Theodor Plievier – Berlin

Beni yaratan, biçimlendiren senin ellerin olduğu halde, beni yok eden de semin. (Kitabı Mukaddes, Eyüb Bahsi, 10. Bap) “Berlin’e atandınız.” “Ben oraya gittiğimde belki de iş işten geçmiş olacak.” “Olabilir, yine de sizi yarın yola çıkarmak zorundayız.” Albay Zecke’nin Berlin’deki Karlshorst Eğitim alayına “Sevk ve idare” kursu öğretmeni olarak atandığını bildiren telgrafın Zossen’dekİ Ordu Personel Dairesinden çikildiği gün ile Prag’daki karargaha varması arasında haftalar geçmişti. Bu arada Berlin geceler boyu bombalanmış, Dresden tamamen yıkılmış ve her türlü ulaşım kesildiği gibi posta telgraf hizmetleri de aksamıştı. Zecke, “Belki de İş işten geçmiş olacak,” diye tekrarladı. Genel Çöküşün an meselesi olduğu şu sırada Prag’dan ayrılmayı, hele hele bütün Almanya’nın sürüklendiği girdabın merkezi olan Berlin’e gitmeyi hiç İstemiyordu. Arkasında Rcslar, SibiryalIlar ve Kazaklarla Mareşal Zukov, Oden’e varmıştı. Daha güneyde Neisse’de, tankları ve özbekler’den, Türkmenler’den oluşan süvarileriyle Koni ev mevzi lenmişti. Asya, olanca gücüyle ezici bir çığ gibi saldırıya hazır bekliyordu. Batıda Amerikalılar İle Ingilizler, Remagen ye Oppenheİm bölgelerinde Ren Irmağına kadar gelmişler, Rees ve Wesel arasını ele geçirmişler, Ruhr’u kuşatmışlardı ve giderek daha içerlere ilerliyorlardı. Güneyde Fransızlar, Vosges dağlarını geçmeye başlamışlar ve Kara Orman’ı ele geçirmişlerdi. Zecke pencereden dışarı baktı.


Karargahın bahçesindeki yaşlı ıhlamur ağacının tomurcukları kabarmıştı. Bu tomurcuklar gece patlayacaklardı ve bahçe İle Moldava Irmağı üzerindeki bu şehrin bütün sokakları, alanları ve ıssız köşeleri baharın taze yeşiliyle canlanıverecektİ, 1945 Nisanıydı, ılık bir bahar günü. Komutan yardımcısı, “Elimizden bir şey gelmez, Zecke.” dedi. “En iyisi, sen kantine uğrada, yolculuk için bir şişe konyak al yanına!” Zecke’nin bocalayışını ve Berlin denilen cadı kazanına gitmek için Prag’dan ayrılmak istemeyişini anlayışla karşılıyordu. Bu karargâhtakiler savaşın durumunu ve Hitler’in Reich’ını nelerin bekleyebileceğini gerçekçi yorumla değerlendirirlerdi. “Haklıs’ın, ama General bile istese bu emri değiştiremezdi.” Evet, işte o kadar. Albay Zecke hareket emrini aldı. Ertesi sabah giin doğmadan Berlin’e giden trene bindi. Ordunun furgon bozması yeni trenlerinden biriydi bu. Pencere yerine ince yarıklar (bombalar altındaki Almanya’da, cam, bulunmaz nesneler arasına’ girmişti.) tahta sıralar ve göğüs hizasında kontrplak bölmelerle kompartımanlara ayrılmış vagonlardan oluşuyordu. Kendisini uyanmakta olan güne taşıyacak tekerlekler dönmeye başlayınca, Zecke, ardında bıraktığı huzuru düşündü. Prag karargâhı iki yılı aşan süre boyunca güvenli bir sığınak olmuştu.

Moskova’daki çöküntüden -Zecke’nin kendi çöküntüsünden- sonra rapor aldığından bu yana Karargâh Komutanı Odasında oturmaktan başka bir şey yapmamıştı. Yine de buradaki yaşamı, huzurlu ve güvenli olmakla birlikte büsbütün durağan değildi. Çeşitli geziler, toplantılar, tartışmalar ve ortak görüşler yaşanmıştı. Ne var ki. bu düzen, 20 Temmuzdaki başarısız suikast girişiminden Sonra alt üst olmuş ve Zecke gibi bu girişime kenarından kıyısından bulaşanlar, bu sarsıntının sillesini yemişlerdi. Bir suikast girişimini gerçekleştirmek, PrusyalI generalerin üstesinden gelecekleri işlerden değildi. Üstelik, tutucuların liderliğinde ve ordunun koltuk altında bir koalisyon hükümeti kurmak görüntüdek maddeciliği dengelemek için hükümet üzerine bir de kilisenin denetimini getirmek gibi amaçlar ise kamuoyunun desteğini sağlamaya yetmemişti. Dahası, işçiler arasında olsun, ordu içinde olsun, dağınık muhalefet grupları içinde olsun, yeterli bir örgütlenme becerilememişti. Aslında ilginç bir fikirdi, koltuğuna kurulacaksın, masanın üzerindeki .elefonlardan birini açacaksın, sihirli bir formül fısıldayacaksın ve telefonun öbür ucunda olaylar harekete geçecek. Oysa herhangi bir iç ayaklanmayı anında bastırmak için Hitler’in tasarladığı “Valküre Planı”nı uygulamak bile işe yaramamıştı. Başarısızlığın nedeni, en az içinde bulunulan durum kadar aykırı olan, eldeki malzemenin yanlış kullanılması değildi. İşin püf noktası, gerekli temel koşulların bulunmayışıydı. Bunların en önemlilerinden biri, bu girişimin dışardan destek görmeyişiydi. Eğer tasarlananlar aksaksız gerçekleştirilebilseydi.

‘ tamamlanmış devrimi meşrulaştırmak düşman güçlere düşecekti. Oysa Almanya’da bir ayaklanmanın patlak vermesi ve bunun sonucunda yeni bir hükümet ve yönetim kurulması, düşman güçlerin savaşın sonuyla ilgili tasarılarına uymuyor, işlerine gelmiyordu. Zecjke, bunun böyle oldbğunu Kazablanka, Tahran ve son- olarak di Yalta konferanslarından beri sezinliyordu. Düşman artık “Dört özgürlük” isteğini bir yana bırakmış, “kayıtsız şartsız teslim” diye diretir c.muştu. Albay Zecke kalktı, kompartmanlara göz attı. Tahta sıralarda çeşitli rütbelerden subaylar oturuyordu. Subayların yanı sıra neferler de görülüyordu. İçlerinde yaralılar, raporlular ve sevk emirleri ceplerinde ve o kasaba senin bu kasaba benim bütün ülkeyi dolaşarak, istasyonlarda bezelye çorbasına fit olup, vagonlarda uyuklaya uyuklaya, kalan zamanlarını tüketen düzmece hastalar vardı. Trende her türden, her alaydan, her rütbeden bir temsilci görülüyordu. Ne var ki, bakımsızlık ve düzensizlik aralarındaki ayrımı yok ediyordu. Artık ne palaskalar cilalanıyordu, ne çizmeler. Göğüs bağır açıktı. Kasketler, tıraşı uzamış asker kafalarının üzerinde iğreti ve bumburuşuk duruyordu. Ağızlarının köşesinde unutulmuş sigaralar vardı.

Elleri kir pas içindeydi. Zecke’ye aldırış eden olmadı, selam vermek için kimse yarinden kıpırdamadı. Avrupa’nın bütün savaş alanlarındaki yenilgiden yorulmuş, ortak ve genel bir sefalete batmış suratların hepsine felâketin pası yormuştu. Zecke, pencerenin yanındaki yerine oturdu. Ormanlar, tarlalar, alçak tepeler, bayırlar. Bin yıldır kölelikten kurtulamamış Bohemya’nın kırları. Zecke, gözlerini mavi gökyüzüne kaldırdı. Bitişik kompartımandaki konuşmalar dalıa uzaklaşıyor gibiydi. Seslerden biri Zecke’ye bir çağrışım taşıdı, yağan karın hayal meyal anısı. Zecke uykudan kendini sıyıramıyordu. Tren Moldava havzasını , geride bıraktı, Elbe’nin kumtaşı dağlarının arasından geçti, sınır şehri Tetschen-Bodenbach’da bile durmaksızın Elbe Vadisinde yoluna devam etti. Zecke, altındaki tekerleklerin sesi yavaşladığında uyanabildi. Pencerenin yarığından dışarı baktı. Dresden’i gördü, daha doğrusu bir zamanlar Dresden olan yeri. Sanki dev bir sabanla toprağı sürmüşlerdi de, geriye yıkıntılardan öte bir şey kalmamıştı.

O koca koca otellerden iz bile yoktu, oysa en az beşi altısı şuracıkta olmalıydı. Şimdi onların yerinde, kımıltısız bir taş ve tahta yığını dalga dalga uzanıyordu. Yıkıntıların arasında şurada bir sütun, orada bir pencere kemeri, daha ötede parçalanmış bir kulenin iskeleti, tepesi uçmuş bir kilise yükseliyordu. Dresden’in süslemeleriyle ünlü evlerinin duvarları, genel çöküntünün içinde is ve pisliğe bulanmış olarak birer hayalet gibi duruyordu… Birtakım yerleri haritadan kazımaktan kim söz etmişti? Kim başlatmıştı bunu, kim sürdürmüştü? Hey yüce Tanrı, bu gidişin sonu nedir, nereye varır? Yıkıntılar denizinin şurasında bir zamanlar Frauenkirche vardı. Zecke’nin o kilisede oturup Mozart’ın cenaze marşını dinlemesinden bu yana pek öyle uzun bir süre geçmemişti. O gün çevresi üniformalar ve içtenlik dolu dinsel mırıltılarla doluydu, yüreklerinde ise alçaltıcı bir biçimde idam edilmiş birinin, VVitzleben’in anısı yaşıyordu. VVitzleben’in arkadaşları kilisede toplanmışlar, cenazenin resmi protokolünden olan kişilerle, Üçüncü Reich’ın yüce yöneticileriyle bir araya gelmişlerdi. “Dies irae, Dies illa. ” Feldmareşal von VVitzleben bir kasap çengelinde asılı. Son yolculuğuna çıkarken çektikleri bir dehşet filmi gerçekte. Ne büyük utanç…Oysa aşağılanan ve küçülen o değil, güzelim giysileri içindeki iki yüzlü alçaklar oldu. Ayıplanan ve gülünç düşen, pantolonunu kavrayan ellerinin içler acısı görünümüyle (pantolon askılarını aldıkları için duruşma boyunca pantolonunu elleriyle tutmak zorunda kalmıştı) Feldmareşal değil, gümbürdeyen sesiyle Halk Mahkemesinin Başkanı, idam alanını gösteren fotoğraflarıyla propaganda Nazırı ve duruşmayı bir film seyreder gibi izleyenler oldu. Teşhir direğine çarmıhlanan onlar oldu ve oradan bir daha hiç kurtulamayacaklar. VVitzleben, Hassell, Hoppner, Moltke…yüzlercesi asıldı, öldürüldü, vuruldu. Ve daha binlercesi, işçiler, öğrenciler, ev kadınları…Tanrı onları adlarıyla çağırdı ve benimsedi.

Ve günün birinde Almanya, yıkıntının küleri arasından yeniden doğrulduğunda, onlar orada olacaklar. “Dies irae, Dies illa. ” Tekerlekler, yer yer yamanmış, onarılmış Elbe köprüsünün üzerinden ağır ağır geçiyor. İki bin yıl önce tapınağın örtüsü yırtılmıştı. Bugün ise kilisenin kendisi parçalanıyor. Frauenkirche kilisesi, kulesinden mihrap merdivenlerine kadar çatlayıp ayrılmıştı.Org parçalanmış, renkli vitraylar , barok pencerelerin camları un ufak olmuştu. “Dies İrce, Dies illa… ” Chiavehİ’nİn, Canzler’İn, Dungen’İn, Semper’in yapıları, Brühl Terası yıkıntılar içindeydi. Röliyefler ve freskler, Rapheil’İn, Gİotto’nun, Holbein’in, Dürer’in, Cornelİus’un tabloları yıkıntılar arasındaydı. Avrupa’nın gülümseyen yüzünden arta kalan toz yığıhından başka şey değildi. Böyle olması gerekli miydi? Bu tüyler ürpertici yıkım İçinde bir tek şeye dokunulmamıştı: Askeri önem taşıyan, Almanya’nın en büyük garı ayakta duruyordu. Saksonya kralları devrinden bu yana, Dresden, emekli memur ve subayların şehri olarak tanınırdı. Hali vakti yerinde orta sınıftan aileler yaşardı burada. Balayına çıkan çiftler, ünlü galerilerde sessiz sedasız dolaşırlardı. Ufak otellerin kayıt defterlerinde Dostoyevski, Çaykovskİ, Balzac, Geonge Sand, Byron gibi adlara rastlanırdı.

Oresden, takviye güçleri için de bir yol kavşağı ve transit merkeziydi. Peki, gara neden el sürülmemişti? Ve Rus ordusu, tükenmiş Alman askerlerinin terkedilmiş hatları boyunca, zahmetsizce batıya ilerliyordu. El dokunulmamış gar, bir soru İşareti yaratıyordu. Çözümlenmemiş bir soru daha vardı. İki yıl önce Volga savaşının >on çarpışmaları, İki yüz bin cana malolmuştu. Bütün Almanya yasa gömülmüş, her yana siyah bayraklar asılmıştı. Burada İse İki gecede ölenlerin sayısı daha da büyüktü. Burada ölenler, yaşlılar, emekliler, işçiler, kadınlar, çocuklar ve göçmenler olmuştu. Böyle okluğu halde ulusal yas ilan edilmemişti. “Burada gömülü olanların sayısını kimse bilmiyor.” “Bombardımandan önce de, göçmenlerin sayısı bilinmiyordu, öyle Çoktular kİ.” “Sİz oradaydınız, değil mi Herr Hauptmann? ” “Evet, oradaydım. Tam o gün gelmiştim. Karargaha geçerken uğramıştım.” Genç yüzbaşı, kendisini “Boehlke” diye tanıttı.

Fazla konuşkan değildi. Yine de yavaş yavaş açıldı ve o geceyi anlattı. Giderek artan sıcaklık dayanılmaz olmuş, herkes kendini sığınaklardan dışarı atmış ve aievler İçindeki sokaklardan koşarak açıklık bir yer bulabilmeye çalışmıştı. “Grossen Parkında bir göçmen grubuyla karşılaştım. JEşyaları, arabaları da yanlarındaydı. Akıl almaz bir görüntüydü,.Panik İçinde oradan oraya koşup duruyorlardı. Uçaklar alçaktan uçuyorlar, dakika başında kalabalığı makinelilerle tarıyorlardı.” “Korkunç bir bombardımandı!” Bitişik kompartıman ; duyulan bu ses, Albay Zecke’ye çok bildik bir ses gibi geliyordu. Bitişikte koluaskıya alınmış genç bir binbaşı vardı, Zecke adamı birden tanıyıverdi. Alaydaki adıyla 0-17 diye tanınan, Bomelbürg’ün kurmaylarından Teğmen Hasse’ydi bu. Daha doğrusu Yüzbaşı Hasse. Yüzbaşı olduğu zaman Zecke’nİn yanına alay komutan yardımcısı olmuştu. Moskova yakınlarında, Nara üzenindeki ufak bir köydeydiler o zaman. Sığındıkları külube rüzgardan sallanıyordu.

Cam kırılmış, pencerenin pervazları kopmuştu. Zecke, yerde cam kırıklarının ve parçalanmış İdare lambasının arasında yatıyordu. Pencerelerden içeri kar doluyordu. Üzerine eğilen iki surattan biri, kendisine iğne yapan doktorun, İkincisi de yardımcısı Hasse’nin yüzüydü. Kalp krizi geçirmişti. Durup dururken olmamıştı bu. O . kargaşa içinde askerlerin geri Çekilmesi, binlerce ölü, bütün bunların üstüne de karlar içinde kaybolan ve bir daha ortaya çıkmayan Kumandan Bomelbürg’ün yok oluvermesİ kriz geçirmek İçin yeterli nedenlerdi. İşte şimdi, bitişik kompartımanda oturan, bu Hasse’ydi. Binbaşı Hasse, oldukça ince, renksiz bir ses. “Korkunç bîr bombardımandı.” diye tekrarladı. Bİr gecede çöle dönen, yıkıntı yığınları alttnda bir kitle mezarı oluveren, şehir, altlarında uzanıyordu. Yüzbaşı Boehlke konuşmasını sürdürüyordu. Dayanılmaz sıcaklığı, dumanlan, umutsuzluğu, alevlerin göz kamaştıran aydınlığını, sonbahar yapraklarını ortadan kaldırmak İçin yakılan ateşlerde yanan kuru yapraklar örneği insanların döne döne düşüşlerini anlatıyordu.

Onu, bombardıman merkezinin hemen dışında bulmuşlar, suya daldırıp çıkarmışlardı. Hasse tek düze bir sesle, “Korkunç bir bombardımandı.” diye tekrarladı. Bu seste, bu konuşma tarzında tuhaf bir şeyler vardı. Zecke eski yardımcısına selam vermek İçin tam ayağa kalkacakken olduğu yerde durdu kaldı, Oradour-sur-Glane’de, Udice‘de, Treblİnka’da, Ausdıwîtz’dç, olanlara, ‘B’ gaz siklonuna, “Nacht, und Nebel” kararnamesine, gaz odalarından ve fırınlardan çıkartılan yığınlarca insan cesedine ve öldürülmek üzere bekleyen daha yüz binlerce kişiye ne demeliydi? Siyasal bir ilke uğruna kitlesel kıyım, doğrusu ya bombardımanların korkunçluğundan söz et-nek bize hiç düşmez. Peki ama… bunların bir sonu olacak mı, nasıl bitecek? Tanrı bizim ve ötekilerin yanında olsun! “Biri paraşütle atlayacak olursa,koş peşinden yakala ve suratını dağıt! Kaşındılar buna, hem de nasıl.” Konuşan yine Hasse’ydi. Zecke yine dondu kaldı. Tren, köprüleri geride bıraktı, alçak tepeler arasından ilerlemeye başladı. Demiryolunun yanında bir yol uzanıyordu. Elbe’nin öteki yakasında da bir yol gidiyordu. Her iki yolu da göçmen kafileleri doldurmuştu. “Nereye gidiyor bunlar? Şu karşıdakiler nereye gidiyor? “Bir kol Çekoslovakya’ya, ötekiler de Kuzeye doğru gidiyorlar.” “Çıldırmış olmalı bunlar.” “Bugünlerde aklı başında olan var mı ki?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir