Truman Capote – Başka Sesler, Başka Odalar

Noon City’ye gitmek isteyen bir yolcu bulabildiği en iyi aracı kaçırmamalıdır çünkü o yöne ne otobüs ne de tren vardır, ama Chuberry Turpentine Şirketi’nin bir kamyonu haftada altı gün postayı ve gerekli şeyleri almak üzere komşu kasaba, Paradise Chapel’a gider: Ancak kırk yılda bir, bir Noon City yolcusu bir kamyonun sürücüsü Sam Radclif i yakalarsa onunla yolculuk edebilir. Nasıl gelirseniz gelin sevimsiz bir geliştir bu, çünkü kasisli yollar yepyeni arabaları bile kısa zamanda hurdaya çevirir; oto-stopçularsa bu yolculuğu her zaman tatsız bulurlar. Aynı zamanda ıssız kırlıklardır buralar; kafa büyüklüğünde pars zambaklarının açtığı bataklıksı çukurlarda koyu renkli durgun suların altında, boğulmuş insan cesetleri gibi parlayan yeşil kütükler vardır; bu genel görünümün içinde çoğu kez tek kımıltı mahzun bir çiftlik evinin bacasından kıvrılarak çıkan kış dumandır ya da kara, ıssız çam ormanlarının üstünde daireler çizen, kanatları kaskatı kesilmiş, sessiz ve ok-gözlü bir kuş. İç bölgelerden gelip Noon City’ye giden iki yol vardır; biri kuzeyden öteki güneyden gelir; ikisinin birbirine çok benzemesine karşın Paradise Chapel karayolu olarak bilinen ikincisi birinciden biraz daha iyicedir: İkisinin kıyısında da 5 sentlik Red Dot purolarının, Dr. Pepper’ın, NEHI üzüm sularının, Grove Tonikleri’nin reklam levhaları dışında kilometrelerce dümdüz, kesintisiz uzanan ıssız bataklıklar, tarlalar ve ormanlar bulunur. Çoktan yok olmuş Kızılderili kabilelerinin adlarını taşıyan, tuzlu derecikleri birleştiren tahta köprüler, üzerlerinden geçen bir tekerleğin altında uzak bir gökgürültüsü gibi gümbürderler; domuz ve inek sürüleri yollarda başıboş dolaşır; ara sıra bir çiftçi ailesi, vırıldayarak geçen bir arabaya el sallamak üzere işlerini bırakır, araba kırmızı bir toz bulutunun içinde yitinceye kadar arkasından bakarlar. Haziran başlarında bunaltıcı, sıcak bir günde TurV pentine Şirketi’nin kaba, sert yüzlü, saçları seyrelmeye başlamış, iri, bir seksenlik sürücüsü Sam Radclif, Paradise Chapel’da Morning Star birahanesinde birasını yudumlarken birahanenin sahibi kolunu bu yabancı oğlanın omuzuna dolamış olarak çıkageldi. “Merhaba, Sam,” dedi, Sydney Katz olarak bilinen birahane sahibi. “Bak, Noon City’e gitmek isteyen bir oğlan var, arabana alırsan çok sevinecek. Dünden beri oraya gitmeye çalışıyor. Yardımcı olabilir misin acaba?” Radclif bira bardağının üstünden oğlanı süzdü, görünüşünden pek hoşlanmamıştı. Onun kafasında “Gerçek” bir oğlanın nasıl olması gerektiği konusunda birtakım düşünceler vardı ve bu oğlan nedense onlara uymuyordu. Çok güzel, çok ince, çok açık tenliydi; yüzünün bütün çizgileri kalemle çizilmiş gibiydi, iri kahverengi gözlerinde kız çocuklarına özgü bir sevecenliğin yumuşaklığı okunuyordu. Kısa kesilmiş kahverengi saçlarında yol yol sarı çizgiler göze çarpıyordu. Yorgun, yalvarır gibiydi, ince yüzü ve omuzlarında gençlikle ilgisi olmayan bir çöküklük vardı. Beyaz, uzun, buruşuk bir keten pantolon ile yumuşak, mavi bir gömlek giymişti, gömleğinin yaka düğmesi açıktı, ayağında sarımsı kahve renkli, eskice yüzlü ayakkabılar vardı. Radclif, üst dudağındaki bira köpüğü bıyığını silerek, “Adın ne senin, çocuk?” dedi. “Joel. Jo-el Har-ri-son Knox.” Sanki sürücü sağırmış gibi, hecelerin arasını aça aça söylemişti ama sesi alışılmadık biçimde yumuşaktı. “Öyle mi?” dedi Radclif ağır ağır, bira bardağını tezgâha bıraktı “Çok şık bir ad, Bay Knox.” Oğlan kızardı ve birahane sahibine baktı. Birahane sahibi hemen atıldı, “Yaman bir oğlan bu, Sam. Öylesine zeki ki. Senin benim duymadığımız sözcükler biliyor.” Radclif bozuldu. “Katz, doldur şunu,” dedi. Patron ikinci bir bira getirmek için yuvarlanırcasına uzaklaşınca Sam yumuşak bir sesle, “Seninle gırgır geçmek değildi amacım, delikanlı. Hangi yöredensin?” dedi. “New Orleans’lıyım. Perşembe günü oradan yola çıktım, cuma günü buraya vardım… buradan ötesine de gidemedim; beni karşılamaya gelen olmadı.” “Ha, evet,” dedi Radclif. “Noon City’deki akrabaları ziyarete mi?” Oğlan kafasını salladı. “Babamı. Onun yanında oturacağım artık.” Radclif gözlerini tavana kaldırdı, birkaç kez “Knox” diye mırıldandı, sonra kafası karışmış gibi başını salladı. “Hayır, bu adda birini tanıdığımı hiç sanmıyorum. Doğru yere geldiğinden emin misin?” Oğlan hiç telaşa kapılmadan, “A, evet,” dedi, “Bay Katz’a sorun, o babamın adını duymuş, ona mektubu gösterdim… durun.” Kasvetli birahanenin masalarının arasından geçerek geride bir yere gitti, kocaman teneke bir bavulu sürükleyerek döndü, yüzünü buruşturmasına bakılırsa son derece ağır bir bavuldu. Yerkürenin uzak köşelerinin anısını taşıyan rengârenk soluk etiketlerle doluydu: Paris, Kahire, Venedik, Viyana, Napoli, Hamburg, Bombay, vb.. Paradise Chapel büyüklüğünde bir kasabada, sıcak bir günde öyle bir şey görmek çok tuhaftı. “Bütün bu yerlere gittin mi?” diye sordu Radclif. “Hayı-ı-ır,” dedi oğlan, bavulu tutan eski, deri kayışı çözmeye çalışırken. “Büyükbabamındı bu; yani Binbaşı Knox’un: Tarih kitaplarında okumuşsunuzdur herhalde. İç Savaş’ın önde gelen kişilerinden biriydi. Her neyse, evlenince çıktığı dünya gezisinde bu valizi kullanmış.” “Dünya gezisi, ha?” dedi Radclif; etkilenmişti. “Çok zengin bir adam olmalı.” “Oo, bu çok eskidendi.” ince bir mektup paketi bulana kadar, düzgün düzgün yerleştirilmiş eşyalarının arasını karıştırdı. “îşte, buldum,” dedi ve su yeşili bir zarfın içindeki mektuplardan, birini çıkardı. Radclif mektubu açmadan önce bir süre evirdi çevirdi; ama sonra hemen, acemi bir özenle yeşil, ipek gibi bir kâğıt parçası çıkarıp, okumaya başladı: Edw. R. Sansom, Skully Yurtluğu Sahibi 18 Mayıs, 19- Sevgili Ellen Kendall, Mektubuma bu kadar çabuk yanıt verdiğiniz için size minnettarım; hem de alır almaz yanıtlamışsınız. Evet, on iki yıl sonra benden mektup almak size tuhaf gelmiştir ama bu uzun sessizliği haklı gösterecek yeterince nedenim olduğuna kuşkunuz olmasın. Bununla birlikte, pazar günleri için abone olduğumuz Times-Picayun&da Ulu Tanrı ruhuna huzur versin, eski karımın vefatını okuyunca yapılacak en onurlu işin, bunca yıldır benden esirgenen ebeveynlik görevlerini yeniden üstlenmek olduğu kararına vardım hemen. Hem şimdiki Bayan Sansom hem de ben, belirttiğiniz gibi yüreğiniz yanarak da olsa bu isteğimizi yerine getirmeye hazır olduğunuzu öğrenmekten çok mutluyuz (hayır, sevinçten uçuyoruz!). Böyle bir esirgemezliğin size nice acılara mal olacağını çok iyi anlıyorum, çünkü o son korkunç olaydan sonra, benim için çok değerli olan çocuğumu, daha küçücük bir bebekken bırakıp gitmek zorunda kaldığımda ben de buna benzer duygular yaşamıştım. Ama bütün bunlar geçmişte kaldı. İnanınız ki, iyi bayan, burada, Yurtluk’da güzel bir yuvamız, sağlıklı yiyeceklerimiz ve oğluma sağlayabileceğimiz kültürlü bir ortam var. Yolculuk konusuna gelince: Joel’in buraya 1 Haziran’ı geçirmeden gelmesini istiyoruz. New Orleans’tan ayrılırken Biloxi’den geçen trene binsin, Biloxi’de inip Paradise Chapel’a bir otobüs bileti alsın, Noon City’nin otuz kilometre kadar güneyinde bir kasabadır orası. Şimdilik motorlu bir aracımız yok o yüzden geceyi P.C.’de geçirmesini öneririm, Morning Star birahanesinin üst katında kiralık odalar vardır, daha sonra uygun çözüm bulunabilir. Bütün bunlar için gerekli masrafları karşılayacak, bu zarfın içindeki çeki lütfen kabul ediniz. Saygılarla, Edw. R. Sansom Tam Radclif şaşkınlıkla kaşlarını çatıp içini çekerek mektubu zarfına koyduğu sırada birahane sahibi birayla birlikte geldi. Bu mektupta onu şaşırtan iki şey vardı; birincisi el yazısı: Kurumuş kan gibi pas rengi mürekkeple yazılmış bu yazı süslü, kıvrık kuyruklarla, zarif ilerle,? i’lere nokta olarak konmuş daha da zarif o’larla doluydu. Böyle bir yazı yazan adam nasıl bir şeydi ki? İkincisi: “Babanın adı Sansom’sa neden kendine Konx diyorsun?” Oğlan utangaç utangaç yere baktı. “Şey,” dedi, ve sanki Radclif kendisinden bir şeyleri çalıyormuş gibi, sürücüye hızlı, suçlayıcı bir bakış fırlattı, “boşandılar, annem de bana hep Joel Knox derdi.” “A, ne diyorsun, delikanlı, böyle bir şey yapmasına izin vermemeliydin! Unutma, ne olursa olsun baba babadır.” Birahane sahibi başka bir müşteriye bakmak için uzaklaşarak oğlanın şimdi kendisine çevirdiği, kendisinden yardım dilenen bakışlarından kaçtı. Joel mektupları bavuluna atıp kayışını bağlayarak, “Ama ben onu hiç görmedim ki,” dedi. “Bu yerin nerede olduğunu biliyor musunuz? Skully Yurtluğu’nun?” “Yurtluk mu? Bilmez olur muyum, çok iyi biliyorum.” Birasından büyücek bir yudum aldı, esaslı bir geğirti koyuverip sırıttı. “Evet, beyimiz, baban olsaydım pantolununu indirir seni biraz okşardım.” Sonra bardağı sonuna kadar dikip tezgâhın üzerine yarım doları bastırdı, ayağa kalktı, düşünceli düşünceli, kıllı çenesini kaşıdı, duvardaki saat dördü vurur vurmaz, “Pekâlâ, delikanlı, düş bakalım yola,” dedi, hemen kapıya yöneldi. Bir an duraksadıktan sonra oğlan bavulunu alıp onu izledi. “Gene bekleriz,” diye bağırdı birahane sahibi kurulmuş makine gibi. Araba pikap tipi bir Ford’du. İçi fena halde güneşten ısınmış deri ile benzin dumanı kokuyordu. Bozuk olan 4ıız göstergesi yirmide donup kalmıştı. Ön cam yağmur serpintilerinden, ezilmiş böceklerden kirlenmişti, bir yerinde bir yıldızın ışıması biçiminde bir kırık vardı. Vites kolunu oyuncak bir kuru kafa süslüyordu. Tekerlekler inip çıkıp kıvrılan Paradise Chapel karayolunda güm güm ediyordu. Joel koltuğun bir köşesine büzülüp oturmuş, dirseğini camın kıyısına dayamış, çenesini avucuna almış uyumamak için çaba gösteriyordu. New Orleans’tan yola çıkalı beri doğru dürüst bir saat bile uyumamıştı çünkü şimdi olduğu gibi ne zaman gözünü kapatsa zihninden birtakım kara anılar geçiyordu. Bunların arasından özellikle öne çıkan biri vardı: Bir bakkal dükkânının tezgâhındaydı kendisi, annesi yanıbaşında duruyordu, dışarıda sokakta ağaçların çıplak dallarında Ocak ayının yağmuru sarkıtlar oluşturmuştu. Birlikte dükkândan çıkıp ıslak kaldırımda sessizce yürüyorlardı, annesi bir kesekâğıdı mandalina taşıyor kendisi de annesinin başının üstünde bez bir şemsiye tutuyordu. îçinde piyano çalınan bir evin önünden geçtiler, o gri öğle sonrasında müzik kederliymiş gibi geliyordu insana ama annesi, ne güzel bir şarkı, dedi. Eve vardıklarında o şarkıyı mırıldanıyordu, birden üşümeye başladı ve yatağa girdi, bunun üzerine doktor geldi, bir ayı aşkın bir süre her gün geldi ama annesi hep üşüdü, Ellen teyze hep yanındaydı, hep gülümsüyordu, doktor da oradaydı, gülümsüyordu, yenmeyen mandalinalar da buzlukta buruşuyordu; Joel her şey bittikten sonra Ellen ile birlikte Pontchartrain yakınlarında kirli paslı iki hanelik bir evde oturmaya gitti. Ellen iyi yürekli, yumuşak sayılabilecek bir kadındı, iyi diye bildiği neyse onu yapmaya çalıştı hep. Okul yaşında beş çocuğu vardı, kocası bir kundura mağazasında çalışıyordu, yani pek fazla paralan yoktu; ama Joel onların eline bakmıyordu çünkü annesinden ona küçük bir miras kalmıştı. Ellen ve ailesi ona iyi davranıyorlardı ama ne olursa olsun onlara içerliyor, biraz sağırca olduğu için sersem gibi görünen Louise adındaki büyük kuzinini kızdırmak için alçakça şeyler yapıyordu elinde olmadan: Elini kulağına götürüyor, onu ağlatıncaya kadar “Ha? ha?” deyip duruyordu. Eniştesinin her gece yemekten sonra başlattığı heyecanlı oyunlara katılmıyor, kimin olursa olsun dilbilgisi yanlışını bulup ortaya çıkarmaktan tuhaf bir tat alıyordu ama bunun neden yanlış olduğu Kendall’lar kadar kendisini de düşündürüyordu. Sanki bütün o ayları gözünde yeşil, çatlak camlı gözlükler, kulağında tıkaçlarla yaşamış gibiydi; çünkü her şey başka bir şey gibi görünüyordu ve günler sürekli bir düşün içinde eriyip gidiyordu. Ellen yatmadan önce çocuklara Sir Walter Scott, Dickens ve Hans Andersen okumayı severdi ve soğuk bir Mart akşamı onlara Kar Kraliçesini okumuştu. Bunu dinlerken Joel, Çin’in kötülük aynasından kopan bir kıymık gözüne kaçtığı için yüreği bir buz parçasına dönüşen ve çarpık bir görünüş alan Küçük Kay ile kendisi arasında pek çok benzerlik bulmuştu: Diyelim ki, diye düşündü, Eli en’in tatlı sesini dinler ve ateşin ışığının kuzinlerinin yüzlerini ılıtışını izlerken, diyelim ki o da Kar Kraliçesi’nin Buz Sarayı’na gönderildi? Haydut baronları onu kurtarmaya gönderecek tek bir kişi çıkar mıydı? Hiç kimse yoktu, gerçekten de hiç kimse. Son haftalarda mektup gelmeden önce beş günün üçünde okuldan kaçmış, Kanal Sokağı’nın rıhtımında vakit öldürmüştü. Ellen’in kendisine hazırladığı yiyecek çantasındaki yemeğini dev irilikte zenci bir rıhtım hamalıyla paylaşmayı alışkanlık edinmişti, birlikte konuşurlarken zenci ona deniz yaşamıyla ilgili çok değişik masallar uyduruyordu, Joel bunları dinlerken bile yalan olduklarının bilincindeydi; ama bu adam bir yetişkindi ve Joel yalnızca yetişkinlerle arkadaşlık etmek ister olmuştu birden. Orta Amerika’ya giden muz teknelerinin yüklenişini, boşaltılışını tek başına saatlerce izliyor, hiç kuşkusuz gizli bir yolculuk planını kuruyordu kafasında, çünkü yabancı kentlerden birinde iyi ücretli bir işe konacağına güveni tamdı. Bununla birlikte on üçüncü yaş gününde, bir rastlantı sonucu, Skully Yurtluğu’ndan ilk mektup geldi. Ellen bu mektubu ona birkaç gün göstermedi. Çok tuhaftı davranış biçimi; ne zaman göz göze gelseler gözlerinde Joel’in şimdiye kadar hiç görmediği bir bakış vardı: Bir korku ve suçluluk. Yanıtında birtakım konularda kendisine güvence verilmesini istedi: Joel’in hoşuna gitmezse hemen geri dönmesine izin verilmeliydi; eğitimiyle ilgilenilmeliydi; Noel tatillerini kendisinin yanında geçirebileceği kabul edilmeliydi. Ama Joel, uzun mektuplaşmalardan sonra Binbaşı Knox’in eski balayı bavulu tavanarasından aşağı sürüklenip indirilirken onun ne kadar ferahlamış olduğunu sezinleyebiliyordu. Gideceği için sevinçliydi. Nedenini düşünemiyor, merak etmek zahmetine de girmiyordu; on iki yıl önce tuhaf bir biçimde bırakıp gittiği bir sahneye babasının neredeyse inanılmaz bir biçimde geri dönüşü ona hiç de olağandışı gelmiyordu çünkü hep böyle bir şeyin düşüyle yaşamıştı. Her ne kadar onun kafasındaki mucize, kendisini bir sokak köşesinde gören iyi kalpli, yaşlı ve zengin bir hanımefendinin binliklerle dolu bir zarfı hemen önüne bırakıvermesi türünden bir mucizeydiyse de; ya da iyi yürekli bir yabancının tanrıya vergi bu tür bir davranışı. İşte sonunda bu yabancı babası olmuştu, olağanüstü bir şanstan başka bir şey değildi onun gözünde bu. Ama daha sonra Morning Star birahanesinin üst katında döküntü bir demir karyolada, sıcaktan başı dönerek, umutsuzluk içinde uzanırken babası ve kendi durumuyla ilgili olarak bambaşka bir tablo ortaya çıkıyordu: Ne umacağını bilmiyor ve korkuyordu çünkü daha şimdiden düş kırıklıkları başlamıştı. New Orleans’ta yeni alınmış ve göze çarpar bir gururla giyilmiş olan Panama şapka Biloxi’deki tren ambarından çalınmıştı; Paradise Chapel otobüsü, sıcak ve terli, üç koca saat geç kalmıştı; bütün bunlardan sonra birahaneye gelip de Skully Yurtluğu’ndan bir haber bulamamak hepsinin üstüne tüy dikmişti. Perşembe gecesi o tuhaf odada elektriği sabaha kadar söndürmemiş, Hollywood yıldızlarının en son neler yaptıklarını ezbere öğrenene kadar bir sinema dergisini okumuştu çünkü bir saniye bile dikkatinin içe dönmesine izin verseydi hemen titremeye başlayacaktı ve o alçak gözyaşlarını tutmak olanaksızlaşacaktı. Sabaha karşı dergiyi alıp cırt cırt yırttı ve aşağıya inme zamanı gelinceye kadar parçaları birer birer kül tablasında yaktı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir