Trevanian – Ölüm Dansı

Dünyanın bize ait köşesinde, Pirene Dağları’nın batı eteklerinde yemyeşil çayırlar dimdik yükselen tepelere tırmanır ve aralarmda yer yer kesintilerle alt alta üst üste çiftlikler sıralanır. Zig zağlar halinde aşağılara ve yukarılara doğru patikalar vardır, ve insanlar yü-rüye yürüye bu yollardan inip çıkarlar. Joseph bu yüksek dağlardaki çiftliklerden birinde yaşardı. Çok eski ve oldukça ağır, Bernard marka bir orağı vardı. Her seferinde bir tarafı bozulur ve Joseph bozulan parçayı vadideki topal tamirciye götürürdü; orak tamir edilirken de, tamircinin karısıyla gizli bir köşede sevişirdi. Bazen orağı bozulmazdı, ama Joseph artık orağın bozulma zamanı geldiğini hissederek, çiftlikte bozuk bir alet parçası bulup yine tamirciye giderdi. Joseph çiftlikte ağır iş yapardı (koca Bernard’ı taşımak yeterince ağır bir işti) ama vadilere indiğinde çok mutlu bir adam olurdu. Karısı koyunları güder, o da yüksek dağlara çıktığı zaman çok mutlu bir kadın olurdu; oralarda gizemli olaylar olur ve efsaneler yaratılırdı. Ancak, köyün bütün koyunlarının başında durmak gerektiği zamanlar, dağlara çıkan Joseph olurdu. Yazın fırtınalı günlerinde, orada çoban kulübesinde pek çok görevi vardı. Joseph bizim oraların en ünlü dansçısıydı ve pastoral öyküleriyle kasabanın en çok konuşulan çobanıydı. Bizim oralarda bir zamanların geleneğine göre, büyük dansçılar belediye reisi olurdu ve Joseph de bir dönem adaylığını koymuş ama kampanyası başarısız 13 olmuştu. Zehirli dilleri olan bazı erkekler, kendileri de pek inanmamakla birlikte, kahvelerde akşamdan sabaha iskambil oynarken şakayla karışık kötü dedikodular ederlerdi. Joseph’in adaylığını destekleyecek on bir kişi bulamayışının nedeni de, kasabada boynuzlanmamış kimse kalmamış olmasındandı. Joseph kadınların bayıldığı, köpeklerin ise hiç güvenmediği çapkın erkeklerdendi.


Kadınlar ona âşık olur ama ertesi gün bir daha yüzünü bile görmek istemezlerdi. Haziran ayında ahududularını patlayana kadar yiyip artık tadı kalmadığında bir kenara attığımız gibi, kadınlar da ondan yüz çevirirdi. Öte yandan, erkekler, Joseph’in maceralarının dedikodusunu yapmaya bayılır ve onu aralarına alıp bu öykülerini onun ağzından dinlemekten çok hoşlanırlardı; zira erkekler çapkınlık öykülerine -kendi karılarına ucu dokunmadıkça-pek bayılırlardı. Joseph çok ağzı sıkı bir adamdı, ve köyün erkekleri onun kanlarıyla bir ilişkisi olduğunu akıllarının ucundan bile geçirmezdi. Kadınlar bir kez Joseph’e âşık olup sırt çevirdiğinden, kasabanın erkekleri onun bu maceralarını uzak yerlerde yaşadığına inanmıştı. Ya da öyle inanmak istiyorlardı. Her ne kadar kimse doğrudan doğruya Joseph’ten kuşku duymasa da, Joseph hiçbir zaman tamamen kuşku duyulmayan bir insan da sayılmazdı. Bizim oralarda en ufak bir vesvese herkesin kendi üzerine alınmasına sebep olurdu. Ama Joseph çok iyi bir gözlemciydi ve her şeyin farkındaydı. Kendisini yerden yere vuracak bir olayı eğlenceli olsun diye anlatmaktan kaçınmazdı. Kahvehanede vakit öldüren köyün erkeklerinde pek rastlanan bir özellik değildi bu. Yine de, Joseph önemli bir adam olmayı sürdürüyordu. Bunun da nedeni, köyün erkeklerinin bir ‘yıldız’a ihtiyaç duymalarıydı. Sönmeye yüz tutmuş bir yıldız da olsa, hiç yıldızları olmamasından iyiydi. Joseph ellisine yaklaşan ve köydeki erkeklerden bir kaş boyu daha uzun, yakışıklı bir adamdı.

“Vadinin en tepesinde” anlamına gelen Aramburu soyadıyla tanınırdı. Parisli etnoloji profesörlerinin klasik bir Bask tipi olarak örnekleyebilecekleri bir adamdı. Gerçi, Basklılar’ın “Bask tipi” dedikleri bir şey yoktu elbette. Bembeyaz gözakınm ortasında koyu kahverengi göz rengi, kemikli kanca bir burun ve düz bir ağız. Joseph’in kopkoyu ve gür saçları hiç dökülmemiş, ancak şakaklarından hafif hafif kırlaşmaya baş14 f lamıştı. Hiçbir çiftçinin -çiftçi karısının diyelim- uzatmadığı kadar uzun saçları vardı. Okulda çok zeki bir çocuktu, ama kızlara düşkünlüğü okul hayatındaki başarısını engellemişti. Dört erkek kardeşin en küçüğü olduğundan, en büyük ağabeyinin yanında işçilik yapmaktan başka bir şansı olamayacaktı. Yasalara göre, tek varis en büyük erkek çocuktu. Joseph de, bu durumda, dansçı olmaya karar vermişti. Buralarda dans bir atletizm faaliyetidir ve Joseph de bir önceki kuşağa ait bir adam olarak sadece erkeklerin dansçı olabileceğine inananlardandı; sadece erkekler dansçı olmalıydı. Bizim danslarımız bir tür baledir ama Parisliler’in balesine benzemez. Onların kolları bacakları hep havadadır ve kadınlar başroldedir ve erkeklerin işi sanki jimnastik dersinde yaptıkları gibi hareketlerle kadınları havalara fırlatıp ağırlığını taşımaktır. Bizim danslarda erkeklerin kolları hep aşağı sarkık, başları dimdiktir. Ayakları ve bacaklarıyla zig zağlar yaparak zıplarlar.

Bu hareketler çok hızlıdır. Basklılar dünyaya “Bask figürü”nü öğretmiştir; daha doğrusu, Kekler bu figürü bizden alıp dünyaya yaymıştır. Bask dansı atletik bir gösteri gibidir, hareketler kesin ve zariftir. Joseph de atletik bir adamdı, hareketlerinde kusursuzdu ve yakışıklıydı. Daha on altı yaşında Şeytan dansıyla meşhur olmuştu. Bizim oralarda pastoral artık kökleri unutulmuş bir gösteridir; pek çok konu ele alınır ama daha çok ters giden işler ve kadınla erkeğin arapsaçına dönen ilişkileri işlenir. Pastoral geleneğinde Şeytan, Basklılar’a büyük bir kin besler çünkü onlara hükmedemez ve dillerini çözemez. Dolayısıyla, sürekli işlerine burnunu sokar ve kahramanların -kadın olsun erkek olsun- iyi niyetlerini kötüye çevirir. İzleyiciler arasından böyle mantıksız acılar çekmiş herkese hitap eder -iyi niyetin biraz şeytanlıkla saptırıldığı olaylar herkesin başına gelir. İşte bu nedenlerle, on altı yaşında bir çocuğun Şeytan rolünü oynaması çok şaşırtıcıydı. Ne var ki, Joseph bütün kuşkuları yok edip son perdede alkışlara boğuldu. Doğrusu, bir Şeytan’m başına gelebilecek garip bir durum. Kendi küçük köyünde bir yıldız olarak, kıyılara ve oradan da Biarritz’e doğru önünde yol açıldı. “Dağlık bölgelerdeki yetenekli gençleri sömüren kültürlü sınıfın büyükleri” tarafından kurulmuş dans akademisinde Joseph iki yıl ders gördü. (Bu sınıf insanlarını ta15 nımlayan yukarıdaki sözcükler Joseph’in kendi sözleridir.

) Joseph burada dansı, tatile gelen İngiliz kızları tavlamayı ve bu arada da onların dillerini iyice öğrenmeyi başardı. Maite ile evlenmesi gerektiğinde, Joseph kuyruktaki kızları -ki kuyrukta çok kız vardı- bıraktı. Maite’den on yaş büyüktü ve buna rağmen her şeyden elini eteğini çekti. Maite’nin ailesi dağlık bölgenin zor yaşantısına daha fazla dayanamayıp kıyılara yerleşmişti. Maite kendisine miras kalan topraklarıyla bu ailenin tek ve yalnız kızıydı. Maite’nin on sekiz hektarlık çiftliğin içindeki arazinin bir bölümü tatlı bir eğimle şekillenmişti, bir evi, bir koyun sürüsü ve kendisinin de güzel bir cildi vardı. Evliliklerinin üzerinden altı ay geçmeden bir bebekleri oldu. Dedikodulara yol açacak müthiş konulardan biri olan bu olay hakkında kimse ağzını açmadı. Ama bebek çok sağlıksız doğdu ve birkaç gün içinde ölüp gitti. Doğum sırasında Joseph, San Sebastian’daki festivaldeydi. Döndüğünde bebeği ölmüş, onu görememişti bile. Maite bu konuda çok konuşmuyordu. Kaderine boyun eğmiş görünüyordu ve bu sakinliği sonradan zehirli dillerde soğukkanlılık olarak yorumlandı. Joseph ise, duygularını gizleyemiyor, ağlıyor sızlıyordu. Bundan hiç gocunmuyordu.

Uzun bir süre bu böyle devam etti. Başka çocukları olmadı. Joseph elindeki minimum araç gereçle çiftlikte çalışıyor, Maite hayvanlara bakıyordu. Sürüyü iyice büyüttü ve sürekli olarak çok iyi kalite peynir üreterek bunları satmayı başardı. Maite eski yöntemlerle peynir yapmaya devam ederken, büyük kooperatifler için pastörize üretim yasası çıkarılmıştı. Ama Maite’nin damak tadına önem veren ‘eksper’ müşterileri vardı ve bu yaptığı işi herkes çok takdir ediyordu. Maite bankada herkesi şaşırtan bir hesap açtı. Banka çok etkilenmişti. Bizim oralarda düz toprakları olmayan çiftçiler için gerçekten de takdir edilecek bir başarıydı. İşleri iyi gidiyordu ama Joseph’in aklı hep vadiden aşağıya eski değirmene ve kıyılara doğru kayıyordu. Maite de, tam tersine yükseklere kaçtıkça kaçıyordu. Eski sırların gizemli dünyası onu çekiyordu. Aramburu ailesinin komşusu Dede, evinin önünden gelip geçen bu kan kocayı gereğinden fazla görüyordu. O, eskiden bu evde oturan adam gibi, Aramburular’ın yolunu kullanmasına karşı çıkmamıştı. Kayalıkların altından geniş çayırlıklara giden bu eski yolu kul16 lanmalarına izin vermesi, kuşkusuz, iyi bir komşuluk örneğiydi ama kahvedeki köylüler yine de bunu biraz garip karşılıyorlardı.

Herkes Dede’nin güçlü ve üst sınıftan bir insan olduğu konusunda hemfikirdi; ancak, niyetinin ne olduğunu kimse anlayamamıştı. Joseph’in Maite ile evlenmesinden birkaç yıl sonra, genç bir adam olarak gelip bu evi satın almış ve söylentilere göre değerinden çok fazla para ödemişti. Adam o tepelerde koyun yetiştiriyor ve bir başına oturuyordu. Kararlı bir insan olduğu muhakkaktı; istediği bir şey oldu mu, yavaş yavaş ve sabırla amacına ulaşmanın yolunu biliyordu. “Behegaray’m toprağını satın almayı nasıl becerdi?” diye biri ortaya bir laf atar, kahvehanedeki herkes başıyla onu onaylardı. Bu kafa sallayanların kafalarında yarı hayranlık yan kuşku vardı aslında. Yaşlı Behegaray arazisini asla satmayacağını söylerdi. “Çok alıcısı var ama satmam,” derdi. Biz Basklılar’m bir deyişi vardır: “Satın almaya niyeti olmayan adama bir şey satarsın da, satmayı istemeyen bir adamın malını satın alamazsın.” Ama işte olmuştu. Dede görünürde pek bir nedeni olmadığı halde pek mutsuzdu ve insanlara pek yanaşmıyordu. İçki içtiği zamanlarda daha sevimli oluyordu -ki olması gereken de budur- ama her zaman kibarlığım korumasını biliyordu. Bu da ona bir saygınlık kazandırmıştı. Gizemli havası, yaşı ileri evlenmemiş kadınlara pek cazip geliyordu. Ama genç kızlar ve evli kadınlar için Joseph romantik anılar için çok daha kayda değer ve çılgın bir macera potansiyeli sayılıyordu.

Maite kısa zamanda bu dans işinden sıkılmıştı. Kendisi dans etmiyordu ve dans konusunu ne duymak istiyor ne de artık festivallerde dans izlemekten hoşlanıyordu. Joseph, erkek arkadaşlarına, karısının danstan nefret etmesine kendisinin sebep olduğunu anlatırdı. Karısından “çok fazla talebi” olduğunu söylerdi. “Bırakmamı istedi ama ben devam ettim. Şimdi şu olanlara bakın. Karım artık kimsenin dans etmesine bile tahammül edemiyor ve bu konu onu utandırıyor…” Joseph bu zekice konuşmalarıyla, danstan değil de seksten bahsediyormuş izlenimini vermeyi başarmıştı. Erkekler bıyık altından gülerek birbirlerine bakışlar fırlatıp göz kırpıyorlardı. Maite’nin fazla seksten şikâyetçi olması onların işine geliyordu. Joseph’in başkalarının kanlarıyla bunu yapmasındansa, Maite’yi bıktırması çok daha iyiydi. 17 Maite, bu arada, yıllar geçtikçe güzelleşiyordu. Uzun bacakları çok biçimli ve çok güçlüydü. Vücudunun üst kısmıyla alt kısmının kıvrımları birbirine eşit, solgun topluca yüzü güneşten yanmış ve bu ona sağlıklı bir ifade vermişti. Sakin bakışları hiçbir sırrı ele vermeyen gizemli haliyle çok uygun düşüyordu. Böyle sessiz ve ciddi insanların çoğu gizli bir şehvetle doludur.

Bu, Maite için de geçerliydi, çünkü tecrübesiz genç erkeklerle yattığından herkes kuşku duyuyordu. O dürüst ve konuksever bir insandı, ama erkekler ona kocasının öykülerinden dolayı başka niyetlerle bakardı. Kadınlar da, kendi suçluluk duygularından dolayı, onunla pek samimi olmazdı. Dolayısıyla, Maite daha çok kendi kendine ve kendi düşünceleriyle kendi dünyasında yaşardı. O günlerde kahvehanedeki adamlar bir köpekten bahsediyorlardı. Yeni İngiliz Kolisi son zamanlarda tüm ülkede çoban köpeklerini yarışmalarda yeniyor ve yavaş yavaş bu geleneksel köpeğin yerini almasından korkuluyordu. Bizim kasabada bu köpekten sadece bir örnek vardı ve o da Aramburular’m komşusu Dede’nin köpeğiydi. Dede bu köpeğe çok düşkündü. Bu köpek yavruyken bir yarışmada ödül kazanmış ve bu nedenle de, Dede ona çok para ödemişti. Dede onunla Fransızca konuşuyordu, hayvan da buna pek aldırmıyordu. Dede onu büyük gayretlerle yetiştirmiş ve köpek bir iki ödül daha almıştı. Köpek vadide kıskanılan bir hayvandı. Şimdilerde ise hâlâ onun hakkında çok konuşulur ama artık kimse bu köpeğe gıpta etmez. Bir gün bir attan çifte yemişti -buralarda sık rastlanan bir olaydır. Önce kafasına çifte yiyen bütün diğer köpekler gibi hastalanmış ve sonra yine bu deneyimi geçiren köpekler gibi iyileşmiş ve normale dönmüştü.

Ancak, o kadar da düzelememişti ve çalışan bir köpek için bu pek iyi bir durum değildi. Komutlardan birini karıştırmaya başlamıştı. ‘Couche’ komutu üzerine koyunların önünde yere yatması gerekirken, onlara saldırıyordu. Dede bir gün sürünün tepeden aşağı kaçışmasıyla, köpeğin komutu yanlış anladığını fark etmiş ve hayvanı tekrardan eğitime göndermişti. Ödüllü köpek, Dede’nin arabasının ön koltuğunda yaşlı bir kadın gibi hüzünlü bakışlarla oturmuş ve okula yollanmıştı. Sanki Dede’nin endişesini anlıyor ve ona yardımcı olamadığı için üzülüyordu. 18 “Akıllı köpekler,” demişti Joseph. “Ama koyunlardan bizim köpeklerimiz kadar anlıyorlar mı acaba? Sirk hayvanları gibi birtakım numaralar öğrenmek başka, bu yüksek çayırlardaki yaşamı öğrenmek başka. Bizim köpeklerimiz her şeyi analarından öğrenir. Bunları bir köpeğe bağıra çağıra öğretemezsin. Bizim köpeklerimiz çok uzun mesafelere gider, tehlikeli yamaçlarda koyunlarımıza güvenli bir şekilde yol gösterir.” Herkes Joseph’e katılıyordu. Köyün erkekleri bir sorunla karşılaştıkları zaman, toplanıp böyle konuşmalar yaparlardı. Onlar eski, geleneksel uygulamalardan yanadır. Ne var ki, kahvehanede bu konuşmaları yapıp kahvelerini ve konyaklarını yudumlarken, hepsi içinden bu yabancı cins köpekten bir tane edinmenin hayalini kurardı.

Aramburuslar’ın, özellikle Maite’nin gurur duyduğu bir çoban köpeği vardı. Köpek artık genç sayılmazdı. Maite’nin ilk köpeğinin büyük büyük torunuydu ve güzel bir Pirene cinsiydi. Zeki bir surat, güç, hız -kısacası hayvanda her şey vardı. Dağlık bölgeler için ideal bir köpekti. Her köpek gibi anasından öğrendikleriyle işini çok iyi bilen bir hayvandı. Ama nedense Joseph ile bu köpeğin aralan pek iyi değildi. Köpeğin asıl sahibi Maite idi ve Maite iyi bir köpek eğiticisiydi. Sürülerini rahatça dolaştırıyordu, Joseph de bu işe karışmıyordu. Maite komşusu Dede’nin kolisi ile ilgileniyor ama yarışmalara gidip onu izlemiyordu; sadece Joseph’i gönderiyor ve onun ayrıntılı bilgiler getirmesini istiyordu. Joseph çoğunlukla bu yarışlara gitmiyor, birilerini görevlendirip onlardan edindiği bilgileri karısına iletiyordu. Ama o yıl, yanındaki iki Amerikalı kızla yarışmaya gitmiş ve onların koca sırt çantalarına bile yer bulmuştu. Pırıl pırıl bir gündü ve muazzam bir izleyici kalabalığı vardı. Havaya asılmış katır kuyrukları havanın birkaç güne kadar değişebileceğini uyarıyordu ama yüksek ve karanlık dağların tepelerindeki puslar Joseph’e havanın daha bir süre iyi gideceğini söylüyordu. Bir hafta sonra köyün sürülerine bekçilik etmek üzere sırası geliyordu ve bunun için çok mutluydu.

Eylül aymdaydılar. Joseph’in en sevdiği aydı bu: Turistler gitmiş olurdu, avcılar ise, henüz gelmemiş olurdu. Hava günlerce sakin geçer, sinekler görünmez ve yeşil hâlâ doğaya hakimdir. Yazın ağır işleri bitmiştir, çocuklar okullarına dönmüş, kadınların işi henüz bitmemiştir. 19 Amerikalı fıstıklar’m da orada olduğunu düşündükçe Joseph bu mevsim daha da mutluydu. Joseph kızları kolayca tavlamıştı. Onların kim olduğunu, ne olduğunu ve planlarını bir güzel ağızlarından almış ve kasabadaki kahvehaneye götürmüştü. Kızlar önce kendi dillerini konuşan biriyle karşılaştıkları için çok rahatlamışlar, ardından da Joseph’in bu dili çok iyi konuşmasına rağmen onlara kendi dilinde iltifatlar yağdırmasından pek gururlanmalardı. Kızlar trenle gelebilecekleri yere kadar gelmişler, buradan da dağlara çıkmak üzere otostop yapmaya başlayacaklardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir