Uğur Mumcu – Bir Pulsuz Dilekçe

Ecevit, 3 Haziran 1976 tarihinde yaptığı bir konuşmada bu gidişe Türkiye’nin dayanamıyacağını ileri sürüyordu: *Seçime yaklaşılan aylarda ilerisi çok fazla düşünülmeden seçmeni tatmin etmeyi gözetici politika* lar uygulanabilir. Halen zengin ülkelerin bile seçim ekonomisi denen bir sürece, ancak birkaç ay tahammülü vardır. Türkiye’nin hiç tahammülü yoktur. Fakat 1,5 yıldır Türkiye’de en sorumsuzca bir seçim eken nomisi uygulanıyor. Eğer seçimler, 1977 Ekim’inden önce yapılmayacak olursa, daha ı,5 yıla yakın bir süre bu sorumsuzluk devam edecektir.» Partilerimiz bu sorumsuzluğu elbirliğiyle sürdürüyorlar. Seçim ekonomisinin yıkıntılarına, sürekli ve 5 yüksek oranlı enflâsyona aldırış edenimiz pek yok. Seçim ekonomisinin, aydınlık sonuçlarına yol açacağı umuduyla ekonomik bunalım görmezlikten geliniyor. BÜYÜK KOALİSYON Seçimler bir aydınlık getirebilecek mi? Büyük partilerimizin her ikisi de, tek başlarına iktidar olabilmek için olağanüstü bir çaba gösteriyorlar. MSP ise, «anahtar parti» durumunu daha dört yıl sürdürebilme inadında. Oysa yalnız iç sermaye çevreleri ve etkin bürokratik kesimler değil, ABD’den NATO’ya ve Ortak Pazar’a kadar uzanan ve gittikçe artan ölçüde borç alabilmek için el açmak zorunda kaldığımız dış çevreler, MSP anahtarını kırmaya kararlı gözüküyorlar. Bu nedenle, eğer seçimlerde bir parti tek başına iktidar olamaz ise, borç para musluğunu elinde tutan dış çevrelerin MSP ile koalisyonu önlemek ve bir AP-CHP koalisyonu gerçekleştirmek için olağanüstü baskılara girişeceklerini beklemek gerek. Büyük partilerin bu baskılara önümüzdeki dönemde de dayanabil-meleri eskisi kadar kolay değil. Böyle bir koalisyon, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin belli bir süre durdurulması ve engellenmesi demek… Onun içindir ki, demokrasiden yana çevreler, CHP’nin tek başına iktidara gelmesini istiyorlar. ECEVİT’İN «KATKI» POLİTİKASI CHP Genel Başkanı, tek başına iktidara gelebilmek için, herkesi hoşnut etme ve iç ve dış etkin çevreleri yatıştırma politikası izliyor. Ecevit, yeterli oy’un bu yoldan sağlanacağı inancında. Ecevit’in tek başına oluşturduğu program, CHP’li Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın deyimiyle, «herkese cennet vaad ediyor» ve varlıklılardan dahi herhangi bir özveri istemekten çekiniyor. Sanayicilerin bile artık yakındığı AET-Tür6 kiye Ortaklık Andlaşmasına karşı çıkmaktan, antiem-peryaüst bir tutum takınmaktan. ABD ile anlaşmazlıkları ele almaktan dikkatle kaçınıyor. (*) Program, demokratik özgürlükler konusunda da genel deyimlerle yetiniyor. Bazı dağ köyleri için havai hat bile vaad ettiği halde, ünlü 141 ve 142. maddelerin kaldırılacağını açıkça söylemek gereğini duymuyor. Demokratik sol parti liderinin, daha solundaki partilere karşı tutumu da çok mesafeli. Bu partilerle bir iş ve güçbirliğine değil, diyaloga bile yanaşmıyor. Onlardan yalnızca «katkı» bekliyor. «Katkı», CHP’nin özgürlük vaadine güvenerek ve herhangi başkaca bir güvence istemeden, sol oyları CHP’de toplama anlamına geliyor. Ecevit, örneğin Türkiye İşçi Partisi’ni, «demokratik sol parti»den «temelde veya amaçta» ayrılan bir kuruluş sayıyor ve bu partinin «ortak bir platform oluşturup, kamu oyuna açıklama ve ona bağlı olma» koşuluyla «genel seçimlerde uyumlu tutum ve davranış biçimi» sağlama önerisini reddediyor. Ekonomik ve toplumsal görüşlerini ana çizgileriyle CHP’ye «benzeri saydığı Birlik Partisi’nin, «özgüçleriyle» CHP’ye katılmasını öneriyor ve Birlik Partisi’nin öz olmayan, yâni «yabancı» güçlerini -herhalde bir kısım fazla solcu sayılan üyelerini- dışta bırakıyor… CHP DIŞI SOLUN KAYGILARI CHP yöneticilerine göre, solla diyalogdan kaçınma bir sağa kayış ve büyük sermaye çevrelerine verilmiş bir ödün sayılamaz. CHP sermayeden ürktüğü (*) Ecevit, programının geçerliliğine ve gerçekçiliğine o kadar inançlı ki, kurultayda programın tartışılmasına bile izin vermedi. CHP İçi muhalefet, Ecevit’in sert uyarılan karşısında program tartışmasına girmeye cesaret edemedi ve anlamsız görüntülü bir muhalefet olarak kaldı… 7 için değil, »B-IO milyonluk orman köylüleri ile esnaf ve sanatkâr gruplarının bazı tereddütlerini depreştirmekten» kaçındığı için tutumunda dikkatlidir. Sol partiler ise, solla diyalogtan kaçınan bir CHP’nin demokrasiyi getirebileceğinden kuşkuludurlar: Sosyalist Devrim Partisi lideri Aybar şöyle konuşuyor: »Başkaları ile diyalog kurmayan, solla -tüm solla-diyalog kurmayan, faşizme karşı işbirliğine yanaşmayan bir CHP iktidarda tek başına, dal budak salmış bir faşizmle nasıl başa çıkacak, demokrasiyi nasıl getirecektir? Demokrasiye muhalefetteyken alışılır. Bu yolu muhalefetteyken denemeyen CHFnin, iktidarda demokrasi getirmesi şüpheye girer.» TÎP lideri Behice Boran da farklı görüşte değildir: »Sayısal ağırlığı ne kadar büyük olursa olsun, CHP yalnız başına politik özgürleşmeyi gerçekleştiremez… Sorun, CHP’nin kendi soluna açılması, güç ve işbirliği etmeye yönelmesidir. CHP’nin sağa, büyük burjuvaziyle uzlaşmaya kaymaktan geri durabilmesi, demokratik hak ve özgürlükleri tutarlı ve etkin biçimde savunabilmesi ve iktidara geldiğinde gerçekleştirebilmesi, ancak sola açılmasıyla, güç ve işbirliğine yönel-mesiyle mümkündür. Unutulmamalı ki, oylar alınıp hukuken iktidara gelinebilir, ama gerçekten iktidar olunmayabilir.» EKONOMİNİN TUZAKLARI Gerçekten, iktidar olmak, önümüzdeki seçimleri kazanmaktan, çok daha güç görünüyor. Kim iktidara gelirse gelsin, baş sorun, yeni borçlar bulmak ve borçları erteletmek olacağa benzer. Döviz sıkıntısı yüzünden birkaç gün akaryakıt bulunamayışının, ülkede nasıl bir gerilim yarattığı bugünün örnekleriyle ortada… Yüzlerce gencin öldürülmesine karşı toplumsal 8 bir bağışıklık kazanılabilir ama, ekonominin durmasına dayanılamaz… Daha şimdiden yabancı bankalar borç vermek için Para Fonu’nun onayını istemeye başlamış bulunuyorlar. Para Fonu’nun onayı, yüksek oranlı bir devalüasyon, harcamaları kısma ve kamu kesiminin ürettiği mal ve hizmetlere büyük ölçüde zam yapma anlamına gelmekte. CHP Milletvekili adayı Prof. Bulut-oğlu, haklı olarak en az yüzde 30 oranında paranın dış değerini düşürmek gerek, diyor. Şimdi düşününüz: îç ve dış ekonomik güçlerin ve bürokrasinin bazı etkin kesimlerinin pusuya yattığı bir ortamda, azgın bir muhalefet ve basın her fırsatı sömürmeye teşne iken, cennet vaadleriyle oyalanan kitlelere, bu kaçınılmaz soğuk duşu anlatabilmek mümkün mü? Söyledikleriyle yaptıkları biribirini tutmayan iktidarların, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, çabucak aşıldıklarını ve ekonomik güçlere boyun eğdiklerini gösteren dünyada pek çok örnek var. Bu nedenle işçi sınıfını ve emekçi kitleleri -kaypaklığa kaçmadan açık seçik doğrular etrafında yoğun bir bilinçlenme sağlayıp- örgütlemeden ve bu örgütlü ve bilinçli güce dayanıp ekonomi ve etkin bürokratik kesimler üzerinde egemenlik kurmadan gerçek bir iktidar olmak kolay değil. Ailende, birinciyi az çok başardı, ikinciyi ise başaramadı. Enflasyon ile kamyoncu ve bakkal grevlerinin ağırlığı altında ezildi. Pinochet’ye son darbeyi kolayca indirme işi kaldı… (*) (*) Şimdi Şili yöneticileri özeleştiri yapıyorlar. Ailende’-nin Dışişleri Bakanı Almeyda, şöyle konuşuyor: «Biz bir askeri politika gütmedik. Bu yanlıştı. Biz kendimizi savunmak ve karşı saldırıya geçmek için, gerekli araçları hazırlamadık. Asıl yanılgımız da budur… İdeolojik ve taktik yanlışlıklar da yaptık. Biçimsel demokrasiye fazla bağımlı kalmadık. Bu da bizim* elimizi kolumuzu bağladı (Cumhuriyet, 30 Kasım 1976) 9 CHP’NİN AÇMAZI CHP’nin açık seçiklikten kaçışını ve tereddütlerini anlamak zor değil. Tereddütler, önce kendi yapısından geliyor. Profesyonelleşmiş parti yöneticilerinin ve milletvehillerimizin büyük çoğunluğunun biribirlerin-den perk farklı oldukları söylenemez. Ayrıca «meb*-uslaşma» diye bir olgunun varlığını, ödenekler konusunda bu yıl bir kez daha gördük. Öte yandan, tereddütler toplumsal yapıdan kaynaklanıyor: Hızlı sayılabilecek kapitalistleşme sürecine karşın, Türkiye’de küçük mülkiyet ezici biçimde egemen. Tarımda toprak yoğunlaşması çok yavaş. Cüce ve küçük mülkiyet ağır basıyor. Kentsel kesimde, küçük aile işletmeleri eksilmiyor, artıyor. Almanya’-daki işçilerimizin ve işçi sınıfımızın önemli bir bölümünün bile isteği, kendi küçük işine sahip olma yolunda. Son yirmibeş yılda, yüksek mevduatlı bankalara sahip, mali holdinglerin başına kurulmuş, büyük kapitalistler yetişti, fakat bunlar henüz dev sanayiciler olamadılar. İmalât sanayiindeki özel kuruluşların yüzde 75’i, 50’nin çok altında işçi çalıştırıyor. İstanbul Sanayi Odası, yüz büyük işletme tablosunu kamu kuruluşlarını katarak tamamlıyor. Kısaca, Türkiye’de küçük mülkiyet egemen. Büyük sermaye, oy deposu küçük mülk sahiplerinin korku ve tereddütlerini sömürmekte ve onları kendi yönünde kullanmakta çok güçlük çekmiyor. Seçim kazanma çabasındaki CHP, bu oy depoları karşısında duraklıyor ve geriliyor. CHP seçim kazanma açısından belki haklı olabilir, ama bu tereddütler, gerçek bir iktidar olma olanaklarını çok kısıtlıyor. Büyük sermaye böylece CHP’- Fakat temel başarısızlık ekonomide oldu. Ecevit’ln İse kamu yönetimiyle ilgili görüşleri şöyle: «Tümüyle kamu yönetimini, ordu kadar kendi yönetir duruma getirmeyi düşünüyoruz.> <Yankı, sayı: 298) 10 yi, dolaylı yoldan da etki alanına çekmiş oluyor. Bir seçim kazanmakla bu açmazdan çıkılamıyacağı açık. ECEVÎT BASINI Onun içindir ki, önümüzdeki seçimleri, Ecevit basınının yaptığı gibi, «var olmak, ya da yok olmak» biçiminde değerlendirmek, «Ecevit, iktidar olursa kurtulacağız, olmazsa batacağız» diye sunmak, umut satıcılığından öte anlam taşımıyor. Bazı sağ çevrelerde yaygın bulunan «bir kuvvetli adam gelse de ülkeyi kurtarsa» özlemini pek andıran bu umut ticaretinin yakışıksızlığı ortada. Böyle bir tutum, ayrıca etkinliği hızla arttığı ısrarla yazılan işçi sınıfının ve emekçi kitlenin varlığına ve gücüne güvensizlik anlamına geliyor. Daha önemlisi, CHP yöneticilerinin giderek sağa kayışını, bütün zikzaklarını görmezlikten gelmeyi, yanlışlarına alkış tutmayı ve bu yönde «kamu oyu oluşturmayı» gerektiriyor. Ecevit basınının Ecevit’e ve CHP’ye hizmet ettiği kanısında değiliz. CHP’nin seçim kazanması elbette olumlu bir şey. Seçimler, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde belki de bir aşama, ama yalnızca bir aşama olabilir. Bu nedenle, mümkün olan ölçüde oy ziyanından kaçınmak kuşkusuz yararlı. Fakat Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin, inişler, çıkışlar, gerilemeler ve ilerlemelerle dolu, belli doğrultuda tükenmez sabır ve inat isteyen uzun süreli bir uğraş olduğunu unutmamak gerek. Bu açıdan, tüm demokratik güçlerin ön safında yer alan işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesini, örgütlü ve bilinçli tek bir bütüne dönüştürme uğraşının en büyük önceliği taşıdığı açık. Bütün emekçi kitlelerin seferber edilmesi, küçük mülk sahiplerinin tarafsızlaştırılması ve kazanılması, sağa ve sola yalpalayan siyasal örgütlerin demokratik çizgide tutulması ve etkin bürokratik kuruluşlarda ağırlık elde edilmesi, bu temel etrafında ancak mümkün olabilecek. 11 Bu yolda büyük mesafe alınmış olsa bile, gerekli temel, henüz sağlam biçimde yükseltilebilmiş değil. Seçim kazanmaktan çok daha önemli olan baş sorun, bu olsa gerek. BREZİLYA MODELİ Karcı güçler ise, 12 Mart döneminden ekonomik sorunlarını çözemeden çıkmış bulunuyorlar. 12 Mart öncesinde Demirel Hükümeti, yarattığı kapasiteyi kullanamayan büyük sanayicilerin pazar ve finansman sorunlarına, arazi sahiplerinin ve orta sermayenin çıkarlarına zarar verecek biçimde yönelir gibi olmuştu. Yöneliş, partinin bölünmesiyle sonuçlandı. 12 Mart hükümetlerinin aynı yöndeki çabaları da Parlamento engelini aşamadı. Ciddi bir toprak reformu, tarımın vergilendirilmesi ve kamu alt yapı yatırımlarının hızlandırılması vb. gibi büyük sanayii rahatlatacak reformlar yapılamadı. Fakat bu çabalar, AP oylarını parçaladı ve işçi sınıfının yükselen sesi büyük sermayeye daha geri bir çizgide sınıf ittifaklarını tazeleme zorunluluğunu hatırlattı. Bazı aceleci sosyalist kuramcılar, egemen sınıfların aralarındaki ayrışım ve sürtüşmeleri çok abarttılar ve hatta geriye dönülmez kesin bir parçalanmadan söz açtılar ise de, egemen sınıflar, hiç değilse temel çıkarlarında kenetlenmiş bulunuyorlar. Örneğin, Sakıp Sabancı ve Halit Narin, pamuk taban fiyatları pek yüksek tutulmasın diye ısrarla erken seçim istiyorlar, büyük çiftçilerin temsilcisi Saadettin Karacabey ise, tütün örneğinde olduğu gibi olağanüstü yüksek taban fiyatları elde edebilmek için, seçimlerin sonbahara kalmasında direniyor. Fakat sık sık rastlanan benzer sürtüşmeler egemenlerin sola karşı kenetlenmesini ve CHP’yi soldan iyice uzaklaştırma yolunda bir «diyalog»u elbirliğiyle sürdürmelerini engellemiyor. 12 Mart döneminden, bürokrasinin üst kesimle12 riyle iyice bütünleşmiş olarak, fakat kalıcı ekonomik çözümleri gerçekleştiremiyerek çıkan sanayi burjuvazisinin sorunları, yıllardır sürekli ve yüksek oranlı bir enflasyonla geçiştiriliyor. Ne var ki, enflasyon geçici ve giderek sorunları ağırlaştıran ve toplumsal tepkileri yoğunlaştıran bir çözüm. Faşizme iyice yönelmeden sürdürülmesi gittikçe güçleşen bir çözüm. Büyük burjuvazi, bu yönelişin bilincinde görünüyor. N. Ecza-cıbaşı, iş adamları derneğinin kongresinde, uzmanları paravana ederek, «iktisatçıların bir ülkede ardarda üç dört yıl enflasyon yüzde 30 civarında seyrederse, o ülkenin ekonomisinin özgürlükçü demokratik yönetime dayanamıyacağını, ya sağa, ya da sol (otoriter) yönetime kayacağını» söylediklerini belirtmeden edemiyor. (*) Ortada ABD uzmanlarının kalkınma yolundaki ülkeler için geliştirdikleri bir ekonomik büyüme ve siyasal örgütlenme modeli de var: Brezilya modeli. 12 Mart bir baskı dönemi oldu, fakat bir politik-ekonomih model olamadı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir