Theodore Sturgeon – Insandan Ote

Alık, açlığın beyaz şimşeği ve korkunun titreşimiyle işaretlenmiş siyah ve gri bir dünyada yaşardı. Giysileri eski ve yamalıydı. Kavalkemiği bir keski gibi dışarı fırlamış, yırtık paltosunun içinde kaburga kemikleri bir yumruğun parmakları gibi görünürdü. İnce ve uzun boyluydu. Gözleri durgun, yüzü ölüydü. Erkekler ondan uzaklaşır, kadınlar ona bakmaz, çocuklarsa durup onu izlerdi. Alık için önemli değildi bu. O kimseden bir şey beklemezdi. Beyaz şimşek çaktığı zaman beslenirdi. Becerebildiğinde karnını doyurur, beceremezse aç kalırdı. Bunlardan hiçbirini yapamadığı zamanlarda onunla yüz yüze gelen ilk kişi tarafından beslenirdi. Alık, bunun neden olduğunu hiçbir zaman bilmedi, hiçbir zaman merak etmedi. Dilenmedi. Sadece ayakta durur ve beklerdi. Birisi onunla göz göze geldiğinde eline bozuk para, bir parça ekmek veya meyva sıkıştırırdı.


O, yerken iyilik eden kimse de rahatsız olmuş bir şekilde aceleyle uzaklaşırdı, bir şey anlamadan. Bazen sinirli sinirli onunla, bazen de birbirleriyle onun hakkında konuşurlardı. Alık, sesleri duyardı ama bu seslerin onun için hiçbir anlamı yoktu. Bir yerlerin içinde yaşardı, ayrık ve söz ile anlam arasındaki küçük bağlantı kopuk. Gözleri mükemmeldi ve gülümsemeyle çirkin bir ifade arasındaki farkı kolaylıkla ayırt edebilirlerdi; ama bu ifadelerin hiçbiri, başkalarının duygularını anlama yeteneğinden bu denli yoksun ve hiçbir zaman gülmemiş, hiçbir zaman yüzüne çirkin bir ifade yerleştirmemiş, bu yüzden de neşeli ya da kızgın kişilerin duygularını anlamayan bir yaratığın üzerinde etki bırakamazdı. Kendini idare etmeye yetecek kadar korkusu vardı. Bir şeyleri sezme yeteneğinden yoksundu. Kaldırılan sopa, havaya atılan taş onu habersiz yakalardı. Ama bunlar ona değdiğinde tepki verirdi. Kaçardı. İlk darbede kaçmaya başlar ve darbeler durana dek kadar kaçmaya çalışırdı. Fırtınalardan böyle kaçtı, düşen taşlardan, insanlardan, köpekler, trafik ve açlıktan. Tercihi yoktu. Kendini nerede bulursa orada yaşadığı için her yerde yaşadığından çok ormanda yaşadı. Onu dört kez hapse atmışlardı.

Bu, onun için ne önemli, ne de onu değiştirebilecek bir olaydı. Bir keresinde bir mahkûm tarafından feci şekilde dövülmüş, diğerinde gardiyanın biri tarafından daha kötü dövülmüştü. Diğer iki seferdeyse açlık vardı. Yemek olduğu ve kendi başına bırakıldığı zamanlarda orada kaldı. Kaçma zamanı geldiğindeyse kaçtı. Kaçma araçları onun dış kabuğundaydı; kabuğun taşıdığı içteki şey bunları önemsemedi ya da idare edemedi. Zamanı geldiğinde bekçi veya gardiyan kendini Alık’la ve onun dönen tekerleklerin merkez noktası gibi görünen gözleriyle yüz yüze bulurdu. Kapılar açılır, Alık gider ve her zamanki gibi ona yardım eden kişi de oldukça tedirgin olmasına rağmen başka bir şey, herhangi bir şey yapmaya başlardı. O tamamen bir hayvandı – insanlar arasında bulunması onur kırıcı olan bir şeydi. Fakat çoğu zaman o, insanlardan uzak kalan bir hayvandı. Ormandaki bir hayvan olarak, bir hayvan gibi çok zarif hareket ederdi. Bir hayvan gibi öldürürdü, nefret ve zevk olmaksızın. Bir hayvan gibi yerdi, bulabildiği yenilebilir her şeyi. Yiyebildiği zaman sadece yeteri kadar yerdi, asla fazla değil. Bir hayvan gibi uyurdu, insanların bulunduğu yöne doğru yüzünü dönerek, sağlıklı ve hafif; insan için uyku bir kaçıştır, ama hayvanlar uykudan kaçmaya hazırdır.

Onda, artık kedi köpek yavruları gibi oynaşmayan bir hayvan olgunluğu vardı. Mizahtan ve neşeden de yoksundu. Dünyası terör ve rahatlık arasında gidip gelirdi. Yirmi beş yaşındaydı. Bir şeftalinin çekirdeği veya bir yumurtanın sarısı gibi, içinde başka bir şey taşırdı. Eylemsiz, alıcı, uyanık ve canlı olan bu şey, bir şekilde hayvan kabuğuna bağlıysa da, bu bağlantıyı bilmezlikten gelirdi. Varlığını Alık’tan alır, bunun dışında da Alık’ın farkında olmazdı. Alık genellikle açtı fakat aşırı derecede açlık çektiği çok az olurdu. Çok açlık çektiği zaman içteki şey belki biraz büzülürdü fakat kendi büzülmesini çok zor fark ederdi. Alık öldüğünde o da ölecekti ama bu olayı bir saniye ertelemek için hiçbir dürtüsü yoktu. Alık için özel bir görevi yoktu. Dalak, böbrek veya böbreküstü bezi – bunların hepsinin belli görevleri ve bu görevler için en uygun durumlar vardır. Fakat bu öyle bir şeydi ki sadece aldı ve kaydetti. Bunu sözcükler veya herhangi bir kodlama sistemi, çeviri, çarpıtma veya dışarı uzanan teller olmadan yaptı. Ne aldıysa aldı, dışarıya hiçbir şey vermedi.

Bütün çevresinde, onun özel duyularına bir mırıltı, bir gönderme vardı. Kendini bu mırıltıların içine soktu, hepsini içine topladı. Belki birbirleriyle karşılaştırdı ve sınıflandırdı veya belki de sadece doyurdu, ihtiyacı olanı alıp geri kalanı bir şekilde attı. Alık farkında değildi. İçindeki şey… Sözcükler olmaksızın: Hafif bir ıslaklık geldiğinde ılık fakat yeterli değil (Üzgünce): Bir daha asla karanlık olmayacak. Bir zevk hissi. Kurnaz bir ezme duygusu ve Pembeyi, gıcırtılıyı götür. Bekle, bekle geri dönebilirsin, evet, geri dönebilirsin. Farklı, fakat en az farklı olduğu kadar iyi. (Uykulu hissederek) Evet, bu o! Bu – oh! (Alarm) Çok ileri gittin, geri gel, geri gel. (Bir dönüş, ani bir duruş, bir eksik “ses”.)… Acele ediyor, daha hızlı, daha hızlı, beni taşıyor. (Yanıt): Hayır, hayır acele eden bir şey yok. Durgun; bir şey seni aşağı çekiyor, hepsi bu. (Hiddet): Bizi duymazlar, aptal… Duyarlar … Duymazlar, sadece çığlık, sadece gürültüler.

Sözcükler yoktu aslında. Etki, sıkıntı, diyalog. Korkunun yayılması, yoğun bilinç alanları, tatminsizlik. Yüzlerce, binlerce sesten yükselen mırıltı, gönderme, konuşma, paylaşma. Oysa hiçbiri Alık için değil. Onunla ilgili hiçbir şey, işine yarayacak \ hiçbir şey yok. O içindeki kulaktan habersiz, çünkü onu kullanmıyor. O, insanın kötü bir örneği ama bir insan; ve bunlar henüz duyulmaya çalışmaktan vazgeçmemiş çocukların, çok genç çocukların sesleriydi. Sadece çığlıklar, sadece gürültüler. Bay Kew iyi bir babaydı, babaların en iyisi. Bunu on dokuzuncu doğum gününde kızı Alicia’ya da söyledi. Dört yaşından beri Alicia’ya bunu söylerdi. Küçük Evelyn doğduğunda Alicia dört yaşındaydı ve anneleri, can çekişmesinden ve korkusundan daha güçlü olan kızgınlığı en sonunda uyarılmış olarak öldüğünde babasını lanetlemişti. Sadece iyi bir baba, babaların en iyisi, ikinci çocuğunu kendi elleriyle dünyaya getirebilirdi. Sıradan bir baba, bir çocuk ve yeni doğmuş bir bebeği bu kadar şefkatle ve böylesine bakıp büyütemezdi.

Hiçbir çocuk Alicia kadar kötülükten korunmamıştı ve o güçlerini babasıyla birleştirdiği zaman kuvvetli, saf bir yapı ortaya çıkardı. “Uç kez damıtılmış saflık” dedi Bay Kew, Alicia’ya, on dokuzuncu doğum gününde. “Ben iyiyi kötüden öğrendim ve sana sadece iyiyi öğrettim. Bu iyi öğrenim senin iyi yaşamanı sağladı. Senin yaşam tarzın Evelyn’in yıldızıdır. Ben var olan tüm kötülükleri bilirim, sen de kaçınılması gereken tüm kötülükleri; ama Evelyn hiçbir kötülüğü bilmez.” On dokuz yaşındaki Alicia, tabii ki bu “yaşam tarzı”, “damıtma”, “iyi” ve “kötü” kavramlarını anlayacak olgunluğa sahipti. On altı yaşındayken babası ona bir kadınla yalnız kalan bir erkeğin nasıl çılgına döndüğünü, vücudunda zehirli terin nasıl oluştuğunu, erkeğin bunu nasıl kadının üzerine sürdüğünü ve bunun kadının teninde nasıl bir dehşete neden olduğunu anlatmıştı. Kitaplarında bu haldeki insan derisinin fotoğrafları vardı. Alicia on üç yaşındayken babasına bir problemini anlattı, babası da gözyaşları içinde ona bunun nedeninin kendi vücudunu keşfetmeye başlamış olması olduğunu söyledi; bu gerçekten de doğruydu. Alicia itiraf etti, babası da onun bedenini bir bedeni olmamış olmasını dileyene kadar cezalandırdı. Alicia bir daha böyle düşünmemek için çok çabaladı, fakat kendine rağmen yine de düşündü, babası da pervasız etini eğitmek konusunda düzenli bir şekilde ve pişmanlıkla ona yardımcı oldu. Sekiz yaşındayken, babasında da olan harika resimlerdeki o beyaz gözlerin körlüğüne maruz kalmaması için, babası ona karanlıkta yıkanmayı öğretti. Altı yaşındayken babası onun yatak odasına Melek adında bir kadınla, Şeytan adında bir erkeğin resimlerini asmıştı. Kadın gülümsüyordu ve avuç içleri yukarıya dönüktü, erkekse kollarını kadına doğru uzatmıştı, elleri çengel gibiydi ve göğüs kemiğinden dışarı sipsivri çıkan ıslak, eğri bir bıçak vardı.

Ağaçlıklı bir tepenin üzerindeki kasvetli bir evde tek başlarına yaşarlardı. Eve giden düzgün bir yol yoktu, sadece pencereden bakıldığında kimsenin nereye gittiğini göremediği sürekli kıvrılan bir patika vardı. Patika bir duvara doğru giderdi, duvarda on sekiz yıldır açılmamış demir bir kapı, kapının yanında da çelik bir panel vardı. Alicia’nın babası her gün bu duvara gider, iki anahtarla paneldeki iki kilidi açardı. Buradan yiyecek ve postayı alır, para ve mektupları koyar ve yine kilitlerdi. Dışarıda Alicia ve Evelyn’in hiç görmediği dar bir yol vardı. Ağaçlar duvarı, duvar da yolu örterdi. Duvar yol boyunca, doğu batı doğrultusunda, iki yüz yarda kadar uzanır, tepeye tırmanır, evi çevreler ve aralarına yumruk bile sokulmayacak kadar sık yerleştirilmiş beş metre yüksekliğinde demir kazıklarla birleşirdi. Kazıkların uçları dışa ve aşağı doğru kıvrıktı, aralarına içinde cam kırıkları olan beton dökülmüştü. Kazıklar doğu batı doğrultusunda uzanarak evle duvarı birleştirirlerdi; bu birleşme yerinde sayıca fazlalaşan kazıklar sırt sırta daire biçiminde ormanın içine doğru giderlerdi. Duvar ve evin oluşturduğu dikdörtgen şeklindeki alan yasak bölgeydi. Evin arkasında, Evelyn’in Alicia’yla beraber seyretmesi için çitlerle çevrelenmiş iki buçuk millik bir orman vardı. Ormanda küçük bir dere, yabani çiçekler, küçük bir göl, arkadaş canlısı meşe ağaçları ve gizli küçük açıklıklar bulunurdu. Gökyüzü temiz ve yakındı, çobanpüskülü yığınları esintiyi kesip görüntüyü engellediği için kazıklar görünmezdi. Bu kapalı daire Evelyn’in bütün dünyasıydı ve bildiği sevdiği her şey onun içindeydi.

Alicia’nın on dokuzuncu doğum gününde Evelyn göl kenarında yalnızdı. Ne evi ne de çobanpüskülü çalılarını görebiliyordu fakat su yanıbaşında, gökyüzü yukarıdaydı. Alicia babasıyla beraber kütüphanedeydi; doğum günlerinde babasının her zaman Alicia için planlanmış özel şeyleri olurdu kütüphanede. Evelyn kütüphaneye hiç gitmemişti. Kütüphane babasının yaşadığı, Alicia’nın özel zamanlarda gittiği bir yerdi. Evelyn nasıl benekli bir alabalığın soluduğu gibi suyu solumayı hiç düşünmediyse oraya gitmeyi de hiçbir zaman düşünmedi. Ona okuma öğretilmemişti, sadece dinlemeyi ve denileni yapmayı bilirdi. Araştırmayı değil sadece kabul etmeyi öğrendi. Bilgi, ona babası ve ablasının uygun gördüğü ve onun hazır olduğu zaman verildi. Uzun eteklerini düzelterek banka oturdu. Ayak bileğini gördüğünde, orada olsaydı Alicia’nın yapacağı gibi kavradı ve örttü. Sırtını söğüt ağacına dayayıp suyu seyre daldı. Baharın patladığı ilk dönem bitmiş, ağaçların kurumuş özsu damarlarının ve sakızla mühürlenmiş goncaların içlerinde tuttuğu baskılar yok olmuştu, dünya güzelleşmek için acele ediyordu. Hava ağır ve tatlıydı; birbirlerinden ayrılana dek dudakların üzerinde kaldı, gülümseyene kadar onlara bastırdı ve ikinci bir kalp gibi atmak için cesurca gırtlaktan içeri daldı. Durgun ve rüyaların renkleriyle dolu, hareketsiz ve gizemli bir havaydı ama yine de acelesi vardı.

Durgunluk ve acele, birbirlerine dantel gibi bağlı ve canlıydı, bu nasıl olabilir? İşte gizem buradaydı. Hayranlık uyandırıcı kuş sesleri yeşile ilmiklenmişti. Evelyn’in gözleri doldu ve düşünceler ağaçların üzerine bir pus gibi çöktü. Kucağında bir şey gerildi. Tam zamanında aşağı baktı, ellerinin birbirine saldırdığını görünce uzun eldivenlerini çıkardı. Çıplak ellerini uçarcasına boynuna götürdü, bir şey saklamak için değil, bir şey paylaşmak için. Başını eğdiğinde uzun bukleli saçlarının altında elleri birbirlerine güldü. Buldukları dört çengel üzerinde hoplaya zıplaya gezindiler. Evelyn’in yüksekçe olan yakası aralandı ve büyüleyici bir hava sessiz bir çığlıkla içeri hücum etti. Bir süredir koşuyormuşçasına soluklandı. Çekingen ve gereksiz bir hareketle elini uzatıp çimenlere dokundu, sanki bu hareket içindeki sevincin anlatılamaz karmaşasını salıverecekti. Ama olmadı, Evelyn de kendini taze nanelerin içine yüzükoyun attı. Ağlamaya başladı çünkü bahar dışında kalmak için fazla güzeldi. Olay olduğunda o uyuşuk uyuşuk ormandaki ölü bir meşenin kabuğunu soyuyordu. Elleri hareketsizdi, başı avlamak ve dinlemek için havaya kalktı.

Baharın baskısının farkındaydı, en az bir hayvan kadar, hatta bir hayvandan daha fazla. Bahar birdenbire, ümit dolu hava ve toprağın yaşamla karışması yüzünden daha şiddetlenmişti. Omuzuna sert bir elin değişi bu çağrıdan daha anlaşılır olamazdı. Sakarlık yaparsa çevresindeki bir şeyler kırılacakmış gibi dikkatle ayağa kalktı. Tuhaf gözleri ışıldadı. Hareket etmeye başladı. O, daha önce ne çağırmış, ne çağrılmış, ne de tepki vermiş biriydi. Dışarıdan gelen bir baskı olmadan, kendi iradesiyle, hissettiği şeye doğru yöneldi. Çözümlemeksizin, benliğinde bir kese içinde duran gereksinimin patladığının farkındaydı. Tüm hayatı boyunca onun bir parçası olan bu gereksinimi açıklayabileceğine dair umudu yoktu. Bu patlama, düşünceleri arasındaki uçurumun bir kıyısından diğerine bir iplik fırlatarak, canlı ve bağımsız özünü, onu çevreleyen yarı ölü hayvana bağladı. Bu tamamen onun insani yönüne yapılan bir göndermeydi ve algılanması da şimdiye dek sadece yeni doğanların akıl ermez radyasyonlarını kabul ettiği için gözardı edilmiş bir araç tarafından yapıldı. Ama şimdi o konuşuyordu, tamamen kendi dilinde. O dikkatli ve hızlı, dikkatli ve sessizdi. Kızılağaçların arasından çamların diplerinden geçerken, adeta çağrısıyla kendisi arasındaki doğrudan bağlantıyı terk etmek olanaksızmış gibi geniş omuzlarını bir o yana bir bu yana çevirdi.

Güneş yükselmişti ve ağaçların hepsi aynı türdendi, önü, sağı, solu; her şeye rağmen yolundan sapmadan, bilgisinin veya bir pusulanın yardımıyla değil, tamamen bilinçli bir hareketle rotasını izledi. Birdenbire gideceği yere vardı, zaten açığa çıkma, ormanda birdenbire olan bir şeydir. Yaklaşık on beş metre ötede, demir kazıkların etrafındaki toprak temizlenmiş ve çitin üzerinden kimse sarkmasın diye ağaçlar kesilmişti. Alık, ormandan dışarı süzülüverdi, çıplak zemini geçip aceleyle sık sıralar halindeki demirlere yöneldi. Koşarken kollarını açtı, ellerini kazıkların arasından kaydırdı. Açlıktan kemikleri çıkmış ön kolu kazıklara takıldığı zaman bile sanki içindeki gereksinim ona çiti ve arkasındaki aşılamaz çobanpüskülü çalılarını aşmak için güç veriyormuş gibi bacakları hareket etmeye, ayakları sürüklenmeye devam etti. Önündeki engelin teslim olmayacağı gerçeğini yavaşça kavradı. Öyle ki sanki önce ayakları anladı bunu ve denemekten vazgeçtiler, sonra elleri geri çekildi. Gelgelelim gözleri hiç vazgeçmedi. Ölü yüzünde, demirin ve çobanpüskülü çalılarının arasından etkili ve cevap vermeye hazırdılar. Ağzı açılıp cızırtılı bir ses çıktı. Daha önce hiç konuşmaya çalışmamıştı ve şimdi beceremedi; bu hareket bir sondu, anlamsız, tıpkı müziğin hızlanmasıyla başlayan gözyaşları gibi. Çağrıdan vazgeçmeyi dayanılmaz bularak çit boyunca yürümeye başladı. Bütün bir gün, gece ve ertesi gün öğleye dek sürekli yağmur yağdı, güneş çıktığında tekrar yağdı; yukarı doğru; zengin yeşillik üzerindeki ağır cevherlerden hafifçe yağdı. Bazı cevherler küçüldü, bazıları düştü, yumuşaklığın sesiyle toprak, dokunun sesiyle yapraklar ve renkle konuşan çiçekler minnettar kaldı.

Evelyn, dirsekleri camın önünde, pencere kenarındaki koltuğa çöktü; yanaklarına koyduğu ellerinin baskısı gülümsemeyi kolaylaştırıyordu. Yavaşça şarkı söyledi. O, müzikten anlamadığı için bunu duymak ilginçti; okumazdı ve ona müzik öğretilmemişti. Ama kuşlar vardı, bazen saçaklardaki rüzgârın nefesli sazları vardı, ormanın ona ait olan kısımlarında ve olmayan daha uzaklardaki küçük yaratıkların çağrıları ve ötüşleri vardı. Şarkı söyleyişini oluşturan şeylerdi bunlar, ölçü ile sınırlandırılmamış bir enstrümanın ses perdesindeki tuhaf ve gayretsiz dalgalanmalar ile özgürce cümlelenmiş bir müzik parçası gibi. Ama ben mutluluğa hiç dokunmadım Mutluluğa dokunmayabilirim. Güzellik, ah dokunuşun güzelliği Bir yaprak gibi açılır, gökyüzüyle aramda hiçbir şey yok Sadece ışık Yağmur bana dokunur Rüzgâr bana dokunur Yapraklar, diğer yapraklar, dokunun, dokunun bana … Uzun bir süre sözler olmaksızın müzik yaptı ve sustu, parıldayan öğlende düşen yağmur damlalarını seyrederek sözler olmaksızın ve sessizce müzik yaptı. Sertçe, “Ne yapıyorsun?” Evelyn şaşırdı, döndü. Alicia tuhaf, sert yüzüyle arkasında dikiliyordu. “Ne yapıyorsun?” diye tekrar etti. Evelyn cama belirsiz bir hareket yapıp konuşmaya çalıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir