Thierry Hentch – Hayali Doğu

BU KİTAP Doğu’dan söz etmiyor. B izden söz ediyor. Doğu kavranamaz. O her yerde ve hiçbir yerde. Kitaplarda, tuvaller üzerinde, ekranlarda, sokakta, çok yakın ve hiç kuşkusuz çok uzak, başka yerlerde. Bütün donmuş kalıpların buluşma noktası, bütün egzotizmlerin eşanlamlısı, bütün çelişkilerin ve bütün aşırılıkların kışkırtıcısı. Daha bilge ve daha çılgın, daha çileci ve daha şehvetli. Daha zalim ve daha incelikli … Çok eski, tarihin ilk şafağı ve karanlığı. Uçsuz bucaksız. Hayal gücümüzün uçsuz bucaksız kırk ambarı. Doğu bizim kafamızda. Bizim Batılı kafalarımızın dışında Doğu yok. Hatta Batı’nın kendisi de yok.


Batı, karşıt terimiyle aynı nedenlerle içimizde var olan bir düşünce. Ama biz onu tanımlamaya hiç gerek duymayız: O bizim kendimizdir. Biz kimiz? Doğu’nun ön yüzü mü? Ötekinin ötekisi mi? Pozitif kutup mu, doğrulanmışlık mı? Ama kimi zaman da madalyonun öteki yüzü: pozitifin negatifi. Böylece eski simgeler su yüzüne çıkıyor: bir an için Doğu ışıktır, evrensel ruhtur, iç dünyamızın sihirli mıknatısıdır, beceriksiz modernliğimize karşı takınılan bir mesafeliliktir. Ama en küçük bir olayda, sıçrayan ilk kanda, ışık titreşir, söner: Doğu bizim korkumuzun balçığı içine gömülür; unutulmuşluğa geri çekilir, sonra düş olarak geri döner. Yol dönemecindeki sahte parıltı. Süs. Serap. Doğu kavranamaz ve bu kitap da onu kavramaya çalışmıyor. B izim kim olduğumuzu söyleme iddiasında da değil. Ama gene de burada söz konusu olan biz ve öteki. Evet, söz konusu olan, ötekinin içinden kendimize bakmak: Ötekinin bizi gördüğü gibi değil de bizim ona HAYALI DOGU / 8 bakışımızda kendimizi ele verdiğimiz gibi. İşte bu kitap, geniş ölçüde bilinçsiz olan bu kendi kendimizi ifade biçimimizi bilincimizin yüzeyine çıkartmayı öngörüyor. Bu iş için tarih ne güne mi duruyor? Üstüne tünemiş bulunduğumuz tarih bizi günlük yaşamımızın tabanı üstünde düşünmeye, onu oluşturan tortul katmanları kazmaya çağırır. Bu tortuların kısmen efsanelere dayanıyor olması onların katı gerçekliğini değiştirmez. Efsaneler de kayalar gibi zamanın ağırlığı altında üst üste yığılırlar; onları (zaman zaman söylendiği gibi) “yıkmak” istemek boşunadır. En doğrusu, daha iyi anlamak için onları yeni baştan okumaya çalışmaktır.

Geçmişte ve hiila sahip oldukları işlevlerini anlamak için. Jeolojik kazı ve politik eylem: ötekine bakışımız aracılığıyla kendimizi anlamak istemek, kendimiz ve ötekine karşı takındığımız politik tavır üzerinde düşünmek için düşünülmemişin kaynaklarına i nmek demektir. Tavrımız mı? Daha doğrusu: Batılı kitle iletişim araçlarının pek çoğunun bize kendi tavrımız olarak kabul ettirmek istediği tavır. Bizi taşıyan ve tanıdığımızı sandığımız altkatmana dayandığı için daha kolay gerçekleşen bir kabullenme. Ama gerçekten tanıyor muyuz onu? Örneğin, Batılı gözlerimizde terörizmin “Arap”, fanatizmin ise “İslam” olmasını neden doğal kabul ettiğimizi hiç sorduk mu kendi kendimize? Bu korkunç basite indirge­ . meleri kınamak yeterli değildir. Bunun köklerini de anlamak gerekir. Bunun açıklamasını Müslümanlar’da mı aramalıyız yoksa kendimizde mi? Onların tarihinde mi, bizimkinde mi? Bunun yanıtı basit değildir ve bu kitap da onu hazır lokma gibi verme iddiasında bulunmuyor. Özünde bir önkoşulla işe koyuluyor. Ama bu temel bir önkoşul: Yani önce ötekinin karşısındaki kendimizi gözlemlemeden, hele hele, bu ötekini bugüne kadar nasıl ve niçin incelediğimizi ve kafamızda canlandırdığımızı anlamaya çalışmadan ötekini incelemeye kalkışmanın boşuna olduğu. Dolayısıyla bu kitap, ne özünde Doğu olabilecek bir şeyleri yakalama, ne de olgunun gerçekliği ya da gerçekdışılığına, kavramın doğru ya da yanlışlığına karar verme iddiasında bulunmadan, bizim hayali Doğu’muzu araştırmaktadır. Bu çekincenin taıiışılmaz bir zorunluluk olduğu sanırım ilerki sayfalarda görülecektir. Bu Doğu, hayali olmasına hayalidir ama bir o kadar da geniştir. Çiçek dürbününün içinde, benzerlikleri hiç durmadan biçimden biçime giren bir görüntüler yumağını barındırır: binbir türlü yerleştirilmiş ÖNSÖZ/9 aynı malzeme. Gerçekten de Doğu kavramı, gerek sınırları, gerek tükenmek bilmeyen olanaklarıyla bir çiçek dürbünü gibidir.

Onu oluşturan unsurlar sınırlıdır, bizim çeşit çeşit fantazmalarımızı ifade etmek için bu unsurların yerleştirildiği düzenlemeler ise sonsuz. Amacım, hiç kuşkusuz, bu düzenlemeleri tüm ayrıntılarıyla incelemek değil, destekleyici örneklerle onların temel unsurlarını ortaya çıkartmaktır. Temel ama içkin olmayan unsurlar: Bu unsurlar yüzyıllar içinde ortaya çıkmış ve üst üste yığılmıştır. Çiçek dürbününün ana parçaları ancak 19. yüzyılda tamamlanmıştır ve bu kitap da bu oluşumun en çarpıcı evrelerini çizmeye çalışmaktadır. Ama, önce alan. Doğu’ya dair muhayyilemizin coğrafi sınırları nelerdir? Paradoks: Hayali Doğu bir kavram olarak Batı’nın tam karşıtıdır ve sınırları belirsizdir; dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı’nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Ama, eğer Doğu bizim için ötekiliğin en mükemmel ifadesi haline gelmişse, bu ötekilik (vahşi yaşam kavramı dışında) hemen her zaman Asya’ya ve büyük Asya uygarlıklarına mal edildiği içindir. Bununla birlikte, aslında Asya hiila çok geniş bir alan sunmaktadır bize. Orada pek çok Doğu vardır ve her birinin Avrupa için taşıdığı önem farklı farklı olmuştur. Bu yüzden kendimizi en yakındaki Doğu ile sınırlamamız gerekmiştir: yüzyıllardır hiç kopmayan çok yakın ilişkiler içinde bulunduğumuz ve Akdeniz tarihinin bir parçası olan Doğu’yla. Bu nedenle ben ona, Yakın ya da Orta Doğu yerine, daha az etnikmerkezci bir terim olan Akdenizli Doğu diyorum: yani Arap dünyası artı İran ve Türkiye, dolayısıyla Kuzey Afrika’yı da içine alan bölge (önce Arap sonra da Osmanlı İmparatorlukları tarihinin ayrılmaz parçası). Hiçbir sınırlamanın tam olarak sağlam ölçütlere tekabül ettiği söylenemez. Ama hiç olmazsa şundan eminiz (ya da düş kırıklığına uğradık, artık duruma göre): çok ender durumlar dışında Batı’nın hayalindeki Hindistan’a, Çin’e ya da Japonya’ya gitmeyeceğiz. Doğu cephesinde sınırlar belli.

Aslında Batı cephesinin sınırları da belirsiz sayılmaz: Akdeniz, her girintisi çıkıntısı çizilmiş, başlı başına bir sınır değil mi? Biz bunu, sanki tarihte bununla ilgili değişmez bir veri varmışçasına, hiç irdelemeden kabullenmeye çok fazla gönüllüyüz; sanki Avrupa’ııın kendisi de oybirliğiyle baştan beri “Batılı” olmuşçasına. Ne var ki sorun bu kadar basit değil. Londra’dan ya da Paris’ten bakıldığında, Balkanlar Batı mı sayılır yoksa Doğu mu? Her şey içinde bulunulan zamana, can HAYAL1DOCUI 10 alıcı meselelere, hatta kişilere bağlıdır. Hangi ölçüt temel alınırsa alınsın, jeopolitik sınırlar (şu haritalar üzerinde uslu uslu yan yana duran renkler), gerçekte hayali bir hat söz konusu olduğuna göre, asla belirgin olamayacaktır. Hayalimizde bu hattı tam olarak. nereye yerleştirmekteyiz? Ege Denizi’ne mi, Adriyatik’e mi? Yoksa bu hat çağlara göre birinden ötekine mi kaymaktadır? İşte bizi bir çırpıda konumuzun can evine götürecek bir soru. Sadece sınırlar bile sorunumuzun en öncelikli öğesini oluştuı;maktadır. Bu yalnızca bir yer sorunu değil, bir an sorunudur da: kolektif muhayyilemiz bu hayali Doğu/Batı hattını acaba ne zaman çizmiştir? Kendi kendimize soracağımız ilk soru bu işte. Doğal olarak, kitabın 1. Bölüm’ünün konusunu bu soru oluşturacak. Bu sorunun Batı’nın kendi bilincine varışından ayrı düşünülemeyeceğini ve bu bilinçlenmeyi, sık sık tekrarlandığı gibi Marathon’a konumlandırmanın tamamen tarihe aykırı olduğunu göreceğiz. O halde Avrupalılık (Batılılık) bilincinin ilk ifadesini Ortaçağ’daki LatinGermen Hıristiyanlığı’nda mı aramak gerekmektedir? Bunu İslam’la olan ilişkiler mi açığa çıkartmıştır? Hz. Muhammed’in dini üzerindeki Katolik aforozunun anlamı ve kapsamı ne olmuştur? Başka bir deyişle, Akdeniz Ortaçağ’da ne ölçüde bir çatışma ya da birlikte yaşama alanı olmuştur? İşte il. Bölüm’de ele alınan sorular bunlar ve bu soruların incelenmesi, en önemli farklılıkların, belki de topluca hep öyle olduğuna inanılanlar olmadığını gösteriyor. Bu düşünceler bizi, Akdeniz’in hem önemli askeri çatışmaların (özellikle Türkler’le İspanyollar arasında) sahnesi, hem de büyük fetihlerin başlangıcına damgasını vuran geniş bir çerçeveleme girişimine konu olduğu geçit dönemini, o “uzun 1 6.

yüzyıl”ı (15. yüzyılın sonundan 1 7. yüzyılın başına) dikkatle incelemeye götürüyor. 111. Bölüm’de, tarihin bu dönüm noktasının A vrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na bakış açısını ne ölçüde etkilediğini göreceğiz. Bu durumda, kimliğin ve ötekiliğin politik ifadesi diyebileceğimiz bir değerlendirmede, Doğu kavramının biçimlenmeye başladığını görebilir miyiz? Bunun yanıtı sanıldığından da güçtür. B una karşılık, 1 7. yüzyılın ortalarından itibaren ve iV. Bölüm’de görüleceği gibi, daha açık olarak da Aydınlanma çağıyla birlikte Doğu, topyekun bir ötekiliğin ortaya çıkışı olarak kendini tartışmasız biçimde kabul ettirirken, bir yandan da Doğu’yu politik açıdan nitelemek için birtakım anahtar kavramlar (despotizm gibi) belirmeye başlar. Ama kolektif muhayyilemizdeki Doğu, V. Bölüm’de anlatıldığı gi- ÖNSÖZ/ 11 bi, ancak 19. yüzyılın düşünce biçimi sayesinde, bize ters gelen ne varsa içinde toplar, modernliğin her bakımdan tam karşıtı haline gelirken, Avrupa felsefesi de bugün Batı düşüncesine egemen olan dünyaya ve geleceğine ilişkin etnik-merkezci bir bakış açısıyla Batı Asya’nın büyük antik uygarlıklarını kendi evrensel tarihine katmıştır. Gerçekten de biz, A vrupa’nın çöküşünün ve bir bakıma da bütün B atı’nın çöküşünün belirsiz sınırlarını kemirdiği, bize sömürge döneminden ve sonrasından kalan azınlıktaki ve tavsamış vicdan azabının tedirgin bir görünüm kazandırdığı bu egemen görüşün mirasçılarıyız. Bunun sonucu olarak bugün açık düşünceli insanlarda, ötekiyle tedirgin bir barışma eğilimi ve bir onarma isteği ortaya çıkıyor. VI.

Bölüm’de bu isteğin sınırları ve tuzakları belirlenmeye çalışılıyor: ötekine yönelttiğimiz bakışı nasıl kullan�bilir ve onunla hangi koşullarda bir diyaloğu göze alabiliriz? Tuttuğum yol ve birbirini izleyen aşamalarıyla ilgili bu kısacık taslak bu kitaba ruh veren ve onu ilginç ve özgün kıldığına inandığım yaklaşım konusunda bir ön fikir verecektir. Şimdiye kadar bir hayli el atılmış bir alanda aslında bu ilginçlik ve özgünlük savı o kadar da kesin değildir. Batı’nın Doğu’ya bakışı ile ilgili çalışmaların sayısı oldukça kabarıktır ve ben de bunlardan yararlanmaktan geri kalmadım. Özellikle de Maxime Rodinson’un La fascination de l’Islam (İslam’ın Büyüsü) ve Hichem Djai”t’in L ‘Europe et l ‘Islam (Avrupa ve İslam)1 adlı kitaplarına çok şey borçluyum; bana göre Ortaçağ’dan günümüze sorunun özlü bir biçimde tarihsel panoramasını sunan yalnızca bu iki kitaptır. Bu kitaplar olmasaydı sorunu çözmek çok daha zahmetli olurdu: özellikle bibliyografya ile ilgili verdikleri bilgiler kendi dayanak noktalarımı seçmemde çok yardımcı oldu. Bunun hakkını verdikten sonra, her i ki kitabın da Batılı gözüyle İslam’a bakışla ilgili çözümlemeci olmaktan çok betimlemeci bir yüzeysel inceleme sunduğunu söylemeliyim: Bu bakışın aşamaları belirtilmiş ama bu aşamalar anlamlarını ortaya çıkartacak toplu bir sorunsal çerçevesine oturtulmamışlardır. İştahımı kabartmışlar ama yediklerim dişimin kovuğunda kalmıştır. İşte beni kaynaklara inmeye iten de bu açlık olmuştur. Ötekine bakışın belli bir anı ya da veçhesiyle sınırlı, bu nedenle daha ayrıntılı bazı çalışmalar benim için çok yararlı olmuştur. Örneğin 1. Maxime Rodinson, Lafascination de l’Jslam, Paris, Maspero, 1 980, ve Hichem Djalt, L’Europe et /’lslam, Paris, Seuil, 1 978. HAYALI DOGU I 12 Ortaçağ ve sorunun dinsel veçhesi konusunda, artık bir klasik olan, Nonnan Daniel’ın Is/anı and the West’i (İslam ve Batı).2

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir