Uğur Mumcu – Aybar İle Söyleşi Sosyalizm

Siyaset biliminin en çok tartışılan konularından biri Marksizm’dir. Bu tartışmaların herkesçe benimsenen bir sonuç ile noktalandığı söylenemez. Tartışma bugün de sürmektedir. Bu tartışma, yalnızca Marks’ın yapıtları üzerinde değil, bundan daha çok Marksizm’i benimsediklerini ileri süren kişi, parti ve rejimlerin Marksizmi yorum-layış biçimleri üzerinde yoğunlaşıyor. Böylece Marksizm adına çeşitli Marksist yorumlar ortaya çıkıyor. Birbiriyle çelişik savlar yine Marksizm adına savu-nulabiliyor. Marksizm’in »resmi ideoloji» olarak kabul edildiği sosyalist ülkelerde de bu kuram, uygulayıcılarının adları ile «Marksizm – Leninizm» ya da «Mao-Zetung Düşüncesi» olarak adlandırılıyor. Düşünce yasaklarının sürüp gittiği ülkemizde Marksizmi, Leninizmi ve Maoizmi özgün kaynakları ile incelemek pek kolay olmuyor. Yabancı dil bilenler, bu özgün kaynakları bulup, inceleyebiliyorlar. Yabancı dil bilmeyenler, yasal baskılar nedeniyle bö-lük-pörçük çevirilen kitapları okumak zorunda kalıyorlar. Bu nedenle isteyen herkes bu kaynaklara inemiyor. Üniversitelerimizde bile Marksizm, birkaç sözcük ile geçiştiriliveriyor. Marksizmi, yandaşı ya da karşıtı olmadan, öncelikle «bir siyaset laboratuarı konusu» olarak ele al5 mak ve değerlendirmek gerekir. Bilimde duygunun ve siyasal yargıların yeri yoktur.


Bilim, nesnellik ve yansızlık arar. Nasıl liberal düşünürler, burjuva demokratik toplumunun düşün ve esin kaynağı olmuşlarsa, Marks’la Engels de işte böyle sosyalist ideolojilere kaynaklık etmişlerdir. Marks’ı ve Engels’i tanımadan, 1917 Ekim devrimini incelemeden, ulusal kurtuluş savaşlarım yorumlamadan, bugün Güney Amerika’da ve Batı Avrupa’da yaşanan değişimleri değerlendirmeden bir sonuca varamayız. Çağdaş uygarlık, dünya kültür mirasının doğal mirascısıdır. Sosyalist kültür de bu mirasın ayrılmaz bir parçasıdır. Bugün siyasal rejimler, çok kaba bir ayrımla ^Burjuva Demokrasileri» ve «Sosyalist Demokrasiler» olarak ikiye ayrılıyor. Her iki rejim de «Demokrasi» sözcüğüne birbirlerinden çok ayrı anlam veriyorlar. Amacımız, «Burjuva Demokrasisi» kalıpları içinde gelişecek «Sosyalist Parti» anlayışının ideolojik kaynaklarını tartışmaya açmaktır. Sayın Aybar ile yaptığımız söyleşilerde tartışmalara nokta koymadık. Bu tartışmalar için kapılar açmaya çalıştık. Herhalde, bu konular tartışılırken üzerinde ısrarla durulması gereken nokta «proleterya’ diktatörlüğü»’dır. Bu konu, Marksist-Leninist görüş ile demokratik sosyalizmi ayırd edici özellikleri taşımaktadır. Lenin, «Devlet ve İhtilâl» adlı yapıtında bu konu üzerinde durur. Lenin, sınıf savaşını «proleterya diktatörlüğü» aşamasına kadar sürdürenlere, «Marksist» der. Sınıf savaşını proleterya diktatörlüğü noktasına kadar sürdürmeyenleri «burjuva politikalarının içinde kalmakla» suçlar. «Marksizmi sınıf savaşımı öğretisini indirgemek» der, «onu bozmak, kolunu, kanadını kırmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir hale sokmak» demektir.

6 Leninizmin «Marksizm yorumu» böyledir. Bu ölçüleri kullanırsanız, bugün Avrupa’da «Avrupa Komünizmi» adıyla ortaya çıkan ideolojik akımı da kolayca «Oportünizm» olarak niteleyebilirsiniz. Leninizm, «Oportünizm»i şöyle yorumlar: Proleterya diktatörlüğü ile sonuçlanacak sınıf savaşımı yerine sınıflar arası işbirliğini savunmak, Marksizmi, burjuva ulusçuluğu adına saptırmak, yasal savaşımı tek amaç olarak benimsemek, sınıf savaşımını devrimci yöntemlerini yadsımak. Bu tanım, Avrupa Komünizmi’ne kolayca «Oportünist» ya da «Revizyonist» damgası vurmaya yetmektedir. «Gerçekten, «Avrupa Komünizmi»nin ilk düşün kaynaklarını Alman Sosyal Demokrat Partisinin önderlerinden Eduard Bernstein ve Kari Kautsky’ya kadar dayanır. Düşünceleri ve eleştirileri ile İkinci En-ternasyonal’i etkilemiş olan bu iki düşünür, Proleterya Diktatörlüğü’ne karşı çıkmaktaydılar. Bernstein’e «Modern Revizyonizmin Babası» adının takılması bu yüzdendir. Lenin’in Kautsky’ye en ağır saldırılarda bulunması da yine bu nedenledir. Tartışmaların kilit noktası buradadır: Proleterya Diktatörlüğü kabul ediliyor mu, edilmiyor mu? Dönemeç bu işte tam noktadır. 1917 devrimi, Marksizmi bir «resmi ideoloji» yapmış ve O’nu Leninizm ile özdeşleştirmiştir. Bu noktadan sonra, komünist partisinin uygulamalarına da Mark-sizm-Leninizm adı verilmiştir. Çeşitli ülkelerdeki komünist partilerin Moskova güdümünde sayılmaları da bu resmi ideoloji ile özdeş hale getirilmiştir. «Bağımsız sosyalizm» arayışları da bu yol ağzından kaynaklanmıştır. Marksizmin Sovyet yorumu, «sosyal şovenizm»’-in bir başka türüdür. Çünkü, «Büyük devlet politikası» güden Sovyet Komünist Partisi, «Sovyet devleti» çıkarlarını, enternasyonalizmin önüne yerleştirmekte7 dir.

Enternasyonalizm, Sovyet devleti çıkarlarının ideolojik paravanası olarak kullanılmaktadır. Sovyet Marksizminin yorumu şudur.- — Marksizmi biz temsil ederiz. Bunun adı, Mark-sizm-Leninizm’dir. MarksizmLeninizm tekse, dünyadaki bütün komünist hareketleri ve partileri biz yönetiriz… Bağımsız sosyalizmin sorunu da buradadır. Yol ayrımı da bu noktadadır. Bağımsızlık, bir erginlik, olgunluk ve kişilik sorunudur. »Proleterya Diktatörlüğü» düşüncesini yadsımak Leninizm ile göbek bağını koparmak demektir. Bu tavır, kaçınılmaz olarak, bağımlılığın da yadsınmasını gündeme getirir. Batı Avrupa’da ‘Avrupa Komünizmi» olarak savunulan görüş, özünde, Leninist ölçülere göre »ko-münist olarak da nitelenemez. Bu, »Anti-Leninist sosyalist görüş» tür. Yani bir başka ideolojidir. 70’li yıllarda adını çok duyuran İspanyol Komünist Partisi ve O’nun lideri Santiago Carillo, Avrupa Komünizmi’nin düşünsel temellerini atanların başında yeralmaktaydı. Yıllarca, Franko faşizmine karşı direnen İspanyol Komünist Partisi, çağın yeni oluşumları karşısında gerçekçi bir tavır izleme yolunu seçiyordu. Partinin yasallaşmasından sonra “Avrupa Komünizmi ve Devlet» adlı kitabı ile »demokrasinin koşullarına uygun bir komünist partisi» düşüncesini savunan Carillo, bu düşünleri ile »sınıf savaşı» yerine «sınıflararası işbirliği» gereğini vurgulamış oluyordu.

Leninist ölçülere göre, Carillo, »Oportünizm»’in günümüzdeki sözcülerinden biri sayılabilir. Bu bakımdan Carillo, Bernstein ve Kautsky’nın düşünce mirasçısı olarak da görülebilir. Carillo, kapitalizmden komünizme geçişde »Proleterya Diktatörlüğü»’nü zorunlu bir dönem sayan Leninist görüşün »modasının geçtiğini» söylerken Sov8 yet Marksizm’i ile büyük bir hesaplaşmaya giriyordu. Carillo, dünyanın geçirdiği devrimler ve evrimler çağında üretim araçlarında sağlanan gelişmenin geniş iir değerlendirilmesinin yapılmasını istiyordu. Carillo, burjuva demokrasisi çerçeveleri içinde kapitalist devlet mekanizmasını yıkmadan, bu mekanizmayı »demokratlaştırmayı» amaç alıyordu. Bu ideolojik görüş, hiç kuşkusuz, Leninizm’e aykırıdır. Yine hiç kuşkusuz, Leninizm açısından bir »uzlaşmacı» görüştür. Carillo, »Avrupa Komünizmi ve Devlet» adlı geniş yankılar yaratan kitabında »proleteryanın tek devrimci sınıf olduğu» yolundaki görüşlere de karşı çıkıyor ve başka sınıf ve tabakaları da sosyalist savaşıma katılacaklarını söylüyor. Bu görüş de hiç kuşkusuz, küçük burjuva devrimciliğine de kapılar aralamaktadır Sovyet Marksizmi şu düşüncededir.- — Kapitalist toplumda tek devrimci sınıf işçi sınıfıdır. Devrim ancak bu sınıfın öncülüğünde yapılır. Avrupa komünizmi, bu öncülüğü, proleterya dışındaki emekçilerle de paylaşmaktadır. Bu görüş kaçınılmaz olarak, »işçi sınıfı öncülüğü» yerine »emekçi sınıfların öncülüğü» kuramını getirmektedir. Avrupa’da en çok yaygınlık kazanan komünist partisi, İtalyan Komünist Partisi’dir. İtalyan Komünist Partisi’nin ideolojik yapısı, geçmişte faşizme karşı verdiği savaştan kaynaklanır.

Bu yüzden, İtalyan Komünist Partisi’nde, burjuva demokrasisine kıskançça sahip çıkma duygusu partinin ideolojik yörüngesini etkiler. İtalyan Komünist Partisi’-nijı önderlerinden Palmiro Togliatti’nin 1944’lerde kaleme aldığı »İtalyan Sosyalizmi» başlıklı yapıtında »ilerici demokrasi» tanımı yapılır. Amaç, faşizme karşı savaştır, amaç »Proleterya Diktatörlüğü» kurmak değil, faşizme karşı »ilerici demokrasi» oluşturmak ve 9 dönüşümlerin parlamento yolu ile yapılmasını sağlamaktır. İdeolojik ipuçlarını Togliatti’de bulan bu görüşler, 1977 yılında, parti lideri Enrico Berlinguer’in «Tarihsel Uzlaşma* kuramı ile büsbütün ilgi çekmeye başladı. Berlinguer, İtalyan Komünist Partisi’nin ideolojik yapısını faşizme karşı verilen «ulusal birlik siyaseti»-ne dayatır. Bu birlik, «anti-faşist» niteliktedir. Bu yüzden, proleteryanın yanında, küçük burjuvaları, burjuvazinin ilerici kesimlerine, katolik kilisesine ve silâhlı kuvvetlerdeki anti-faşist öğeler de bu birlik içinde yer alabilirler. Bu görüş de kaçınılmaz olarak, «işçi sınıfı önderliği» tezini bir yana atar. Ve o .noktada Sovyet Marksizmi ile çatışır. Burjuva demokrasisinin bütün kurumları ile «barış içinde birarSda yaşamak» ve kapitalist düzenin savunucusu ve temsilcisi olan hristiyan demokratlar ile uzlaşma ve demokrasinin temellerini savunmak-da dayanışma içine girmek, Berlinguer’in değişmez siyaseti olmuştu. Berlinguer’in «anti-faşist birlik» düşüncesinden kaynaklanan «tarihsel uzlaşma» kuramı, kapitalist toplumda «burjuvazi» ve «proleterya» dışında başka sosyal katmanlar da olduğunu kabul eder ve bu ara tabakalar ile işçi sınıfının çıkarlarını birleştirmeye çalışır. Proleterya diktatörlüğünü açıkça yadsıyan ve «proleterya öncülüğü» yerine «antifaşist birlik» kavramını yerleştiren İtalyan Komünist Partisi, Leninist ölçülere ve kurama göre «komünist» sayılabilir mi? Hayır. Bu yol, «demokratik sosyalizm» yoludur. Bu yol, komünizmden çok ayrı bir yoldur.

Komünizmden apayrı bir yoldur ama kapitalist toplumdaki ilişki ağları içinde izlenmesi gereken gerçekçi ve sağlıklı bir yol mudur? 10 Herhalde, İtalyan sosyalistlere bu soruya «Evet, İtalyan’ın sosyalizm yolu budur» yanıtını vermişler ki, İtalyan Komünist Partisi, Avrupa’da adı «Komünist» olan partilerin arasından en yaygını olmuştur. Avrupa komünist partileri arasında, Moskova çizgisine en yakın olan Fransız Komünist Partisi’dir. 1976 yılında, «proletarya diktatörlüğü» kavramını, parti programından söküp atan FKP, daha sonra sosyalist parti ile «ortak program» hazırlayacak ve Mitterand’ın Cumhurbaşkanlığındaki hükümete koalisyon ortağı olacaktı. Bu. konumdaki bir partinin Leninist kurama göre «komünist» olduğu yalnızca bir varsayımdır. Konu yine, dönüp dolaşıp, «Proleterya Diktatörlüğü»nde düğümlenmektedir. Proleterya Diktatörlüğü’nü programından çıkaran bir komünist partisi, komünistliğini de partinin dış kapısına bırakmış demektir. Fransız Komünist Partisi Lideri George Marchais, «Proleterya Diktatörlüğü» yerine, sosyalist partilerle «dirsek teması» sonucunda sağlanacak olanaklarla «demokratik reformlar» yapma düşüncesindedir. Marchais’in bu düşleri gerçekleşmedi. Gerçi, komünist partisi bir «ortak program» ile sosyalist parti ile ortak olarak iktidara geldi. Ancak köklü dönüşümler yapılamadı. Ve Avrupa’daki bütün komünist partileri, gerek üyelerini, gerek seçmenlerini sosyalist partilere kaptırdılar. Avrupa’daki en yaygın komünist partisi olan İtalyan Komünist Partisi (PCD’nin üye sayısı 1980 yılında 1 milyon 751 bin kişi iken bu sayı 1985’de 1 milyon 595 bin’e düşmüştür. Düşüş oranı yüzde dokuzdur. Fransız Komünist Partisi (PCF)’nin 1980’deki üye sayısı 730 bin.

Bu sayı 1985’de 610 bine düşüyor. 1946 seçimlerinde oy oranını yüzde 28’e çıkaran Fransız Komünist Partisi, 1969’da oyların yüzde 20’sini almış. 11 ^Avrupa Komünizmi» düşüncesinin yaygınlık kazandığı 70’li yıllarda bu oran yüzde 25’e çıkmış. 1981’de oy oranı yüzde 15’e inen Fransız Komünist Partisi, 1986 seçimlerinde yüzde 10’un da altına düşmüştür. Aynı oy kayıplarına İngiliz ve Finlandiya komünist partilerinde de rastlanıyor. Carillo’nun İspanyol Komünist Partisi (PCE), Franko Faşizmine karşı savaşarak elde ettiği ün ve saygınlığı, «Legale» çıkınca yitirmiş; 1975-80 arasındaki 100 binlik militan üyesi, 1985’de 82 bine düşmüştür. 1982 yılındaki genel seçimlerde İspanyol Komünist Partisinin oy oranı yüzde 3,8 dolayında kalmıştır. İspanya’nın toplam nüfusu 38 milyondur. Komünist partisinin üye sayısı ise 82 bindir. Fransa nüfusu 55 milyondur. Komünist partisi üye sayısı 1 milyon 595 bindir. Komünist partilerinin oy oranları ve üye sayıları üzerinde araştırma yapan Batılı kaynakların saptamalarına göre Türkiye Komünist Partisi’nin üye sayısı «kayda değer» bile bulunmamaktadır! Bu saptamayı yapan aynı kaynaklar, 670 bin nüfuslu Kıbrıs Rum kesimindeki komünist partisi AkeV-in üye sayısının 14 bin olduğunu belirtiyorlar. Batı Avrupa’daki bu gelişmeler, 70’li yıllarda yükselen «Eurocommunism» 80’li yıllarda inişe geçtiğini göstermektedir. Bu seçim grafikleri, adlarının başında «Komünist» sözcüğü bulunan, ancak, özünde «Komünist» olmayan bu partilerin, gittikçe güçlerini yitirdiklerini açıkça kanıtlamaktadır. Önemli olan, demokratik sosyalist partilere, kitle desteği ile iktidar yollarını açmaktır.

Burjuva partilerinin yanında «muhalefete mahkûm» küçük partiler olarak kalmak, demokratik sosyalist birikimin yazgısı olmamalıdır. Bu yazgı değiştirilmelidir. M. Ali Aybar’ın savunduğu «model» Avrupa komünist partilerinin parti modellerine de benzemiyor. 12 Gerçi «proleterya diktatörlüğü»nün yadsınması noktasında Aybar’ın görüşleri ile bu görüşler arasında bit benzerlik görünüyorsa da Aybar’ın savunduğu «örgüt modeli» Avrupa komünist partilerinden değişik bir başka örgütlenme yöntemi ve modeli öngörmektedir. Aybar’ın «yatay örgütlenme» adını taktığı model ile Avrupa komünist partilerinin benimsediği «demokratik merkeziyetçilik» arasında derin ayrımlar bulunmaktadır. Aybar’ın modelini «ütopist» bulabilirsiniz. Ütopik de olsa, gerçekçi de olsa bu model, «demokratik merkeziyetçi» parti modeline hiç benzemiyor. Bu yüzden «Avrupa komünizmi»ni benimseyen partilerle Aybar’ın parti modeli arasında bir benzerlik ya da özdeşlik olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Sonuç ne olursa olsun, Avrupa’daki komünist partileri, Bernstein ve Kautsky’nın 19’uncu yüzyıl sonları ile 20’nci yüzyıl başlarında attıkları temellerin, 1970’li yıllardan sonra Avrupa’da giderek güçlendiğini göstermektedir. Marksizmin bu yeni yorumu «ideolojik düello» sunu Leninizm ile yapmak zorundaydı. İşte «Avrupa komünizmi» bu düellonun adıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir