Tom Robbins – Kovboy Kizlar da Huzunlenir

A mipler arkalarında fosil bırakmazlar. Kemikleri yoktur (Ne dişleri ne kemer tokaları ne de alyanslan vardır). Dolayısıyla ne zamandır Yeryüzünde yaşadıklarını belirlemek imkânsızdır. Fakat amipler muhtemelen perde açıldığından beri ortalıktaydılar. Birinci perdenin başlarında sahnenin hâkimi onlardı büyük ihtimalle. Gelgelelim 1674’te Anton van Leeuwenhoek tarafından keşfedilmeden üç yıl ya da üç gün veya üç dakika kadar önce türemiş de olabilirler. Ama öyle ama böyle, kanıtlaması imkânsızdır. Fakat kesin olan bir şey var ki amipler durmaksızın bölünerek çoğaldıkları, sahip oldukları tüm özellikleri aktardıktan ve kendilerinden hiçbir şey kaybetmediklerine göre dünyaya gelen ilk amip bugün hâlâ hayatta. İster dört milyar ister sadece üç yüz yaşında olsun, bugün hâlâ bizlerle beraber. Peki nerede? Doğrusu ilk amip Califomiya’da, Hollywood’da lüks bir havuzda sırtüstü süzülüyor olabilir. İlk amip Siwash Gölünün çamurlu sığlıklarında sukamışı kökleri ve kurbağalar arasında saklanıyor olabilir. İlk amip az önce paçanızdan akmış olabilir. Kafa yormak boşuna. İlk amip, tıpkı sonuncusu ve ondan bir sonraki gibi burada, şurada ve her yerdedir, çünkü onun aracı, mecrası, özü sudur. Elementlerin yıldızı su. Su kanatları ya da güvenlik ağı olmadan bulutlardan aşağı paraşütsüz dalış yapar. Su en dik uçurumları aşar, gözünü bile kırpmaz. Su toprağa gömülür sonra yeniden doğar,- su ateşte yürür, ateşin orası burası su toplar. Katı, sıvı ya da gaz, her halinde zarifçe bileşen, hayvan, bitki ya da mineral tüm varlıkların içine işleyen lehçelerde konuşan su, dört boyutta cesaretle dolaşır. Can verir (tarlada bir marulu tekmeleyin “Sul” diye bağırır), yok eder (Hollandalı çocuğun parmağı Ağrı Dağı’ndan ders almıştır’) ve yaratır (hatta derler ki insanoğlu bile kendini bir yerden diğerine aktarabilmek için su tarafından icat edilmiştir ama o ayrı bir hikâye). Daima hareket halinde (ister buhar gücünde ister buzul hızında), hep akıcı, ritmik, dinamik, her zaman her yerde, değişen ve değişimlerini sürdüren, tersyüz olmuş bir matematik, tersten bir felsefe içindeki suyun süregiden destansı yolculuğu adeta karşı konulmazdır. Ve su nereye giderse gitsin amipler de ona eşlik ederler. Sissy Hankshaw bir defasında bir muhabbetkuşuna otostop çekmeyi öğretmişti. Bu konuda bir amibe öğretebileceği fazla bir şey yoktu. Gerek yolcu olma konusundaki uzmanlığı gerek cinsel gerilimler konusundaki neredeyse mükemmel kararlılığı ile amip, bu vesileyle, turnanın yerine Kovboy Kızlar da Hüzünlenir resmi maskotu ilan edilmiştir. Ve Kovboy Kızlar da Hüzünlenir her nerede olursa olsun amiplerin ilkine iyi ki doğdun demek istiyor. İyi ki doğdun! RUBBER ROSE ÇİFTLİĞİNE HOŞ GELDİNİZ Dakota bölgesinin en güzel müştemilatı bu. Öyle olmalı. örümcekler, fareler, soğuk hava dalgalan, kıymıklar, mısır ko-çanlan, bildik pis kokular burada yaşayanlann yanında barınamaz. Sığırtmaçlar yazlık evi kendileri onanp dekore ettiler. Plastik sünger, asılı çiçek saksılan, Georgia O’Keeffe’in inek kafatası döneminden birkaç baskı, yumuşacık halı kaplama, alçı yalıtım, kül tablalan, bir tütsülük, bir rulo sinek kâğıdı, Dale Evans’ın biraz tartışmalı bir fotoğrafı. Hatta evde bir radyo bile var, çevredeki tek radyo istasyonu Polka’dan başka bir şey çalmasa da… Elbette çiftliğin kapalı mekânlan, düzgün tuvaletlerinde sifonlan vardı ama devrim sırasında binleri tıkamış, bir daha da açan olmamıştı. Tesisat, kızlann zayıf olduktan konulardan biriydi. En yakın lağımcı 30 mil uzaktaydı. Bildikleri kadanyla çevrede hiç kadın lağımcı yoktu. Jelly müştemilatta oturuyordu. Gereğinden uzunca bir süredir orada oturmaktaydı. Kapı, sonuna kadar açıktı ve gökyüzünü içeri alıyordu. Daha doğrusu gökyüzünün bir parçasını, çünkü Dakota’da yaz günü gökyüzü muazzam büyüklüktedir. Muazzam büyük ve muazzam mavi ve bugün tek bir bulut bile yok. Bir bulut öbeği gibi görünen şey aslında ay, bir kardan adamın ayak tırnağından kırpılmış bir parça gibi ince uzun ve soluk. Radyoda “Gümüş Dolar Polkası” çalıyor. Genç Jelly böyle dalgın dalgın ne düşünüyor? Söylemesi güç. Muhtemelen kuşlan düşünüyor. Yok, demin haikuhyarak geçen kar-galan değil de sığırtmaçlarıyla birlikte aşağıda, gölün orada kafaya aldıktan kuşlan. Bu kuşlar gerçekten de düşündürür adamı. Ama belki de Chink’i düşünüyordur, o çatlak yaşlı keltoşun şimdi ne âlemde olduğunu, tepedeki bayınnda neler yaptığını merak ediyordur. Belki de çiftliğin mali vaziyetini düşünüyor, iki yakayı nasıl bir araya getireceğine kafa yoruyordur. Hatta kozmik balkabağının rast-lantısallığı gibi metafizikse! bir şeyler hakkında düşünüyor olması bile mümkün,- ne de olsa Chink onu defalarca felsefi kavramlara maruz bırakmıştı. Ama bu uzak bir ihtimalse bile, uluslararası vaziyet hakkında kafa patlatıyor olması daha da uzak bir ihtimal olur,- zaten durum yine her zamanki gibi içler acısı. Anlaşılan aklı aşkta ya da romantik bir varlıkta da değil; çünkü külotu ve kot pantolonu aşağıda ama parmakları duygusuzca dizkapaklarının kubbelerini dövüyor. Belki de Jelly öğlen yemekte ne var onu düşünüyor. Öte yandan, çiftliğin başı Bonanza Jellybean sadece gidişatı gözden geçiriyor da olabilir. Tuvaletin rahatlığına kapılmış etrafı inceliyordur. Ağıllara, ahırlara, yatakhaneye, tulumbaya, saunadan geriye kalanlara, zayıflama salonunun kalıntılanna, söğütlüğe, kavaklara, Delores’in pazartesi günü bir çıngıraklı yılana musallat olduğu bahçeye, hâlâ ayçiçeklerinin arasında paslanmakta olan saç kurutma makinesi yığınına, tavuk kümesine, rüzgârda yuvarlanan çalı yığınına, peyote arabasına, uzaktaki şahit tepelere ve kanyonlara, gökyüzü dolusu maviye göz atıyordur. Hava sıcak ama bugün bir esinti var ve çıplak baldırlarından yukarı tatlı tatlı süzülüyor. Adaçayı kokusu ve gül rayihası var. Sinek vızıltısı ve polka viyaklaması var. Ötede bir yerde at dudakları pırpır ediyor,- otlaktaki keçileri ve sürüye bakan kızlann uzak, belli belirsiz seslerini duyuyor. Ve de kuş sürüsünü. Bir horoz sinüslerini temizliyor. Gürültülü ama sığırtmaçlar sus-turmasa o kuşların yapabilecekleri yanında hiç sayılır. En iyisi sustur-sunlarl Öylece oturan Jelly hülyalı bakışlarını horozun üzerine dikiyor. “Eğer bir gün” diyor yanındaki boş koltuğa, “o Sissy Hankshaw tekrar buraya gelecek olursa, ona bir tavuk nasıl hipnotize edilir öğreteceğim. Dünya üzerinde hipnotize etmesi en kolay yaratıklar tavuklardır. Eğer on saniye boyunca bir tavuğun gözlerine bakabilirseniz, sonsuza dek sizin olur.” Pantolonunu çekiyor, tüfeğini omzuna atıyor ve sallana sallana, girişteki muhafızdan nöbeti devralmaya gidiyor. Batının yalnızca kızlar tarafından idare edilen en büyük çiftliğine, Rubber Rose’a hoş geldiniz. Birinci Bölüm Doğa her zaman deneyler peşindedir. Trader Horn Bu bir kalp değil, ne kaygısız ne kederli ne şefkatli ne de kırık. Ne sevgi dolu ne taştan ne kanayan ne de nakledilmiş,- bu bir kalp değil. Bu bir beyin değil. O bir buçuk kiloluk tavuk renkli yapışkan şey —beynin kendisi tarafından— fazlasıyla ciddiye alınıyor,- onca karmaşık ve mistik güçler atfedilen (ki atıfta bulunan da beynin ta kendisi) o sümüksü organ öyle zayıf ki koruyucu kasasının desteği olmasa resmen kendi ağırlığından çöker. O yüzden bu bir beyin de olamaz. Bir diz ya da gövde de değil. Ne bir bıyık ne de bir gözyuvarı. Dil de değil. • Bir göbek deliği değil. (Umbilikus görevini yapar, sonra çekilir, geride, durduğu yerde bir izi bırakır sadece: buruşuk ve çukur, sarmal ve kubbeli, kör ve göz kırpan, kel ve düğmeli, terli ve pudralanmış, öpülmüş ve ısırılmış, ağdayla alınmış ve incecik tüylü, mücevherlerle süslü ve unutulmuş, Doğanın çamurlu ayağını içinde salladığı o her şeye kadir bereketli memeler, tohumlar ya da fetişler kadar görsel bir biçimde yansıtan göbek deliği, varlığımızın merkezinde tıpalı bir anahtar deliği gibi görünür. Doğrusu bu,- ama Ey göbek deliği, senin hareketsiz analığını ve göbek pamuğunda kördüğüm olan rüyaları selamlasak da nihayetinde sen bir yarasın, sen o değilsin.) Kaburga değil. Sırt değil. İçini doldurmak için tercih edilen bedensel deliklerden biri ya da akla gelecek her yerdeki her deliğin içini bir ara doldurmuş o dik kafalı uzuv da değil. Etrafında hiç tüy yok. Ne ayıpl Bir ayak bileği değil çünkü onun ayak bilekleri kemikli de olsa, nazikçe söylemek gerekirse, sıradandı. Bu bir burun, çene ya da alın da değil. Bir biseps, triseps ya da Henle Kulbu hiç değil. Başka bir şey bu. /”TNu bir başparmak. Evet başparmak. Başparmaklar, her ikisi de. OAklımızda kalan, onu farklı kılan şey, başparmakları. Onu saat mekanizmasına getiren, derken alıp götüren, sonra geri getiren başparmaklarıydı. Saat mekanizmasını vurgulamak elbette hem ona hem de Rubber Rose Çiftliği ne ihanet sayılabilir, ama saat mekanizması şu anda yazarın zihninde taptaze ve kocaman. Saat mekanizması imgesi daha ilk cümlelerden beri yazarın peşinde, onu çekiştirip duruyor, reddedilmeyi kabullenmiyor. Saat mekanizması imgesi yazarın kolunu usul usul çekiştiriyor, tıpkı Duncan Hines’ın 1 hayaletinin bazı lokantalarda keten masa örtülerini çekiştirdiği gibi, artık pektir şey yiyecek hali de kalmamış: Epeydir peynirli omlet yiyemedik canım. Fakat gayet iyi bilindiği gibi kahramanımızın başparmakları onu saat mekanizmasının yanı sıra saymakla bitmeyecek kadar çok yere ve Chink’in yanı sıra pek çok başka insana ulaştırdı. Örneğin New York a götürüp nazik beyefendi Julian’ın karşısına çıkardı. Ve ona sık sık bakan, uzun uzadıya bakan, ona bir erkeğin bir kadına bakabileceği iç ve dış her açıdan bakan Julian bile başparmaklarından çok etkilenmişti. Uykudan ve banyodan önce soyunurken onu seyreden kimdi? Julian. Zarif yüzünün ve selvi boylu bedeninin her çizgisinin izini süren ve her defasında gelip başparmaklarına dikilen kimin gözleriydi? Julian’ın. Düşünceli, anlayışlı, her türhi sakatlık önyargısından uzaktı ama yine de son tahlilde, kendi hayal gücünün sığınağında bu parmakları diğer her şeyiyle son derece endamlı bir bedenin zarif hatlarına bir tecavüz olarak görüyordu işte, Leonardo’nun, Mona Lisanın ağzının kenarında yanlışlıkla bıraktığı, sallanan bir spagetti parçasıydı sanki. Sinekkuşunun ortalama rektal ısısı 40,3 derece. Bugüne değin hiç kimse ölçmeyi başaramamışsa da yabanarısının ortalama rektal ısısı 43,7 olarak hesaplanmış. Ama bu, ölçülemediği ya da ölçülemeyeceği anlamına gelmiyor. Bilimsel araştırmalar devam ediyor: belki de Du Pont’taki arı proktologları tam da şu sırada… İstiridyenin rektal ısısı konusunda ise bugüne değin hiç tahmin yürütülmemiş ama bu yerleşik yumuşakçanın doku ısısı da yukarıda sözü geçen yabanarısına bakılırsa 37’nin bir hayli altında olmalı. Ama istiridyenin düşünme gücü varsa dışkılama teçhizatını her halükârda müthiş havalı bir parça olarak görmeli,- Evrenin sıçıp duran yaratıkları içinde başka hangisi bedensel atıklarını mücevhere çevirebiliyor ki? Biraz zorlama da olsa burada bir metafor söz konusu. Yazar pislik ve hastalıkla karşılaştığında rahatsızlık veren maddeyi kendi salgılarıyla kaplayan ve böylece bir inci yaratan istiridyenin sorun giderme becerisiyle, çoğu insanın dehşet verici bulacağı başparmaklarla donatılmış Sissy Hankshaw’un rahatsızlık veren parmaklarını zaferle kaplaması arasında zayıf bir paralellik kurmaya yelteniyor ve böylelikle pürüzsüz ve ışıltılı bulduğu bir tasavvuru ebedileştiriyor. Yazar, Sissy Hankshawu yalnızca başparmakları için değil de daha çok onları kullanma biçimi için seçti. Tıpkı herkese yetecek kadar tik ve takla dolu saat mekanizmasının kitabın kozmik bağlantılarını kurması, Rubber Rose’un kitaba o sıcacık rektal ısısını vermesi gibi, Sissy de inci gibi yaklaşımlarıyla donattı bu kitabı. Sissy Hankshaw önce Rubber Rose’a, ardından da saat mekanizmasına, her zaman her yere nasıl ulaşıyorsa öyle ulaştı, yani yol kenarı talepkârlığıyla. Rubber Rose’a otostop çekti, çünkü otostop onun geleneksel seyahat yöntemiydi,- aslına bakılırsa otostop onun yaşam biçimi, dünyaya yerine getirmek için geldiği bir çağrıydı. Diğer sekiz parmağı hangi şansı yakalamış olursa olsun, başparmakları onu pek çok muhteşem zaman ve mekâna götürmüş ve işte sonunda saat mekanizmasına kadar da getirmişti. Sıradan başparmakları olsaydı, yine de Rubber Rose’a giden bir araca atlaması muhtemeldi, çünkü özel aracı yoktu ve hiçbir tren, otobüs yâ da uçak, bırakın saat mekanizmasını, çiftliğin yakınından bile geçmiyordu. Bir kadın Dakota’nın uzak mı uzak bir köşesine bir kadın otostopla geldi. Çember yılanı yutmuş bir şeftali sepeti gibi yuvarlanarak daldı içeri. Öyle mühim bir şey değildi. O yapınca kolaymış gibi görünüyordu hatta. Başparmakları bir yana, yaradılışı buna müsaitti. Kalmak için gelmemişti kadın. Dakota’nın tepelerinde, birsubö-ceğinin bir duble martini üzerinde bırakacağından daha fazla iz bırakmak niyetinde değildi. Başparmaklarını cennetin hulahupları gibi sallaya sallaya zahmetsizce dalmıştı içeri. Ve aynı şekilde gitmeyi planlıyordu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir