Turgut Cansever – Kubbeyi Yere Koymamak

Şüphesiz Türkiye’deki düşünce ortamı her şeye rağmen belli bir olgunluğa doğru seyrediyor, dış dünya ile etkileşim arttıkça ortaya daha yetkin ve dişe dokunur ürünler çıkıyor ve çıkmaya da devam edecek gibi görünüyor. Ama atlanılan bir nokta var burada: Ortaya çıkan ürünlerin çok büyük bir kısmı ya reddiye yahut şerh, çoğucası da tercüme. Bu nedenle anormal bir aşağılık kompleksi ile malûller. Bütün bu etkinleşme çabaları içerisinde kendi sesini bulabilmiş, kendi sesiyle konuşan ve düşüncelerini bir dantela gibi gergefinin üzerine işleyen mütefekkirlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyecek nadirlikte. Hele bunların içinde bir başka alanda (sanat, bilim, vs.) yetkinliğini dost düşman herkese kabul ettirmiş, söylediklerini bu anlamdaki başarısıyla destekleyen ya da eylemi sadece “‘Sözde kalmayan’ birisi var mı?” diye sorsam, sanırım düşünme süremiz biraz daha uzayacaktır. “Niçin Turgut Cansever?” sorusunun cevabının bu açıklamalarla bir parça verildiğini zannediyorum. Kendine özel bir düşünme sistematiğini yine kendine özel bir sesle dile getiren Turgut Cansever, Türkiye’nin yetiştirdiği ender düşünür-sanatçılardan birisi. ‘Sanat güneşi’ teranelerinin giderek ayyuka çıktığı, sanatın şarkıcılıkla eşitlendiği bir ortamda has sanatın ve saf düşüncenin ayak seslerini duymak için Turgut Cansever’e kulak vermenin yeterli olacağı kanaatindeyim. Tanzimat’la gelen geleneğe rijid düşmanlık ile buna tepki olarak giderek kalınlaşan sözde muhafazakâr sığınmacı tavrın evliliği sonucunda verimsizleşen, kısırlaşan ve nitelikli, kendisi olan ürünlerin var olmasını neredeyse imkânsızlaştıran bir ortamda, kargaşadan, gündelik hesaplardan uzakta kendi fikir ve sanat kozasını ören bu bilge insan, duymak isteyenlerin bile zor fark edeceği seyreklikteki yazı ve konuşmalarıyla düşüncelerini kamuoyuna duyurmayı yıllardır büyük bir görev bilmişti. Konfüçyüs’tan İbn Arabi’ye, Medine’den Brasilia’ya, Sinan’dan Haussmann’a, sanat müziğinden Barok müziğe, Osmanlı konut tecrübesinden Habitat’a, tevhide dayalı mimarîden modern mimarînin babalarına uzanan derin ve ışıltılı bir çizgide üretilen bu felsefenin, okuyucuların gözünden sür-git uzak kalmasına seyirci kalmaya gönlü razı olmayan birkaç kişiden birisi olmam hasebiyle 1991’den itibaren bu dağınık yazıları derleme çabası içinde buldum kendimi. Bu çabanın verimleri, daha önce iki kitap ile şekillenmişti. 1 Zamanla her iki kitabın baskısının tükenmesi ve aranması neticesinde yeniden basılmaları söz konusu olduğunda bir başka sorunla karşılaştık. Zira her iki kitabı çok da konu ve tür tasnifine tâbi tutmadan, okuyuculara bir an evvel ulaştırmak gayesiyle yayına hazırlamıştık. Dolayısıyla bir kitapta bahsedilen konunun devamı bazen öbür kitapta olabiliyor, bu da okuyucunun yeterli verimi almasına izin vermiyordu.


Elinizdeki kitap bu mahzurları bertaraf etmek üzere yeni bir tasnifle ele alınarak hazırlandı. Kubbeyi Yere Koymamak, Turgut Cansever’in diğer kitaplarında ele aldığı temel konulara giriş mahiyetindeki konuşmalarından teşekkül ediyor. Bu özelliği ile de bir düşünür-sanatçının 1976’dan bu yana her nesle hep aynı azim ve tevazu ile nitelikli bir şeyler sunma gayretinin dökümü özelliğine sahip. Turgut Cansever, kuşkusuz kelimenin dar anlamında bir ‘yazar’ ( ecrit) değil. Yani yazı yazmak, yazdığı yazının zevkine varmak için yazı yazan bir insan değil. Yazı yazmak, düşüncelerini açıklamakta bir araç, ona göre. Bu yüzden yazıları, düşünce hamulesi altında ezilmiş gibi yürüyen, sarsak adımlı atlara benziyor. Ama sıra konuşmaya geldiğinde düşüncelerinin nasıl şaha kalktığını, hele karşısında kendisini kışkırtan bir partner varsa nasıl diabolic eğriler çizdiğini görmek insanı doğrusu şaşırtıyor. Engin tecrübesi, hiç umulmadık bir zamanda mükellef bir sofra gibi önümüze açılıyor; cevval muhayyilesi, T.S. Eliot’un sözünü ettiği “denizin dibini tırmıklayan bir çift el” gibi beklenmedik mekânlara tayy ediyor; donanımlı ve yer yer ‘polemikçi’ düşüncesi her adımda yeni ufukları kat ediyor. Bu açıdan Turgut Cansever’in konuşmaları, gerçek bir düşünce, muhayyile ve tecrübe şöleni oluyor okuyucular için. Şüphesiz bilge-mimar Turgut Cansever’in düşüncelerini paylaşmayanlar, tartışılabilir bulanlar, hatta hiç ‘tutmayanlar’ da olacaktır. Olmalıdır da. Ancak bir düşünürün özgünlüğünün, bazı şeyleri hep doğru düşünüp söylüyor olmasından değil, böyle söylüyor olmasından ileri geldiğini kim inkâr edebilir ki? Hatta burada Kant’ın sesini de duyar gibi oluyorum: “Bir filozofu önemli kılan şey, doğru cevap vermesi değil, doğru soruları sormasıdır.

” (T. Cansever de bir tartışmada, Batının soru sorduğundan söz edildiğinde şöyle demişti: “Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu.”) Dolayısıyla onun düşüncelerine bütünüyle karşı çıkanlar bile, tıpkı mimarlığının inkâr edilemediği gibi, düşünce ve sorularının inşa ediliş biçimine, bunları böyle dile getiriyor oluşunun ilginçliğine itiraz edemeyeceklerdir. Son olarak bu kitapların yayına hazırlanmasında başta sayın Turgut Cansever olmak üzere emeği geçenlere ve bu kitaptaki konuşmaları yapanlara şükran borcumu eda etmek istiyorum. Benim yaptığım, sadece mevcut malzemeyi derlemek ve ayıklayıp okuyucunun dikkatine sunmaktan ibaret olmuştur. Kitap haline getirirken kaçınılmaz olarak fuzuli kaçan ifade ve tekrarlardan olabildiğince arındırmaya çalıştığım bu konuşmalar, onun düşüncelerinin çeşitli cephelerini aydınlatan satırlar olarak karşınıza çıkıyor. Sözlerimi bitirirken sizi bir düşünür-sanatçının nesiller boyu devam eden yürekli diyaloğuna davet ediyorum. MUSTAFA ARMAĞAN BİRİNCİ BÖLÜM / MİMARÎDE AŞKIN ÇÖZÜMLEME MİMARÎ FELSEFESİ “Mimarî’de yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye’dir” 2 SÖYLEŞİ: ÖMER MADRA-FUAT ŞAHİNLER Turgut Cansever mimar, düşünür… Tasarlarken tarihten, antropolojiden, teolojiden, sosyolojiden hareket ediyor. Evlere ve kentlere bakarken önce felsefî temellerle ilgileniyor, evrensel düşünceyle mahall î çözümlerin birleştirilmesinin yollarını arıyor. Cansever’le, Ömer Madra, yanlarına Fuat Şahinler’i de aldılar, Mezopotamya’dan Çin’e uzanan çok geniş bir coğrafyada, Pekin’den Bodrum’a yürüdüler, San Francisco’dan Stockholm’e koştular… Turgut Cansever’in Beyo ğlu’nda, olağanüstü güzellikteki Rumeli Han’ın (Roumelie) en üst katındaki bürosunda yapılan ve ontoloji, roman, memnu meyve, Konfüçyüs, Buda, Wright, Stirling, Havva, Şeytan, Akçura, Lao Tse, Mies van der Rohe, Sullivan ve Amerikan çatısı üzerine, Doğu ve İslâm düşüncesi ağırlıklı, Tevrat, İncil ve Kur’an metinlerine sık sık atıfta bulunan söyleşi, kaçınılmaz olarak felsefî bir ‘monolog’a dönüştü. Bu sıkı ‘felsefî manifesto’yu görüşlerinize sunuyoruz. Söze isterseniz mimarînin genel olarak kültür çabalarıyla bağlantılarından söz ederek başlayalım. Sizin yaptığınız projeler bana göre terbiye edici, kente örnek teşkil edici nitelikte oluyor. Özellikle Bodrum (Demir Evleri) uygulamasından söz etmek istiyorum. Ben gördüm onları; taşın, taş ustasının bir binanın kimliğindeki rolünü… Siz de taştan, taşın yumuşatılmasından, belli bir yöredeki inşaat ve mimarînin, yörenin fırsatlarının kullanılmasıyla ortaya çıkarılabileceğinden söz ettiniz.

Bu son derece ehemmiyetli bir şey, bugün de tekrar gündemde olan bir mesele. Tüm insan teşebbüslerinin içinde bulunduğu bir temel çelişki var; evrenselle yerel yahut aktüelin, ebediyen geçerli olacak çözümle, bir yerde ve bir zaman içinde geçerli olan çözümün ilk nazarda birbirlerinden çok farklı, birbirlerinin tamamen zıddı amaçları varmış gibi düşünülebilir. Bu, yaradılışın yapısındaki bir tezattan oluşuyor. İnsanlık tarihi biri yahut öbürü için kendini bağımlı sayan çağların yanılgılarıyla doludur. Dünyada hiçbir çözümlemenin ebediyen geçerli olacağını düşünmek mümkün değil. Yani Yaratıcının sözcüsü olduğunu söyleyen peygamberler, meselâ Hz. Muhammed, “En mübarek nesil benim neslim, ondan sonraki daha az, ondan sonraki daha az” diyor, yani bu büyük ilâhî tecelli vuku bulduktan sonra üstünlüğünü nesiller boyunca kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ve o evrensel çözümü nesillerin yeniden inşa etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla her şeyin tarihî bir zemin üzerinde, bir tarihî süreç üzerinde cereyan ettiğini kabul etmek mecburiyeti var. Tabiî her mahallî ânın, her mahallî hadisenin kendi dahili var. Bu, mikrokosmosun realitesine inanmak zaruretini ortaya koyuyor. Oraya inmezseniz, yaptığınız şey, üzerinde bulunduğu mekândan, içinde bulunduğu andan kopuk, sahte, dünya ile bağlanmayan ve dünyada yaşama ve gelecek nesillere hizmet verme yahut onların çabalarına bir ışık tutma şansından mahrum, tamamen bireysel bir heveskârlık halinde kalıyor. Ama coğrafya hep galip geliyor. Coğrafya galip geliyor, mahallî tarih galip geliyor, insanların talepleri galip geliyor. Yalnız bunu bu mahallî çerçevenin içerisine hapsederseniz, o zaman da bütün dünyanın, bütün insanlığın oluşumundan kopartmış, nihayet evrensel oluşum sürecini inkâr etmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla evrensel ile mahallînin nasıl uzlaştırılabileceği sorusu karşımıza çıkıyor.

Evrensel olmak isteyen yaklaşımların ortaya koydukları sonuçlardan bir tanesi, herkesin kullanmasını arzu ettikleri normlar, standartlar, davranış biçimleri getirmeleri. Din de öyle; din davranış modelleri -ahlâk gibi- koyuyor. Ahlâk bu davranış modellerini bu pragmatik dünyadan çıkartıyor. Din bir kâinat görüşünden, bir varlık görüşünden hareket ederek, yani metafiziğin kaynaklarından hareket ederek insanların nasıl davranmaları lazım geldiğine dair modeller, standartlar geliştiriyor. Eğer davranışın bir standardı varsa, davranışını çevreleyecek mekânın, vücuda getirdiklerinin de o davranışın standardına uygun, onu tamamlayan bir niteliği olması gerekiyor. Bunu yapı alanına tatbik ettiğiniz an, sorumluluğunuzu çok farklı şekilde görmek mecburiyeti doğuyor. Bir yapı 30 sene de yaşıyor, birkaç yüz sene de. Ama en kısa ömürlü yapıyı da, 30 sene yaşayacak yapıyı da dünyada bir yere koyduğunuz zaman, 5 sene sonra onun yanına ikinci bir yapı yerleştirdiğinizde, birinci yapı ikinci yapıyı belirliyor; mesafesiyle, duruşuyla, etkenliğiyle, özellikleriyle. Dolayısıyla birinci yapı 30 senede yok olsa bile, ruhu öbürlerinde, meydana getirdiği sosyal statüyle yaşıyor. Mimar bir yapıyı 30 senelik ömürle kısıtlı olacak şekilde düşünebilir mi, yoksa ebediyen kalacak şekilde mi düşünmek durumundadır?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir