sınıf arkadaşlarının onun için söyledikleri aşağılayıcı sözler bile daha çekilebilir oluyordu. Şişko. Hep böyle Pofuduk Şeker olarak kalacaksın. Her zaman yaptığı gibi alacakaranlığın hemen ardından kuyrukluyıldız avına çıkmıştı. Bu vakti özellikle seçiyordu çünkü yıldızlar güneş battıktan hemen sonra ya da doğmadan hemen önce daha çok görülüyorlardı. Şimdi artık güneş batalı saatler olmuştu ve buna rağmen Will bir tanecik bile yıldız görememişti. Geçip giden birkaç uydu ve hafifçe yanıp sönen bir meteor görmüştü ama bu işe başladığından beri gökyüzünde henüz görmediği bir şeye rastlamamıştı. Teleskopun ucunu farklı bir yere çevirip Canes Venatici Takımyıldızının en altta duran yıldızına baktı. Namı diğer Av Köpekleri Takımyıldızı. Bir an babasının bu takımyıldızının adım söylediği geceyi anımsadı. Her ikisinin de şafak sökene dek oturup, termoslarındaki çayı yudumlayarak bir şeyler atıştırdıkları o soğuk… Will birden olduğu yerde doğruldu ve arkasına baktı. O ses de neydi öyle? Bir hayvan mıydı yoksa ağaçların arasında esen rüzgâr mı? Bir an öylece kalıp, etrafa kulak kesildi ama gece eski sessizliğine yeniden gömülmüştü. Hatta öyle sessizdi ki, aldığı her nefes duyabildiği en güçlü sesti. Brian Enişte, Will’i bu ormanın son derece güvenli olduğu konusunda ikna etmeyi becermişti ama gecenin bir yarısı bu karanlıkta… Will’ in aklına türlü türlü keskin dişli yaratık geliyordu. Kara ayılar. Kurtlar. Panterler.
Tess Gerritsen – Rizzoli & Isle Serisi 10 – Sona Kalan
PDF Kitap İndir |