Theodor Plievier – Moskova

“Ön mevzilerden Moskova’nın çan kulelerini ilk gören zafer madalyası kazanacaktır.” XII. Alman Ordu Birlikleri nin günlü*, emrinden. önce, Yukarı Almanya’dan iki alayımız ve komutanları Eck von Romschach’la Kunrat von Bomelbuerg var. Dokuz binden fazla silâhlı adam demektir bu: Sonra, Felemenk’ten gelen iyi donatılmış sekiz bin Alman atımız var: Daha sonra, yedi bin HollandalI askerimiz var: Ayrıca, yabancı paralı askerlerden ve fspanyollardan oluşma iki birliğimiz var: Bundan başka, baltalı-bıçaklı iki bölük istihkâmcımu var: Bir de, cephane ve techizatlı üç bölük tüfekçimiz var: üstelik, ,St. Paul kentini kılıç gücüyle aldık, yaya ve atlı üç bin adam öldürdük ve kenti yaktık ‘ Derken. Muntrol denilen bir kenti aldık, onu ve çevresindeki öteki küçük kentleri yağma ettik ve yaktık: Sonra, Terbona denilen bir kente geldik. Tanrı’nm yardımıyla onu da yağma etmeye ve yakmaya niyetliyiz. Şimdilik başka haber yok. Bir şey olduğunda Yüksek Katınıza ileteceğim. Tüm bunları Zatı Devletinizin görmesini dilerdim. Ulu Tanrımız’ın 1537 yılının Haziran ayındaki bu 17. gününde. Terbona’nm önündeki alanda yazıldı. *** önce, sonra, daha sonra….


Bizim var, bizim var… Evet, bizim de silâhlı adamlarımız, topumuz tüfeğimiz, yabancı paralı askerlerden oluşmuş bazı birliklerimiz, İspanyollar, (bana göre, kazı işini hiç de beceremeyen, çoğu Yahudi) baltalıbıçaklı istihkâmcılarımız var. Biz de, kılıç gücüyle birden çok kenti ve çevrelerindeki köyleri aldık ve yağma ettik, ki buna son günlerde, tüm ham maddelere,mamuI ve yarı mamul mallara el konulacaktır, vs. gibi başka bir şey deniliyor. Bir benzerlik daha var. Biz de bir kentin önüne geldik. Ama bu Terbona değildir. Çok büyük bir alandır bu ve Tanrı’nın yardımıyla onu da yağma edip, yakıp-yıkmaya niyetliyiz… “Bu şaka da ne demek oluyor? Nereden geldi bu benim önüme? ” Korgeneral von Bomelbuerg, eski belgenin kopyasını o anda gelen günlük emirler ve Çok Gizli Belgelerle birlikte masanın üstüne koydu. Kullanmakta olduğu büyülteç ve gözlüklerini de çıkarıp belgelerin yanına bıraktı. Kapıya döndü ve yaverini çağırdı. PolonyalI bir köylü evinin oturma odasıydı burası. Generalin masası tüm odayı neredeyse kaplamıştı. Sandalyeler de vardı. Ama üstleri kağıt ve dosyalarla tepeleme dolmuştu. “Otur, lütfen.” Binbaşı Butz’un önce kağıt kümelerini başka bir yere koyması gerekmişti.

Generalin yanına oturdu. Yüzünü ötekinin sol kulağına yaklaştırdı. “Bunun anlamı nedir? ” diye sordu General. “Albay Schadovv, Lodz’daki bazı belgelerin arasında bulmuş. 1537 yılından kalma. Beşinci Şarl’ın seferlerinden birine ait. Sizin ilginizi çekebileceğini düşündü, Komutanım.” “Haa! Kunrat Bomelbuerg’den ötürü! Evet, şu Bomelbuerg’lerden birkaç tane olmalı herhalde. Onlarla ilgili hiç bir şey bilmiyorum. Babamı ve büyük babamı bilirim. Onlar da kendilerini tanırlar. Hepsi bu kadar. Ama, gene de Schadow’a teşekkür et benim için. Şimdi, sonraya ve daha sonraya bakalım. Yarın sabah balon havalanıyor, değil mi? ” “Evet, komutanım.

Alay irtibat subaylarıyla görüşmek ister misiniz? Şu anda gitmeye hazırlanıyorlar.” “Neredeler? ” “Harekât Dairesindeler.” “Peki, şimdi gidip onları görürüm.” Generalle yaveri arasındaki konuşma şöyle geçmişti: Yaver, Generalin bilmediklerini, yani belge ve Albay Schadovv’la ilgili sözleri, onun kulağına yaklaşıp yüksek sesle söylemişti. Hemen sezilebilecek geri kalanlarıysa, dudaktan okumayı öğrenmiş olan General, yaverinin yüz çizgilerini daha yakından görebilmek için öne doğru biraz eğilmekle çıkarmıştı. Aksi halde, yaverinin yüzünü ve çizgilerini ancak donuk bir leke gibi görebiliyordu. Ayağa kalktı. O önde, yaveri arkada, irtibat subaylarına son emirleri vermekte olan harekât işlerinden sorumlu Yarbay Neudeck’in odasına girdiler. “Evet, baylar,” dedi General irtibat subaylarına dönerek, “yarın sabah iş başlıyor. Bunun ne demek öldüğünü bilirsiniz. Haa, Langhoff,” dedi, yakınında duran atlı birlikler komutanını tanıyarak. “Ateş planının iyi uygulanmasını sağla. Her şeyden önce, piyadenin ilerleyebilmesi için yol kavşağındaki ince uzun köyün yeterince ateşe tutulmasını istiyorum, önemli olan şaşkınlık yaratmaktır. Herkese söyle bunu. Evet çocuklar, başaracağınızı biliyorum.

Geçmişte her şey saat gibi işlediydi. Şimdi de saat gibi işleyecek. Führer’in Günlük Emri’ni aldınız mı? ” “Evet komutanım,” dediler irtibat subayları bir ağızdan. “İyi. Saldırıdan önce bu emrin yüksek sesle okunmasını istiyorum. Ve baylar, hoşçakalan.” “Güle güle komutanım.” İrtibat subayları oldukları yerde çakıldılar ve General çıkana dek hazırolda beklediler. “Şimdi tümen istihbarat subayının sîze bazı söyleyecekleri var.” Tümenin istihbarat subayının elinde, ‘Komiserlerle ilgili özel emîrler’i kapsayan bir yazı vardı. “Baylar, size söyleyeceklerim kısa ama önemli. Lütfen not alınız. Führer, Sovyet Koministlerinin savaşçı olmayanlar gibi muamele görmelerine karar verdi. Bundan ötürü, yakalandıkları yerde vurulacaklardır. Alay karargâhının ilerisinde, tabiî.

” “Alay karargâhının ilerisinde…. Çarpışma sırasında ölmüş gibi gözüksün diye,” dediği duyuldu topçu alayından irtibat subayı Teğmen Holmers’in. “Führer’in emrine bir şey mi eklemek istiyorsunuz, Teğmen Holmers? ” “Hayır. İyice anlamak istedim sadece. Bununla ilgili kişisel görüşlerim var, tabiî.” Langhoff’un da kendi görüşleri vardı ve Holmers’in çıkışı onları güçlendiriyordu. Holmers, bu emrin uluslararası yasaya aykırı olduğunu ve uluslararası sorunlar çıkarabileceğini düşünüyordu herhalde. “Bilmeniz gereken tek şey, bundan bir kaygıya düşmemeniz gerektiğidir,” dedi istihbarat subayı sonunda. İrtibat subayları defterlerini kapattılar, kaputlarını aldılar ve karargâhlarına gitmek üzere hazırlandılar. Holmers ve Langhoff birlikte çıktılar. *** Peki, şimdi bana Deisendorf’u bul,” dedi Bomelbuerg, yaveriyle birlikte odada bulunan genç bir teğmene. Teğmen Hasse, topçu alayı komutanı Albay Deisendorf’u telefonla buldu ve ahizeyi Bomelbuerg’e verdi. “Evet, Deisendorf. Her şey yolunda mı? İyi, iyi güzel. Sana, Langhoff’un birliğini ilk baraj ateşi için emrine verdiğimi hatırlatmak istedim sadece.

Unutma, ödünç veriyorum onu sana. Başka bîr şey yok.Talihin açık olsun, Deisendorf.” Bomelbuerg, elini masasının üzerine yayılmış kağıtların arasında dolaştırdı. Eliyle yeşil kaplı bir dosyayı işaret etti. “Arkadaş, şunun içindeki saçmalıklar var ya,” diye parladı. “Masamın üstünde böyle şey istemiyorum, ‘önleyici savaş, ya da onunla ilgili hiç bir şey yok bunun içinde. Yalnızca tarımsal politika, madenler ve milletten ne sömüreceğimiz yazılı. Onu mümkün mertebe derîne gömmelerini söyle idari şubeye. Kimsenin de görmesi gerekmez. Ve bu günlük bu kadar.” Teğmen Hasse ve Binbaşı Butz gönderilmişlerdi. İkisi de çıktıklarında Bomelbuerg iskemlesinin arkasına yaslandı. Yapılacak her şey yapılmıştı. Tümen: Üç piyade alayı, bir topçu al«yı, muhabere, nakliye ve ikmal taburlar», toplam 17.

000 adam hazırdı. Düğmeye bastığınızda her şey harekete geçebilecek durumdaydı. Emirler biliniyordu. Çıkış günü, 22 Haziran 1941, saati 03.05’ti. *** Sıcak bir geceydi. Çağıldayan toprağın, bataklıkların, tarlaların ve köyün basık kulübelerinin üzerine yumuşak bulutlar çökmüştü. Holmers ve Langhoff var olan tek yolda yürüdüler. Tören alanı olabilecek kadar genişti bu yol. “Bana sorulacak olursa, tüm dünya iki cephenin arasında yatıyor,” diye felsefe yaptı Langhoff, “ve bu dünyada ne olacağına iki cephenin karşılıklı güçler dengesi karar verecektir. Ahlâk gücü demek istiyorum, tabii. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu, ya da biz mi yoksa Doğu mu suçlanmak, bunu araştırmıyorum. Ama İngilizlerle Almanların arasındaki bir cepheyle, Ruslarla Almanların arasındaki bir cephe her keresinde farklı olacağı gibi, Rus-Alman ya da Rus-Çin cephesi gene değişik olacaktır. Çünkü, kimse kendini ötekinden ötede tutamayacaktır. Birinin yapmayı kararlaştırdığı yalnızca ötekini etkilemekle kalmayacak, dönüp kendi başına da gelecektir.

Ve artık kimse bu düğümü çözemeyecektir. Sonunda, kimsenin ne olduğundan, neden olduğundan, ya da bunu kimin başlattığından haberi olmayacak. Böyle değil mi, Holmers? ” “Anladığıma göre komiserlerle ilgili özel emirlerden söz ediyorsun, Langhoff. Bomelbuerg’in buna katıldığını mı sanıyorsun sen? Hiç sanmam. Bir savaşçı, kurallara göre savaşmaya inanıyordur ne de olsa.” “Bu savaş hiç bir zaman kurallara göre ya da kolay olmayacaktır. Düşün bir kere, içindeki kişilerin ölümden başka seçeneği olmayan askeri bir örgüt var. Sonuna dek savaşmazlar mı sanıyorsun? Pis bir iş bu. Üstelik aptalca. Belki de aynı şey; savaş için, her savaş için genel olarak söyleyebilirsin. Başına gelmedikçe insan bir şeye inanamaz Bu kez de öyle oldu. Daha düne kadar herkesin görüşü başkaydı.” “Almanya’da: da durum aynıydı. Yazdıkları şeyleri bir görseydin… Dünyanın sizin bulunduğunuz kesiminde olanlar, Rusların daha fazla ödün vermelerini sağlamak için yapılan blöften başka bir şey değil. Savaş hilesi bu dediler… Listenin başında İngiltere var, sonra Irak.

Ukrayna’yla ilgili ödün cebimizdeyken, Rusya’yla neden savaş olsun? Tam bir çılgınlık bu. Böyle yazdılar ve böyle umdular. Ama biz, Fransa’da Rusya saldırısının provasını yaptık. Üç gün önce buraya gelip mev/.ilenince, bunun büyük bir saldırının hazırlıkları olduğu anlaşıldı sonunda.” Holmers ve Langhoff köyün sonuna yaklaştılar. Uzun kaputlu bir subay onlara doğru geldi. 101. Piyade Alayı Komutanı Albay Zecke’ydî bu. “Ah, siz miydiniz? İyi akşamlar Holmers, iyi akşamlar Langhoff. Oradan mı geliyorsunuz? Bir sürü emir dağıtılmıştır herhalde.” “Fena sayılmaz, efendim. Bir yığın emir aldık.” “Komutan bu saatta uyumi’ş mudur dersiniz? Yo, hiç sanmam. Bir parça uzanmıştır şöyle.

Demek artık başlıyor. Buranın halkıyla çok iyi ilişkilerimiz oldu. Dostluk anlaşmamız falan var ve anide biri savaş çıkartıyor….” “Evet, efendim, başladığı bîr gerçek.” “Kuşkusuz durum böyle.” “Doğru. Rusya’nın çok büyük bir ülke olduğunu söylemek istemiştim yalnızca. Bulundum orada ben ve onların da PrusyalIları olduğunu gördüm. Bakın buna inanabilirsiniz.” Zecke, Seeckt’le birlikte uzun süre Rusya’da kalmıştı. Almanya o sıralarda Rusya’ya konuk sayılabilirdi. Rusların önde gelen Mareşallerinden biri olan Zukov’la Askeri Akademi’ye gitmişti. Zecke, dün briç masasında bundan söz etmişti. 100. Piyade Alay Komutanı Schadow, gözlerini kartlarından kaldırarak, “Dört hafta kadar sonra Smolensk’te havyarlı votkalı iyi bir kahvaltı edebiliriz sanırım,” demişti fazla oralı olmadan.

Schadow’u küçük düşürmeye çalışan Zecke, orada PrusyalIlara rastladığından söz ettiğinde, gülünüp geçilmişti buna. “Bolşevîkler askerlikten hiç bir şey anlamazlar,” denmişti ona. Kurmay başkanının damadının söylediğine göre Ruslar araziye öylesine umutsuzca yayılmışlardı ki, böyle bir durum karşısında Alman Genelkurmayı için bile, savunmada ya da saldırıda herhangi bir görevi yerine getirmek güç olurdu, demişti kurmay başkanı. “Görevlerinizin başına döndüğünüzde haritalarınıza bakın,” dedi Zecke iki genç topçu subayına. “Cengiz Han’dan başlayarak orada yarı yolda kalanları bir düşünün… Dikkatinizi buna çekmek isterim. İyi geceler baylar.” Zecke yoluna devam etti. Uzun kaputunun içinde, evlerin önünden sakınarak geçen bir vicdan azabını andırıyordu. Langhoff ve Holmers onu hayretle seyrettiler. “İnsanı çaresiz bırakır bu… Soluğunu keser neredeyse. Ona bakılacak olursa, daha başlamadan savaşı yitirdik biz. Oysa kendisi Genelkurmay’dan. Sadece birkaç haftadır burada. Böyle bir adam olanlara şaşırmamalı.” “Şaşırdığı yok.

Uzun bir süreden beri her şeyi hazırlamışlardı. Şimdi iş planlamadan gerçeğe döküldüğünde, sinirlerini bozuyor bu.” “Hîç kimse kabul etmek İstemiyor. Hiç kimse bunu yapan olmak İstemiyor.” “Hepsi heyecandan titriyorlar. Bomelbuerg’e baktığında, Fransa savaşından önce nasılsa gene tıpkı öyle.” Holmers ve Langhoff durdular ve köyün ilerisinden yükselen kurbağaların korosunu dinlediler. Altlarında kıvrılarak giden Bug nehrinin kuzey kolu İki İmparatorluğun sınırıydı. “Evet, Fransa’daki savaştan önce olduğu gibi. Tıpkı çıkış yerindeki bir yarış atı gibi. Ama ona baktığında, pul pul döküldüğünü görüyorsun sanki.” “Benim komutanım da o kadar İyi sayılmaz ve Zecke kadar huzursuz. Karargâhıma dönsem İyi olacak.” Holmers ırmağa doğru döndü. Langhoff ters yöndeki patikaya yöneldi.

Fazla uzağa gitmeden, aşağıdaki nehri doğruca gören bir yere oturmuş bazı adamlarla karşılaştı: Üç piyade eri, bir çavuş ve bir onbaşı. “Gidip yatsanız iyi olur.” “Evet komutanım. Fazla kalmayacağız zaten.” Langhoff yoluna devam etti ve gözetleme yerine ulaştı. Telsizciler muhabereciler ve haberciler dahil sekiz adamı vardı. Bazıları hâlâ ayaktaydılar. “Yatın artık. Uzun bîr zaman doğru dürüst uyku uyuyamayacaksınız. Yarın sabah, yani bir saat sonra harekete geçiyoruz.” Langhoff çadır yatağına uzandı ve gerçekten uyuyup uyumadığını bilmedi. Sİnekcİklerin vızıltısıyla yeniden gözlerini açtı. Kesin bir sessizlik anıydı bu. Kol saati ikiyi on geçtiğini gösteriyordu. Tam tamına elli dakika daha vardı.

*** Ağaçların altında hâlâ geceydi, ama aşağıda nehrin ötesinde gün ağarmaya başlamıştı. Üç piyade eri hâlâ aynı yerde oturuyorlardı. Nehrin ötesindeki düz araziyi gördüler. Dalgalanan sislerin arasından bir yulaf tarlası ortaya çıktı. Köylü kulübeleri donuk rengin içinden, o anda Yaratıcı’nın elinden çıkmışçasına göründüler. Ağaçtan bir adanın uçları durgun sis denizinde dalgalandı. Daha uzaklarda, gri yamaçların sanki göğü çerçevelediği yerde, Grest Litovsk kenti vardı. Köyden bir horozun ötüşü geldi. “Gene iş başa düştü.Bunun boşuna bir yürüyüş olduğunu dalıa başından söylemiştim.” “Moskova mı? ” “Evet, Moskova.” “Geçen sefer Polonya’dayken on yedi günde her şeyi halletmiştik. Rusya biraz daha uzun sürer, tabii. Altı hafta, bilemedin sekiz. Neyseki hep bir aradayız.

” “Evet, talihli sayılırız…. Birbirimizi tanıyoruz.” “1933’de Berlin’de başarılı olduk. Şimdi de başka yerlerde başarılı oluyoruz, öyle değil mi, August? ” “Geçmişi boş ver. Geleceği düşün.” Çavuş Reiderheim, ortak geçmişlerinin üz erinde bilerek durmuştu. Onbaşı Gnotke’nin nasıl tepki göstereceğini görmek istemişti. Uzun bir süredir onunla birlikte olmamıştı ve olanlarla ilgili nasıl düşündüğünü anlamak istemişti. “Tabii bazan çok kötü zamanlarımız oldu, August. Ama, gene de iyi geçmişe bakmak.” “Şimdi inekleri dışarı çıkarıyorlar,” dedi Gnotke. Köyden gelen, bir ahır kapısının açılmasını, bir kamçının şaklamasını, bir ineğin kızgın böğürtüsünü duyabiliyorlardı. Sis sesleri içinde taşındığından, köy yolu nehrin ötesinde değilmiş de burunlarının dibinden başlıyormuş izlenimini bırakıyordu. “Evet, inekleri dışarı salıyorlar,” dedi Feierfeil. Riederheim başını sallamakla yetindi.

Bu üç adam sadece Kahverengi Gömlekliler döneminde arkadaş değillerdi. Aynı köyde büyümüşlerdi. Pomeranya’daki bir köyle Rusya’daki bir köy arasında pek fark yoktur. Bundan ötürü, şu saatte orada ne olup bittiğini bilmek için görmeleri gerekmezdi. “Biliyor musun, Driborg örgütündeki ler şu anda hâlâ memleketteler. SS’deler, ama yurt içi görevindeler… Şimdi bütün erkekler gittiklerine göre, bir düşün artık…” “Düşünebilirim.” Muhtarın oğlu olduğundan, Riederheim, Driborg’larm Gnotke ve Feierfeil’den daha iyi bilirdi. “Pauline’nin peşindeler,” dedi Gnotke. “Pauline onları uzakta tutmayı bilir. Hadi ona bir kart yazalım. İlk postayla göndeririz.” “Sevgili Pauline… Bir saat sonra balon havalanıyor. Ondan altmış dakika sonra da gerçek savaş başlıyor. Burada, nehrin kıyısında Emil’le birlikte oturuyorum ve seni düşünüyoruz. August’da öyle.

Kendimi aynı bölüğe naklettirinciye kadar canım çıktı. Çok önemli bir an bu. Tarihin soluğunu duyabilirsin. Bölük karargâhında yirmi kişiyiz. Yarın da yirmi kişi kalacak mıyız? Birden bire, artık Hans Riederheim olmadığımın, tarih savurduğu mısır taneciklerinden biri olduğumun bilincine vardım. En iyi dilekler ve Hans Riederheim ‘den Heil Hitler.” “August’tan selâmlar,” diye ekledi Gnotke. “Kardeşin Emil,” diye yazdı Feierfeil. Aşağılarda, bostanların ortasında kıpırdanmalar başladı. İstihkâmcılar katlanabilir sandalları getirdiler ve bir çitin yanına bıraktılar. Arkadaki koruda çadırlar kurulmuştu. Piyadeler üstlerine yer yatakları, battaniyeler, pişirme araçları, kazma-kürek asmışlardı. “Zamanı geldi,” dedi Gnotke ve ayağa kalktı. “Sizin bölümde Heydebreck adında biri var,” dedi Riederheim. “Aynı ad… Roehm Darbesi’ni hatırlarsın… Tek kollu olanı.

” “Şimdi sırası değil bunun… Evet, aynı ad, aynı ad. Yaşlı adam bir amcaydı sanıyorum.” Korkunç bir anı… Ağır bulutların alçaklara çöktüğü bir gece. Kan dökülmüştü… Kendi kanları… Yarısı kendi bölüklerinin, yarısı kendi mangalarının. Bir bulut ayı örtmüş ve koyunlar melemişlerdi. Çünkü olay bir ağılda geçmişti. Berlin’de ve Münih’te de böyle olmuştu. Pomeranva’dan Gruppenführer Heydebreck, Münih’te vurulmuştu. “Demek yeğeni? ” “Bilmiyorum. Sorma bana. Hiç bir şey duymak istemiyorum bu konuda.” Gnotke sonunda döndü ve mangasını bulmaya gitti. Reiderheim arkasından baktı. “Kendi kanının döküldüğünü gören bir adam, başkasının da kanını döker,” dedi. “O gece olmasaydı, arkasından gelen ve bundan sonra gelecekler için nereden malzeme bulurduk? ” Feierfeil ve Riederheim bölük karargâhındandılar.

Onlar da kendi yollarına gittiler. Herkes alçak makineler ve çalılıklar arasında mevzilenmeye hazırdı. Ama ondan önce tüm bölük bir kez daha, Führer’in Günlük Emri’ni yüksek esle okuyan bölük komutanı Yüzbaşı Boblink’in önünde toplanmıştı. Yarbay Vilshofen, şoförün yanına oturmuştu. Gözlerini yumduğunda bile farların aydınlattığı yol gözlerinin önünden silinmiyor, gri renkli beton yol içinden geçer gibi oluyordu. Uzun bir süredir yoldaydılar. öğleden sonra ikide Berlin’den ayrılmışlardı. Şimdi saat gene iki olmuştu… Sabahın ikisi… Yalnızca gri renkli yol değildi… Başka bir şey daha vardı… Kafasının içinde dönen sonsuz, kötü bir film gibi bir şeydi bu. Bîr de üstelik, Genel Karargâhta Kurmay Başkanı Yardımcısının altında bir dairenin şefi olduğundan, yabancı ziyaretçilere, çoğu zaman Alman sanayicilerine ve iş adamlarına dadılık etmesi gerekiyurdu. Daha doğrusu, karmaşık sorunların basitleştirilmesini ve türlü biçimlerde sunulmasını gerektiren şeylerin sürekli tekrarlanması ve açıklanması zorunluğuydu bu. Son ziyaretçi önemli bir Finliydi; ondan önceki gün bir Slav gelmişti. Yeter, bıktım artık. Bizim var, bizim var, bizim var… Önce, sonra, daha sonra… Önce Orta Ordu Grubu var; sonra, Kuzey Ordu Grubu; daha sonra, Güney Ordu Grubu, Baltık Denizi’yle Karadeniz arasında yayılmışlar. İlk hedef: Dinyeper, sonra Moskova’ya ilerleme ve oradan Urallar. Başka bir atılım: Kırım, Kafkasya, Orta-Doğu ve Orta-Asya.

Plan böyle. Baylar, buralarının ne engin topraklar olduğunu ve ikmal sistemini nasıl zorlayacağını gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz. Ama her şeyi düşündük ve bunun için her örgütümüz var. Kamyonlar ve kamyonlar… Tekerlek üstünde olan her şey… Demiryolu olmadığını unutmayınız, önce rayların arasındaki açıklığı değiştirmek gerek. Yol yok, ya da çok az var., önce onları yapmalıyız. Ama bizim var, bizim var… Alman örgütlenme yeteneği. Dünya mucizeler görecek. Önce, birliklerin düzenlenmesi. Sonra, ikmal örgütü. Daha sonra, ulaştırma.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir