Tezer Özlü – Çocukluğun Soğuk Geceleri

Bir zamanlar beden eğitimi öğretmenliği yapmış babam, düdüğünü saklamış. Sabahları çizgili, bol pijamasını çıkarmadan düdüğünü öttürüyor: — Nazlıydın niçin geldin askere? Haydi kalk! Haydi kalk! Borazan gibi bir sesle bağırıyor. Uyanıp, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendimi Süm’ün koynunda buluyorum. Babamın bu evle, askerlik arasında ne gibi bir bağlantı kurabileceğini düşünüyorum. Babam ev yaşamında askeri bir düzen istiyor. Bu kesin. Zengin olsa belki de kapıda borazanlar çaldıracak… Babamın kuşağındaki Türk erkekleri ne büyük bir ordu ve askerlik sevgisi besliyorlar… Şimdi taşrada değiliz. Geniş tahta evler arasındaki meyve bahçeleri sessiz kasabalarda kaldı. Ve sessiz kasabalar da 50’li yıllarda. Eriyen karlar altında açan sarı, mor çiğdemler topladığımız Esentepe’nin yüksek çamları soyut bir çocukluk düşü. İnce bacaklarımla aydınlık yaz günlerinde yokuşu koşuyorum… Serin esintisine doğru dalgaların… Saraçhanebaşı’nda başlayan bulvar, ortasında çınar ağaçlarının yükseldiği geniş bir yaya yoluyla Edirnekapı’ya dek uzanıyor. Yaya yolunun iki yanında kırmızı ve yeşil vagonlarıyla tramvaylar işliyor. Bulvardaki yapıların alt katlarında tek tük dükkânlar ve bir iki banka var. Yolun hemen hemen ortasında, arnavutkaldırımlı genişçe bir yokuş Çarşamba’ya bağlanıyor. Soldan ikinci sokağın sağa dönen çıkmazında evimiz.


Çocukluğunda oynadığı bu yangın mahallelerine yerleşmemiz, anlayamayacağımız bir mutluluk veriyor babama. Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem de yalnızlıktan. Kış sabahları kasabanın dışındaki okula giden yolda, tipiden yüzlerimizi öne eğerek ilerliyoruz. Ellerim soğuktan çatlamış, kanıyor. Yaz aylarında tezeklerin kurutulduğu yokuşlar bembeyaz karla kaplı. Evlerin çatılarından kalın buzlar sarkıyor. Yangın yerleri üzerine özlediği evini yaptırıyor babam. Temel kazılırken, kum, kireç gelirken, tuğla duvarlar örülürken hep işçilerin başında. Yapı biter biter bitmez arkadaki küçük bahçeye üç çam ağacı diktiriyor. Kasabanın elektrikleri akşamüstü veriliyor, gece yarısı da kesiliyor. Bahçelerin tahta çitleri boyunca uzanan sokaklarda geç gelen yazla birlikte sessiz bir aydınlık oluyor. Öğleden sonra da horozlar ötüyor. Dağ yamaçlarında sığırlar otluyor. Kimi günler İstanbul’dan Ankara’ya giden kesik burunlu otobüsler saat kulesi önündeki alanda duruyor. Seyahat eden, büyük kentlere gidip gelen bu insanlara özlemle bakıyorum.

“Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım,” diye geçiyor içimden. Babam yıllar sonra: — Buldum, diyor. — Bu apartmanın adı “Çelebi Apartmanı” olmalı. Bir mermer levhaya bu adı yazdırıp, giriş kapısının sağına asıyor. Evin önündeki sokağı kalabalık bir ailenin göz göz odalardan oluşan gecekondusu kaplamış. Sokağa diktikleri söğüt iyice büyümüş. Yaz aylarında ağacın altında oturuyorlar. Geceleri şarkı söyleyip, tef çalıyorlar. Onların gürültüsüyle iç içe yaşıyoruz. Tahta evin alt katında ev sahibesinin yüz yaşını aşmış babası yatakta bembeyaz yatıyor. Yeniden sütdişleri çıkarıyor. Sürekli olarak bir at arabasında köye doğru yol alışını sayıklıyor. Kadın, fırınlı sobadan çıkardığı közde sütlü kahve pişiriyor. Çocuğuz diye bizlere vermiyor. Küçük penceresine beyaz perdeler asmış.

Bahçedeki ağaçlarda mürdüm erikleri oluyor. Ev sahibesinin babasının beyaz çarşaftan çıkan ince bacağı, büyük ayağı ve uzamış tırnaklarına korkuyla bakıyorum. Evde altı kişi oturuyoruz. Ortası iyice çökmüş bir demir karyolayı Süm ile paylaşıyorum. Annemle babamın çeyiz karyolası. Süm, somyanın çukuruna yatar yatmaz uyuyor. Ben de çukura inen yokuşta uykuyu arıyor, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim. Her gece onun dizinde yatıyorum. Yarın ayrılacağız. — Seni öpeceğim, diyor. — Henüz hiçbir erkekle öpüşmedim ki. — Sen benim üstdudağımı, ben de senin altdudağını öpeceğim, diyor.

Dediğini yapıyoruz. Bizi bıraksalar. Ben onun dizlerine yatsam. İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek. Ana karnındaki çocuk gibi. Bunni’nin somyası da bizim odada. Bunni, günde beş kez namaz kılıyor. Arapça dualar okuyor. Dua okurken onu kızdırırsak, sesini iyice yükseltiyor. Geceleri uykusunda da “Allah! Rabbim!” diye bağırıyor. Doksan yıla yaklaşan ya da geçen yaşamında en çok “Allah” sözcüğünü kullanıyor. Yatakta uykuyu her zaman aradım. Çevredeki tüm sesleri duydum ve ışıkları gördüm.

Hastanelerin sessiz gecelerinde bile ilerideki çocuk kliniklerinden gelen çığlıkları işitip, uyuyamadım. Bunni sabahları erkenden kalkıyor. Sobanın küllerini temizliyor. Odunları yerleştirip, önüne çıraları koyuyor, biraz da gaz döküp sobayı yakıyor. Çıralardan “pat, pat” sesleri çıkıyor. Odanın ağaran günle birlikte grileşen nemli havasına güzel bir aydınlık ve sıcaklık yayılıyor. Artık kalkma zamanı. Oda ısınmamışsa da, sobanın iyice yanına sokulmak, biraz sıcaklık duyduktan sonra, güne başlamak gerekiyor. Buz gibi bir banyoda, daha da soğuk suyla aceleyle yüzlerimizi yıkayıp, sonra hemen sobanın başına koşuyoruz. Kara okul giysilerimiz akşamdan hazır duruyor. Ama gecenin soğuğunu iyice kapmışlar. Onları sobaya yaklaştırıp ısıtıyoruz. Soyunurken tüylerimiz diken diken oluyor. Bunni, büyük bir tepsiyle çay, ayva marmeladı ve kızarmış ekmek getiriyor. Taşradan İstanbul’a Süm’den bir yıl sonra geliyorum.

Süm bana öğrendiği yenilikleri gösteriyor. Kirli bir lavaboya toz döküyor: — Bak şimdi bu tertemiz olacak, diyor. Ovuyor. — Gördün mü? diye soruyor. Bir bakkal buzdolabı önünde durakladığımızda: — Pastörize süt içeceğiz, diyor. O ne? diyorum. — Kaynatılmadan içiliyor. Çok güzel. O içiyor. Ben sevmiyorum. Atlas Sineması’na gidiyoruz. Kocaman bir salon. Filmi unutmadım. Müfettiş. Sinema çıkışında Süm kestane kebabı satın alıyor.

Kent yaşamına alışmış. Koşulları hızlı bir gerçekçilikle benimsiyor. Oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım. Oda kapımızın arkasındaki askı, her zaman üst üste asılmış giysilerle dolu. Odadaki küçük gömme dolapta (ağabeyim dışında) tüm aile bireylerinin giysileri asılı. Bir askı genişliğinde olmadığı için, bütün askıları yan asmak gerekiyor. (Ağabeyimin odasındaki dolap, bir askının rahatlıkla sığabileceği genişlikte.) Odada halı var. Ama perde rayları iyi çalışmıyor, perde de camı bütünüyle örtmüyor. Babamın taşrada yaptırdığı iki çekmeceli masada çalışıyoruz. Masa lambamız çeşitli yüksekliğe göre ayarlanabiliyor. Çalışma masasının karşısındaki duvara baba öğütlerini asıyor: Yavrularım: 1. Işık soldan gelmeli. 2. Kitap gözünüzden 30-45 cm uzaklıkta durmalı.

3. Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı vb…… Bu vatana hayırlı evlatlar olmanız isteği ile başarılar dilerim. Sevgili ve cefakâr babanız. Ad. Soyadı. İmza. Bitişik, annemle babamın yatak ve aynı zamanda konuk odası. En yeni halı burada serili. İki kişilik yataktan artan boşluğa dört büyük koltuk alındı. Koltukların renginde güneşlik perde, üzerlerine de tül asıldı. Yeni yapıldıkları için, camları iyice örtecek genişlikte. Sabah annemlerin yatağı toplanıp bizim odaya yığılıyor, divana bir örtü konuyor. (Bu evlerin her yanı eşyalarla yığılı. Her şey bir köşeye tıkıştırılmış.) Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi.

Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki. Eve gelen konuklar ne az ne de çok. Bunlar çoğunlukla “görev ve vatanlarına düşkün” karı kocalar. Konuklar bu odada ağırlanıyor. Kolonya dökülüyor, şeker tutuluyor, sonra tatlı bisküvi ile çay sunuluyor. Bayramlarda da likör ve çikolata veriliyor. Konuklar geldiğinde en çok babam konuşuyor. Konular hep aynı. Okul. Görev. Başarı. Yönetici ile çekişmeler. Çocukların başarıları.

Gene okul. Gene görev. Ağabeyim rahat. Onun özel odası var. Kitaplığı, giysi dolabı, dilediği zaman yakabileceği gaz sobası var. Ayakkabılarını bana boyatıyor. İlkin çamurlarını iyice temizlememi istiyor. Kitapları odasının duvarlarını kaplıyor. Onları çok titiz kullanıyor. İzinsiz almamızı istemiyor. Gene de o çıkar çıkmaz odasına giriyorum. Her gün geçtiğim için mi, yoksa boşluktaki duyguları yansıttığı için mi, yoksa herkes sözünü ettiği için mi, hep Sisler Bulvarı’nı okuyorum. Bekleyen gemiler. Uzak limanların özlemi. Düşlenen, erişilemeyen sevgililer.

Arabulucu filminde çocuk, konuk olduğu aristokrat malikanesinin geniş tahta merdivenlerinden yukarıdaki odasına koşuyor. Yalnız kaldığı an, perdeleri aralıyor. Gökyüzüne bakıyor. Ay bulutlar arasında. İyice belirgin. Dünya ve evren nasıl bir bilmece. Aynı çocuğun baktığı ay gibi. Boşlukta. Mutfakta bir ıtır, konuk odasında da bir kauçuk evi süslüyor. (Kauçuk ağacını bugün de hiç sevmem. Orta sınıf evlerinin ağır, bunaltıcı havasını, ya da hiçbir işin yürümediği, memurların bütün gazeteleri evirip çevirdiği, duvarlara baktığı büroların sigara dumanlı havasını anımsatır bana.) Hol taş. Karanlık. Odalar ve mutfak buraya açılıyor. Yemekleri de burada yiyoruz.

Babam, fazla elektrik yakılmasın diye ampüllerin karanlık ile aydınlık arasında ışık verenlerini seçiyor. Kimsenin olmadığı bir yerde ışık yanarsa çok öfkeleniyor. Holdeki gömme büfenin önünü, babam Atatürk köşesi yapıyor. Burada Atatürk’ün altın yaldızlı bir büstü duruyor. Yanında küçük bir maden çubuğa çekilmiş, ipek kırmızı saten üzerine iğne oyası ile ay yıldızı işlenmiş bir Türk bayrağı yükseliyor. Babam, ara sıra, özellikle ulusal bayram günlerinde hep birlikte İstiklal Marşı’nı söylememizi istiyor. Kimse katılmayınca da, borazan sesiyle marşı sonuna dek söylüyor. Radyoda da İstiklal Marşı çaldığında, hazırol duruyor. Bizim de durmamızı istiyor. — Evde hazırol durulmaz, diye direniyoruz

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir