Uğur Mumcu – Devrimci ve Demokrat

1950’lerden bu yana. tam sekiz kez sıkıyönetim ilan edilmiş, böylece her dört yıla bir genel seçim ve her üç buçuk yıla da bir sıkıyönetim düşmüş… Dahası var: Bu süre içinde bir ihtilâl, iki ihtilâl girişimi, yarı-ihtilâl anlamına gelen iki Silâhlı Kuvvetler muhtırası yaşanmış… Aynı dönem içinde, bir Başbakan, iki bakan, bir kurmay albay, bir binbaşı ve üç genç ipe çekilmiş; son günlerde siyasal nedenlerle öldürülenlerin sayısı günde on kişiyi aşmış.,. Cok partili hayat ile başladığı ileri sürülen «görülmemiş kalkınma yolu» Bayarlı – Menderesli teslimiyet politikasından, bugün, Demirelli – Türkeşli iflas noktasında son bulmuş; devlet, izlenen dilenci ekonomisine bağlı bu politika nedeniyle, uluslararası silah kaçakçılarını «devlet protokolü» ile karşılayacak kadar şaşkınlık içine sokulmuştur. Doğrusu bu ya, devlet, devlet oimaktan çıkmış, uluslararası kredi piyasalarında, tümüyle haciz edilmiş bir mal varlığına dönüşmüştür. Böyle çöküş nedenleri çözüm yollarını da beraberinde getirirler. Çok partili hayata girdiğimiz günlerden bu yana, şu demokrasi dediğimiz sistemi niçin doğru – dürüst çalıştıramamışız? Niçin Türkiye, bugün dış borçlarını ödeyemez, petrolüne. yai;ıtına ilacına para bulamaz bir ülke haline düşmüştür? Evet neden? Elbet de bütün bunların, izlenen ekonomik ve siya sal yolların genel sistemi ile ilgisi vardır. «Yoktur» diyen bunca bunalımı, bu çıkmazları nasıl açıklayacak?. Sorun. 9 /doğrudan doğruya bir sistem ile ilgilidir. Sistem durmuş, sistem çökmüş, sistem iflas etmiştir!. Peki niçin iflas etmiştir? Bunları, gelip geçici politikacıların kişilikleri ile açıklamak olanaksızdır. Çünkü, bu gibi sorunlar, kişilerin boyutlarını aşar.


Sorun, doğrudan doğruya, dış yardıma bağlı dilenci ekonomisinin sistemi ile ilgilidir. «Sistem çökmüştür» derken, bu sistemin yerine Marksist – Leninist bir devlet yapısı, Marksist – Leninist bir sistem kurulsun gibi bir görüş taşıyor değiliz. Peki ya ne istiyoruz? İstediğimiz şu: «Demokratik hukuk devletiyiz» diye kitlelerle, yığınlarla, milyonlarca yurttaşla alay edilmiyorsa, «Burjuva demokrasisi» adı verilen Batı demokrasilerinin ülkemizde tam ve eksiksiz uygulanmasını sağlamak, böyle bir ortam içinde sorunlarımıza çözüm aramaktır. Bir ülkeae, otuz yıl içinde, bir Başbakan, iki Bakan, bir Kurmay Albay, üç genç ipe çekilir, sokaklarından her-gün oluk oluk kan akar, otuz yılda sekiz sıkıyönetim, bir ihtilâl, iki ihtilâl girişimi, iki kez Silâhlı Kuvvetler muhtırası yaşanır, bütün bunlardan sonra, «oh demokrasimiz ne iyi işliyor» diyorsak, bu gibi görüşlerin sahiplerini, «tam teşekküllü» hastanelerde «tedavi» ettirmek gerekir. Biz bu köşede, «bu işin sisteminde bozukluk var» diye yazdığımızda calakalem satırlar döktüren tarihi köşk satıcılarından «NATO Kriptoiarı» önce NATO ülkelerinde tepe-tepe kullanılan özgürlüklerin Türkiye’ye niçin «lüks» sayıldığını, lütfedip açıklamaları gerekir. Dış yardım dilenciliği ile yaşayan bir ülkenin bağımsız olması bir yana, sağlıklı bir ekonomiyi sürdürmesi olası mıdır? Ve otuz yi! içinde, bir başbakan, iki bakan, bir kurmay albay, bir binbaşı ve üç genci darağacına çekmiş, bu süre içinde her üç buçuk yılda bir sıkıyönetim ilan etmiş siyasa! sistemin işlerliğinden ve geçerliğinden söz edilebilir mi? Türkiye’nin niçin bu noktaya sürüklendiğini düşünelim ve özgürce tartışalım. İstediğimiz budur. Ama «eller gider Mersin’e, biz gideriz tersine!». Bıra10 kalım. «Güney Amerika Modellerini de yakınımızdaki «Yunan Modeli»ne bakalım: 1967 albaylar darbesinden önce, Yunanistan’da ne gibi olaylar sürdürülüyordu? Albaylar Cuntası, ne getirmiş, ne götürmüştü? Ve 1974’de sivil yönetime nasıl dönülmüştü? Anayasa değişiklikleri ve «Demokratik Otorite» adı altında tezgahlanan «Baskıcı iktidar modellerinin yakın gündeme geldiği günlerde çevremize şöyle bir bakmakta sayısız yarar vardır. Bazı Yunan şarkılarının besteleri bizimkilere benzer de!. (21 Nisan 1980 Pazartesi) DÜŞMAN İKİZLER… Ülkemizde kendilerini «milliyetçi, muhafazakâr» olarak tanıtan, bu yüzden «antikomünist» olduklarını söyleyen çok insan vardır. Bunların bir kısmı, solcuların hemen hemen hepsinin «Moskova’dan talimat aldıklarını» söylerler. Bunların arasında, antikomünizmi ve Sovyet düşmanlığını tıp dilinde «Paranoya» adı verilen bir ruh hastalığına kadar vardıranlar da çıkmaktadır. Sağcı olmayan bütün düşünceleri komünistlikle suçlamak genellikle «Mc Carthy’cilik» olarak adlandırılır. »Mc Carthy», İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bütün devlet organlarına komünistlerin sızdığını ileri sürerek, terör rüzgarı estiren bir Amerikalı senatörün adıdır.

«Mc Carthy’cilik, bu tarihten sonra, bir Amerikalı senatörün adı olmaktan çıkmış, antikomünizm siyasetinin, bütün dünyadaki ortak adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. «Türk Mc Carthy’cileri» adını vereceğimiz çevreler, ülkedeki bütün solcu aydınlan, sosyalistleri, «Sovyetlerin yönlendirdiğine» inanırlar ve. herkesi buna inandırmaya •çalışırlar. Bunlar, alaturka «Mc Carthy’ciler»dir. Sosyal ve siyasal olayları «Conspiracy» adı verilen bir kurama göre açıklayan görüşler de vardır. Bu görüşlere göre, toplumsal gelişmeler ve olaylar, ihtilaller, dar11 beler, kuşkulu eylemler ve gizli Örgütlerle oluşur. «Conspiracy kuramı» olaylara, bu eylemlerin çerçevesinde kuşkulu gözle bakar. «Mc Carthy’ci» bakış açısı, «Conspiracy kuramı» ile birleşirse, yaşadığımız bütün olaylar, komünizme ve Sovyetlere bağlanır. Bu çevreler, zaman zaman inanarak zaman zaman da İnandırılarak «bütün solcuların Moskova’dan yönetildiğini», bütün terör eylemlerinin sağ ya da sol yine Moskova tarafından planlandığını ileri sürerler. Türkiye’yi «Sovyetlerin etki alanı içinde gören» alafranga «Mc Carthy’cilik» bir «soğuk savaş taktiği» olarak anti-komünizmi, «anti-Sovyetizm» ile özdeşleştirerek ortaya atar. Mc Carthy’ci görüşün bir tek amacı vardır: O da Türk solunun tümünün Moskova’dan yönetildiğini kanıtlamak. Sosyal demokrat, demokratik sosyalist, Atatürkçü, ilerici, sağcı olmayan ne kadar kişi, grup ve örgüt varsa hepsi aynı kefeye konur ve bunlara bir ortak adres bulunur: — Moskova… Buna karşı Marksist sol içinde bir azınlık grup, Sovyetlerin resmi ideolojilerini benimser. Sovyetler Birliği’ni «sosyalizmin anavatanı» olarak selamlayıp, siyasal görüşlerini, Sovyet resmi ideolojisi ile bütünleştirir Bunların İçinde, öyle inandıkları için bu resmi ideolojiye din gibi, tartışmasız biçimde bağlananlar vardır. Bu. bazılarında bir çeşit «ideolojik» ve belki ideolojik oimaktan çok, gözü kapalı «platonik» bir duygu ve düşünce olarak yerleşmiştir.

Yine bunların arasında, enternasyonal dayanışma adına, Sovyetor tarafından yönetilen komünist partisine «organik» biçimde bağlananlar vardır. Bunların, hem «ideolojik» hem de «organik» nitelikte bağlılıkları söz konusudur. Bunlar, yalnızca Türk solu içinde değil, Türk Mark-sistleri arasında da azınlıktadırlar. Ancak, «illegal» olmanın yarattığı bir çeşit «fetişizm» güçlerini, kendi nite12 lik ve nicelikierînin çok üstünde göstermeye çalışırlar. Bunların da bütün amacı, Türkiye’deki sosyal demokrat demokratik sosyalist, Atatürkçü, ilerici ne kadar kişi varsa, bunları kendi ideolojik etki alanları içinde göstermektir. «Mc Carthy’ciler» nasıl, Türkiye’deki bütün ilerici düşünce ve akımları, Moskova’ya bağlamaya çalışıyorlarsa, bunlar da çok ayn bir amaçla da olsa, aynı ilerici birikimi Moskova’nın etki ve güdümünde göstermeyi varlık nedenlerinden biri olarak saymaya alışmışlardır. Türkiye’de faşist ve Mc Carthy’ci çevrelerle, kendilerini «proletarya enternasyonalizmi» adına Moskova’nın’ resmi ideolojik görüşlerine bağlayanlar arasında bir çeşit beraberlik doğmaktadır. Biri, Türk solunu suçlarken, öteki kendi fraksiyonunu savunurken, Sovyet olgusundan yararlanmaktadır. Öyie ki, Mc Carthy’cilerin siyasal gıdası, TKP’nin varlık nedeni ve yalana dayalı propagandalarından kaynaklanmaktadır. Bugün çağımızda sosyalizmin iki büyük sorunu vardır. Birinci sorun demokrasi sorundur. Sosya^zm, ancak çoğulcu demokraside ve çok partili düzen içinde oluşmalıdır. İkincisi bağımsızlık sorunudur. Sosyalist partilerin tek güç vo güvence kaynağı, işçi sınıfı, işçi sınıfı ile birlikte, öteki emekçi sosyal tabakalardır. Uluslararası barış, ancak böyle sağlanır.

Demokrasi ve barış düşüncesi, bağımsızlıktan ayrı düşünülemez. Türkiye’de sosyalizmi, Sovyet devlet çarkının ayrılmaz bir parçası olan bir partiye bağlayarak savunmak, Türk işçi sınıfına, emekçi sınıf ve tabakalara, sosyalizmi savunan aydınlara karşı büyük bir saygısızlık ve büyük bir aşağılama değil de nedir? Türkiye’de çok partili demokrasiyi ve demokratik sosyalizmi savunanlar, «Mc Carthy’ciler» ile TKP’liler arasındaki bu kaçınılmaz ortaklığı yıkıp halka, yalnızca halka güvenmenin erdemini ve onurunu dosta ve düşmana, ergeç anlatacaklardır. (19 Haziran 1983 Pazar) 13 BALIK AVI… Ünlü Amerikan yazarı Sulzberger, geçen haftayı Türkiye’de geçirdi. «The New York Times»in bu ünlü yazarı. Cumhurbaşkanı Sayın Evren ile görüşmek istemiş. Ancak görüşme olanoğı bulamamış. Ünlü yazarın, «Yeni Sınıf» adlı kitabı ile bütün dünyada yankılar yaratan kitabın yazarı Milovan Jilas ile birlikte «balık tutmak» üzere Yugoslavya’ya gittiği de bildiriliyor. Sulzberger’in ne tür balıklara düşkün olduğunu pek bilemiyoruz. Fakat, kendisinin atılacak oltalar konusunda pek hünerli olduğunu sanıyoruz. Amerikalı yazarın balık tutkusunu yakından bilenlerden biri. Büyükelçi Sayın Kâmran İnan’dır. İnan’ın çok yakın dostu olan Sulzberger, üç-beş yıl önce Türkiye’ye gelmiş ve doğu illerimizin birinde nehir kenarında balık avlamıştı. Yöredeki köylüler bu kurt gazetecinin yalnızca balık avlamadığını, yanındaki bir emekli Amerikalı subay ile beraber, bazı eski mezarların filmini çektiğini de görmüşlerdi. Acaba, Türkiye’deki balıklar, Amerika’daki balıklardan daha mı lezzetliydi? Balık niçin örneğin Bodrum’da, Marmariste, Ayvalık’ta, Sinop’ta değil de Van ve Bitlis illerinde avlanmaktaydı? 1977 yılı temmuz ayının 17’sinden 22’sine kadar, yörede «balık avlayan* ve bazı köylülerle konuşup, bu konuşmaları banta alan Sulzberger, acaba, niçin özellikle bazı eski mezar taşlarına merak salmıştı? ilgililerin belleklerini de tazeleyelim: Sulzberger, Van’dj Çatak ilçesinin, adı «Bahçesaray» olarak değiştf-rilen «Mukus» köyünde nehir kenarında çadır kurup, balık avlamıştır. Sulzberger, bu arada, eski Ermeni kiliselerini, «Maşatlık» denen mezarlarını ve yapı artıklarını incelemiş ve hepsinin uzun filmlerini çekmiştir.

14 Bütün bunlar gazetecilik merakından mıydı? Sulzberger, bu gezisinde yalnız başına da değildi.-Yanında bir emekli Amerikan subayı ve İngiltere’nin Paris Büyükelçisi Nicola Henderson da vardı. Kâmran İnanda o günlerde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yapmaktaydı. Hep birlikte gezilmiş, balık avlanmış ve: Ermenilerin yaşadıkları yerlerde geniş araştırmalar yapılmıştı. Tabii hep «balık merakı!» Bütün bu anlattıklarımızı bugün, kısa bir soruşturma ile öğrenmek olasıdır. Bu konuda, o günlerde «bu Amerikalı yazar, etnik kökenlerle ilgili araştırma mı yapıyor yoksa?» diye parlamentoya soru önergeleri de verilmiş ve biri sonradan İçişleri Bakanı oldn iki Türk senatörü, Sulzberger’in peşine düşmüşlerdi. Diyebilirsiniz ki «bunlar olur.» Sulzberger, önemli bir gazetecidir ve bu yörelerde dilediği konuları araştırır. Ama «kazın ayağı» hiç de öyle değildir. Çünkü, Sulzberger’in «balık avlamak» bahanesi île uzun uzun filmlerini çektiği. Ermeni kiliseleri, mezarlıkları, beş-altı ay önce bir Amerikan televizyon kanalında «Ermeni propagandası» yapmak ve Türkiye’yi ve Türkleri suçlamak için kullanılmıştır. Evet böyle olmuştur. Dileyen bakar, araştırır! Amaç balık avlamak değildir Amerikalının amacı başkadır. Sulzberger’in oltası, 1977 Temmuzunda Türkiye’de i balık avlamadı, alık avladı! «Balık avlayacağım» diye birçok insanları kandırıp, Amerika’da Ermeni propagandasına malzeme hazırladı. Amerikalı yazar, bunların bilinmeyeceğini mi sanıyor? Sulzberger’in 1967 öncesinde, komşumuz Yunanistan’da CIA planı gereğince yönetime elkoyan «Albaylar Cuntası» için yaptığı şakşakçılık «The New York Times»ın arşivlerinde duruyor.

Buniar da unutulmadı. Doğrusu bu ya ünlü yazarın, Van köylerinde düzenlediği «balık partileri» bizleri pek inandırmamıştı. Ameri15 kan televizyonlarındaki Van köyleri görüntüleri de bu «av partilerinin» amacını şimdi iyice kanıtladı. Balık sırtı pek kaygandır Mr. Sulzberger, üzerinde pek durulmaz!. (24 Haziran 1983 Cuma) DEVRİMCİ SİYASET… Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yaser Arafat’ın Suriye’den sınır dışı edilmesi olayı. Ortadoğu’da dramatik bir gelişmeyi vurgulamaktadır. Örgütün Ankara temsilcisi Abu Firas’ın yaptığı açıklamaya göre, ABD-Suriye ve İsrail, ortak bir planla, örgütlerini yoketmeye çalışmaktadırlar. Olay, utanç verici olduğu kadar, aynı zamanda ders vericidir de… Suriye, bölgede, Sovyet etkisine en açık olan devletlerden biridir, israil ise Amerikan politikasının Ortadoğu’daki en büyük üssüdür. Bölgede çeşitli güç odaklarından kaynaklanan birbirine karşıt etkilerin Filistin Kurtuluş Örgütünü hedef seçmeleri, elbette önemli bir oluşumu göstermektedir. Bu olumsuz gelişme, bölgede, bağımsız siyaset yapma olanağının ne kadar kısıtlı olduğunu da kanıtlamıyor mu?. Bu dramatik gelişmenin gerçek nedeni herhalde, Filistin Kurtuluş Örgütünün bağımsızlık tutkusundadır. Bölgede, Amerikan çıkarlarına ters gelecek bir gelişme türlü engellerle karşılaşmaktadır. Sovyetler ise kendi güdümlerinde olmayan bir örgütlenmeyi, «kendilerinden saymamakta» ve buna uygun bir siyaset izlemektedirler. Özetle, bölgede, ulusal kurtuluş bilincinden kaynaklanan bir direniş eylemi, birbirine karşıt görünen güç merkezlerinden gelen çeşitli engellerle karşılaşmaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir