Tim Powers – Anubis Kapilari

“Çok şey alınsa da, çok şey kaldı geride; Ve eskiden yeri göğü sarsan biz artık o kadar güçlü değilsek de Yine de hâlâ biziz, hâlâ biziz…” –Alfred, Lord Tennyson Son piknikçi grubu da sepetlerini toplayıp atlarına binerek güneye doğru yola koyulurken, çok yaşlı bir adam, yitirdiğini sandığı eski bir özlem duygusuyla, tepenin zirvesindeki iki ağacın arasından onları izliyordu. Londra’ya altı mil yolları olduğu için biraz aceleyle hareket ediyorlardı; kızıl güneş de iki mil batıdaki Brent Nehrinin kıyısındaki ağaçların dallarının siluetini vermeye başlamıştı bile. Hepsi gittikten sonra ihtiyar adam dönerek güneşin ağır ağır batışını izledi. Milyonlarca Yıllık Kayık, diye düşündü, batmakta olan güneş tanrısı Ra’nın kayığı; batı göğünde, yeraltında batıdan doğuya doğru akan karanlık nehrin kaynağına doğru gecenin on iki saati boyunca yol alacak ve ertesi gün nehrin doğu ucunda tekrar ortaya çıkarak ve taze, yeni yanmaya başlamış bir güneşi taşıyacaktı. Ya da, diye düşündü acı acı, bu hareketsiz, dev bir gaz topu, evrene bile sığmayacak kadar büyük uzaklıkta ve bu küçük gezegencik onun çevresinde bir bokböceğinin çıkardığı bir gübre topağı gibi dönüp duruyor. Yavaş yavaş tepeden inerken kendi kendine, seçimini yap, dedi… Ama uğruna ölmeye de hazır ol. Japon takunyalarıyla yumuşak toprak ve otlarda dengesini sağlayamadığı için dikkatli yürümesi gerekiyordu. Çadırlarla at arabalarının arasında ateşler yakılmıştı bile ve serin akşam meltemi yabani kokulardan bir karışım taşıyordu: Bağlı duran eşeklerden gelen keskin bir koku, yanan odunların dumanı ve halkının çok düşkün olduğu bir yemek olan kızarmış kirpinin kokusu. Bir an için öğleden sonra gelen arabanın bayat kokusunu da hafifçe duyar gibi oldu –küflü, pis bir koku, iştah açmaktan çok tiksindiren kötü bir tat gibi, Hampstead Kırlarının temiz esintileriyle neredeyse şok edici bir uyumsuzluk içindeydi. Çadır kümelerine yaklaşırken kampın köpeklerinden ikisi onu karşıladı; her zaman olduğu gibi onu tanıyınca gerilediler ve biri dönüp en yakındaki çadıra daldı; diğeri de isteksizce Amenophis Fikee’ye kampa kadar eşlik etti. Çizgili kadife paltolu esmer bir adam köpeklerin sesleri üzerine çadırdan çıktı ve Fikee’ye yaklaştı. Köpekler gibi, o da yaşlı adama fazla yaklaşmadan durdu. “İyi akşamlar rya,” dedi. “Akşam yemeği alır mısın? hotchewitchi pişiriyorlar, kokusu pek kushto.” Fikee anlamsızca, “Hotchewitchi ne kadar kushto kokarsa tabii,” diye mırıldandı.


“Hayır, teşekkürler. Kendiniz yersiniz.” “Ben değil rya –benim Bessie hotchewitchi pişirmeyi pek severdi; o gittiğinden beri de yemiyorum.” Fikke dinlememesine rağmen başıyla onayladı. “Anlıyorum, Richard.” Birşeyler söylemesini ümit eder gibi duraksadı, ama hiçbir cevap gelmedi. “Güneş tamamen battığında birkaç adamın şu sandığı Doktor Romany’nin çadırına taşısınlar.” Çingene yağlı bıyığını kaşıyarak huzursuzca kıpırdandı. “Denizcilerin bugün getirdikleri sandığı mı?” “Hangi sandıktan söz ettiğimi sanıyorsun, Richard? Evet, o sandık.” “Adamlar ondan hoşlanmadılar, efendi. Onda mullo dusta beshes, yıllardır ölü olan bir şey olduğunu söylüyorlar.” Amenophis Fikee kaşlarını çatarak pelerinini omuzlarına çekti. Güneşin son ışıkları arkasındaki tepenin üzerinde kalmıştı ve keskin hatlı yüzü bu gölgelerin arasında bir taştan ya da ağaç gövdesinden daha canlı değildi. Sonunda konuştu: “Eh, içindekinin dusta beshes –uzun yıllar geçirdiği kesin.” İhtiyar çingeneye gülümseyişi, aşınınca beyaz kayalar ortaya çıkan yamacın bir parçası gibiydi.

“Ama mullo olmadığına… olmadığını umuyorum. Pek mullo sayılmaz.” İçi rahat etmeyen çingene nazikçe bir kez daha itiraz etmek üzere ağzını açtı; ama Fikee dönüp kıyıdaki açıklık boyunca yürümeye başlamıştı, pelerini rüzgârda dev bir böceğin kanatları gibi salınıyordu. Çingene iç çekti ve kendisini uğursuz sandığın taşınmasına yardım etmekten kurtaracağını umduğu bir topallama taklidinin provasını yaparak, ağır ağır çadırlardan birine doğru yöneldi. Fikee karanlığa gömülen nehir kıyısında ağır ağır Doktor Romany’nin çadırına doğru ilerledi. Meltemin boğuk uğultusu dışında, alışılmadık derecede sessiz bir akşamdı. Çingeneler bu gece havada önemli bir şey olduğunu fark etmiş gibiydiler ve köpekleri kadar sessizce sıvışıyorlardı. Nehir kıyısındaki sazların arasındaki kertenkeleler bile hoplayıp zıplamayı bırakmışlardı. Çadır açık bir alanda, büyükçe bir gemiye bile yetecek kadar çok halat ve donanımın ortasındaydı. Bir düzine kazığa bağlanmış çapraz ipler Romany’nin cüsseli, her yeri sarkan, kat kat çadırının baştan savmalığını arttırıyordu. Fikee çadırın, gizlice dua etmek için nehir kıyısında diz çökmüş olan, kışlık giysisi içindeki dev bir rahibeye benzediğini düşündü. Birkaç ipin altından eğilerek geçip girişe geldi ve perdeyi yana çekti; çok sayıdaki lambanın duvarları, yeri ve tavanı oluşturan işlemeli halılara yansıyan ışıkları altında gözlerini kırpıştırarak içeri girdi. Doktor Romany masadan kalktı ve Fikee çaresiz bir imrenme hissetti. Nefretle, neden, diye sordu, geçen Eylül Kahire’de kısa çöpü çeken Romanelli olmamıştı? Fikee koyu renkli pelerinini ve şapkasını çıkarıp bir köşeye attı. Kel kafası lambaların ışığında kabaca parlatılmış fildişine benziyordu.

Romany yüksek, yaylı topukları üzerinde tuhaf bir şekilde aşağı yukarı yaylanarak odanın diğer ucundan geldi ve eline yapıştı. Derin, kısık bir sesle “Bu gece gelmemiz –gelmen– harika,” dedi. “Tek dileğim burada seninle bizzat görüşebilmekti.” Fikee biraz sabırsızca omuzlarını silkti. “İkimiz de yalnızca hizmetkârız. Benim görev bölgem İngiltere, seninkiyse Türkiye. Bu gece ancak –belli belirsiz elini salladı– kopya olarak bulunabilmenin nedenini çok iyi anlıyorum.” Romany, “Herhalde söylememe gerek yok,” dedi, sesi çevrelerini saran halılardan yankılanmak istercesine giderek derinleşiyordu, “bu gece ölecek olursan gerekli törenler ve dualarla mumyalanıp gömüleceğinden emin olabilirsin.” Fikee, “Eğer başaramazsam,” diye cevap verdi, “dua edilecek kimse kalmayacak.” Kendinden emin olan Romany, “Başaramazsan, demedim. Kapıları açmayı başarman, ama bunu yaparken ölmen de mümkün,” dedi. “Bu durumda gerekli işlemlerin yapılmasını istersin.” Fikee sıkıntıyla onaylayarak, “Pekâlâ,” dedi. “İyi,” diye de ekledi. Kapıdan karışık ayak sesleri, ardından da endişeli bir ses geldi.

“Rya? Sandığı nereye koyalım? Acele et, sanırım nehirdeki ruhlar içinde ne olduğunu görmeye geliyorlar!” Romany, “Buna hiç şaşırmam,” derken, Fikee çingenelere onu içeri taşıyıp ortaya koymalarını söylüyordu. Bu işi aceleyle bitirip saygılı, ama olabildiğince çabuk çıktılar. Oldukça yaşlı olan iki adam bir süre sessizce sandığa baktılar, sonunda Fikee kendine geldi ve konuştu. “Çingenelerime ben… yokken seni şef olarak kabul etmelerini söyledim.” Romany başıyla onayladı, sonra sandığın üzerine eğildi ve üst kısımdaki tahtaları sökmeye başladı. Birkaç avuç dolusu buruşuk kağıdı kenara fırlattıktan sonra, iple bağlanmış küçük tahta bir kutuyu dikkatle çıkarıp masanın üzerine koydu. Sandığa dönerek, gevşemiş tahtaların geri kalanlarını söktü, oflayıp puflayarak kağıda sarılı bir paket çıkarttı ve yere koydu. Kabaca kare şeklinde bir paketti, kenarları birer metre ve kalınlığı on beş santimetre kadardı. Doğruldu ve gereksizce, “Kitap,” dedi. Amenophis Fikee paketin ne olduğunu zaten biliyordu. “Keşke Kahire’de yapabilseydi,” diye fısıldadı. Doktor Romany, “Britanya krallığının kalbi,” diye hatırlattı. “Yoksa sence yolculuk edebilir mi?” Fikee başını salladı ve masanın yanında diz çökerek, altından bir tarafında kayarak açılan bir kapak olan cam bir küre çıkardı. Onu masaya koyduktan sonra küçük tahta kutunun üzerindeki düğümleri çözmeye başladı. Bu arada Romany de paketi saran kağıtları açmış, ortaya üzeri fildişi parçacıkları yerleştirilerek yapılmış yüzlerce Eski Mısır Krallığı hiyeroglifiyle süslü siyah, bir tahta kutu çıkmıştı.

Mandalı deriden yapılmıştı, öyle eskimişti ki Romany çözmeye çalışırken unufak oldu. İçinde üzeri benzer hiyeroglif karakterlerinin kabartmalarıyla süslü kararmış gümüş bir kutu vardı; onun kapağını açınca da ortaya altın bir kutu çıktı, ince işlenmiş yüzeyi lambanın ışığında parıldıyordu. Fikee küçük tahta kutuyu açmış, pamuğa sarılı duran ağzı mantarla tıkalı küçük bir şişe çıkarmıştı. Şişede birkaç gram siyah, tortulu ve kıvamlı bir sıvı vardı. Doktor Romany derin bir nefes aldı ve altın kutunun kapağını açtı. Doktor Romany önce tüm lambaların aynı anda söndüğünü sandı, ama bakınca alevlerinin her zamanki gibi yandıklarını gördü. Ama neredeyse tüm aydınlık gitmişti –artık odayı adeta bir sis perdesinin ardından görüyordu. Paltosuna iyice sarındı; sıcaklık da kaybolmuştu. O gece ilk kez korktu. Kendini kutunun içinde duran, odadaki ışığı ve sıcaklığı yutan kitaba bakmaya zorladı. Eski papirüsteki hiyeroglif şekilleri parlıyorlardı –ışıkla değil, adeta ruhunu gözlerinden emen bir karanlıkla parlıyorlardı. Ve şekillerin anlamları aklına açıkça ve zorla giriyorlardı, ilkel Mısır yazısını okumayı bilmeyen biri bile olsa böyle olurdu, çünkü bunlar dünyanın gençlik zamanlarında dilin babası ve ruhu olan tanrı Thoth tarafından yazılmışlardı. Korkuyla bakışlarını kaçırdı, sözcüklerin vaftiz oluyormuşçasına ruhunu yaktıklarını hissedebiliyordu. Çatlak bir sesle, “Kan,” dedi, havanın sesleri taşıma özelliği bile azalmış gibiydi. Amenophis Fikee’nin siluetine doğru, “Efendimizin kanı,” diye tekrarladı.

“Onu küreye koy.” Fikee’nin kürenin yanındaki kapağı başparmağıyla açtığını ve mantarını çıkarmadan önce şişeyi kapağın ağzına götürdüğünü güçlükle görebiliyordu; siyah sıvı içine akü, yukarı doğru dökülerek cam kürenin tepesini kirletti. Romany, ay yükselmiş olmalı, diye düşündü. Fikee’nin avucuna bir damla düştü, yakmış olmalıydı ki, dişlerinin arasından acıyla tısladı. Doktor Romany zorlukla, “Artık… yalnızsın,” dedi ve kendini çadırın dışına attı. Açıklıktaki akşam havası çadırdakinden daha ılıktı. Nehir kıyısı boyunca tuhaf ayakkabılarıyla düşe kalka dolanıp durdu, sonunda elli metre yukarıdaki hafif bir yükseltide, olduğu yere nefes nefese çöktü ve dönüp çadıra baktı. Nefesi ve kalp atışları düzelirken Thoth’un Kitabı’na bakışını düşündü ve irkildi. Büyücülüğün son on sekiz yüzyılda nasıl alt üst edildiğini belgelemek gerekecek olsa, bu tarih öncesi kitap bunu sağlardı; Romany onu daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen biliyordu ki, Prens Setnau Kha–em– Uast onu bulmak için binlerce yıl önce Ptahnefer–ka’nın Memphis’deki mezarına indiğinde kitaptan yayılan ışıkla aydınlanan gömü odasını bulmuştu. Ve bu büyü, diye düşündü, bu geceki bu müthiş deneme, büyücülüğün bu kadar zor olmadığı ve büyücüye zarar vermediği ve sonuçlarının en sıkı kontrol altında bile çarpık ve beklenmedik olmadığı o eski günlerde bile yasaklanacak kadar tehlikeli sayılırdı. O günlerde bile, diye düşündü, ancak en cesur ve en usta rahipler Fikee’nin bu gece söyleyeceği bekau‘yu, güç sözcüklerini söylemeye cesaret edebilirlerdi. Bu sözcükler Mısır’ın güçlü olduğu dönemlerde ölüler diyarına ve bu dünyadan diğerine açılan kapılara hükmeden köpek başlı tanrı Anubis’e –ya da ondan geriye ne kalmışsa– bir dua ve dönmesi için bir davetti. Doktor Romany bakışlarını çadırdan ayırdı ve nehir boyunca uzanan süpürgeotlarıyla kaplı manzaraya ve onun ötesine uzanan, çaplarına göre fazla uzun görünen ve incecik dalları meltemle salınan ağaçlarla kaplı diğer bir yükseltiye çevirdi. Bir kuzey manzarası, diye düşündü, şişeden akan cin gibi keskin, temiz ve meyve kokan bir rüzgârla karışmış. Bütün bunların yabancılığı karşısında, Efendilerinin yeni krizde yardımcı olmaları için çağırması üzerine dört ay önce Fikee ile birlikte Kahire’ye yaptıkları yolculuğu düşündü.

Evinden çıkmasına bile engel olan ürkütücü karışıklıklara rağmen, Efendileri uzun bir süredir gizli bir ajan ordusu ve sınırsız bir servet kullanarak Mısır’ı Müslüman ve Hıristiyan istilasından temizlemeye ve daha da zoru, Türk Paşası ve onun yabancı askerlerini kovarak Mısır’ı yeniden dünya çapında bir güç haline getirmeye çalışıyordu. Dört yıl önceki Piramitler Savaşı, Fransızlar Mısır’a girdikleri için o zaman son yenilgi gibi görünse de, aslında onun ilk gerçek çıkışı olmuştu. Romany gözlerini kısarak, o sıcak Temmuz öğleden sonrasında Fransız tüfeklerinin dalga dalga patlamalarının saldırıya geçen Memlük süvarilerinin davul gümbürtülerine karışarak Nil’de yankılanışını hatırladı… gece olduğunda Mısır valileri İbrahim ve Murat Beylerin orduları yenilmiş ve idareyi genç general Napoleon’un kumandasındaki Fransızlar ele almışlardı. Vahşi ve acı dolu bir uluma üzerine Doktor Romany ayağa fırladı; ses saniyeler boyunca nehir kıyısındaki ağaçların arasında uğuldadı, kesildiğinde ise, bir çingenenin korkuyla koruyucu dualar mırıldandığını duydu. Çadırdan başka ses gelmedi ve Romany rahat bir nefes alarak tekrar çömeldi. Aklından, iyi şanslar Amenophis, diye geçirdi– “Tanrılar seninle olsun,’’ derdim, ama bunu şu anda kendin belirliyorsun. Huzursuzca başını salladı. Fransızların başa geçmesi eski düzenin sağlanması umutlarının sonu gibi görünmüştü ve Efendileri zor bir büyüyle rüzgâra ve gelgitlere hükmederek, İngiliz Amirali Nelson’un daha iki hafta geçmeden Fransız donanmasını yok etmesine gizlice yardım etmişti. Ama Fransızların varlığı daha sonra Efendilerinin işine gelmişti; Fransızlar Memlük Beylerinin yoğun gücünü zayıflatıyorlardı ve ülkeyi boğan Türk askerlerini 1800 yılında sürdüler. Napoleon Fransa’ya döndüğünde Kahire’nin başına geçen general Kleber de, Efendilerinin politik entrikalarına ve Müslüman ve Kıpti nüfusu eski Osiris, İsis, Horus ve Ra dinine çekme çabalarına karışmamıştı. Hatta görünüşe göre Fransızların varlığı Mısır’a ineklerdeki çiçek hastalığının insan bedenine yaptığı etkiyi yapıyordu{1}; ciddi bir enfeksiyon ancak taşıyıcının ölümüyle son bulacağı için, başa çıkılabilir bir enfeksiyon veriyor, bu da bir süre sonra ortadan kalkıyordu. Daha sonra ise tabiî ki, işler ters gitmeye başlamıştı. Halepli bir fanatik Kleber’i Kahire’de sokak ortasında bıçaklayarak öldürünce, ardından gelen kargaşa dolu aylarda İngilizler durumdan faydalanmışlardı; 1801 Eylülünde Kleber’in yerine gelen beceriksiz yönetici Kahire ve İskenderiye’de İngilizlere yenilmişti. İngilizler gelmiş ve daha ilk haftada Efendi’nin ajanlarının bir düzineden fazlası tutuklanmıştı. Yeni İngiliz vali, Efendi’nin şehir dışında eski tanrılar için yaptırdığı tapınakları kapatmaya bahane bile buldu.

Çaresiz kalan Efendileri en eski ve en güçlü adamlarından ikisini, İngiltere’den Amenophis Fikee’yi ve Türkiye’den Doktor Monboddo Romanelli’yi çağırtmış ve onlara, bunadığını düşündürecek kadar fantastik görünse de, İngiltere’yi dünya sahnesinden silmenin ve Mısır’ın çağlar boyu kayıp olan gücünü geri getirmenin tek yolu olduğunda ısrar ettiği planı açıklamıştı. Onunla balmumundan, gerçek boyutlarda dört insan heykeli olan ushabti‘leri dışında yalnız yaşadığı dev mabedinde buluşmuşlardı. Tavanda oturduğu tuhaf köşesinden konuşmaya başlayarak Hıristiyanlığın, büyücülüğün artık kurumuş olan köklerindeki yaşam suyunu buharlaştıran o acımasız güneşin önünün artık Voltaire, Diderot ve Godwin gibilerinin yazılarından doğan şüphe bulutlarıyla kapanmakta olduğunu söylemişti. Hiçbir şeye sabrı olmadığı gibi, yaşlı büyücünün bitmek bilmeyen mecazlarına da sabredemeyen Romanelli pervasızca sözünü keserek, bütün bunların İngilizleri Mısır’dan çıkarmaya nasıl yardımcı olacağını sordu. Efendi, “Büyü usülüne göre–’’ diye başladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir