Ursula K. Le Guin – Aya Tirmanmak

Stephen’ın yüzü kızardı. Beyaz tenli, kel bir adam olduğundan kızarınca pespembe olurdu. Yanağını öpen Ann’e bir koluyla sarıldı. “İyi ki geldin, canım,” dedi uzaklaşarak; arka tarafta bir yerlere bakıyor, ne yapacağını bilemiyormuş gibi gülümsüyordu. “Ella demin çıktı. On dakika olmadı. Bazı belgeleri Bili Hoby’ye götürmesi gerekiyordu. O gelene kadar bekle yoksa seni göremediğine çok üzülür.” “Tabii,” dedi Ann. “Annem de iyileşti. Grip oldu ama o kadar da ağır geçirmedi. Siz hepiniz iyi misiniz?” “İyiyiz iyiyiz. Kahve ister misin? Ya da kola? Gelsene.” Ann içeri girsin diye kenara çekildi ve onun peşinden açık renk mobilyalarla dolu küçük oturma odasından geçerek sarı metal panjurların güneş ışığını çizgi çizgi tezgâha düşürdüğü mutfağa girdi. “Burası amma sıcak,” dedi Ann.


“Kahve ister misin? Şu tarçınlı, kafeinsiz kahvelerden var, Ella’yla ben çok seviyoruz. Hakikaten sıcak. İyi ki bugün cumartesi. Şurdaydı yahu.” “Ben zaten içmek istemiyorum.” “Kola?” Dolabı kapatıp buzdolabını açtı. “Peki içerim. Varsa diyet kola olsun.” Tezgâhın yanında durup Stephen’ın bardağı, buzu ve iki litrelik plastik kola şişesini çıkartmasını seyretti. Sanki bu mutfak üzerinde hakkı varmış ya da içlerinde ne olduğunu yoklamak istiyormuş gibi dolapları açmak veya kendi evinde olsa yapacağı gibi sıcak güneşi dışarıda bırakmak için panjurları kapamak istemiyordu. Stephen’ın büyük, kırmızı plastik bardağa döktüğü kolanın yarı sim bir çırpıda içti. “Oh!” dedi. “İyi geldi!” “Gel dışarı çıkalım.” ‘Top oynamayacağız di mi?” “Bahçede çalışıyordum. Toddie’yle birlikte.

” Ann oğlanın annesiyle olduğunu düşünmüştü, daha doğrusu zihni çocuğu annesine bağlamış, annesi yoksa onun da olmayacağını varsaymıştı; şimdi biraz ihanete uğramış gibi hissediyordu. Babası, eve ilk girdiğinde yaptığı gibi, gitmesi gereken yönü işaret edip kendisi arkada kalarak, arka balkona açılan kapıya kadar ona eşlik etti. Ann önde o arkada çamaşır makinesinin, kurutma makinesinin, yer kovasının, süpürgelerin yanından geçerek tel kapıdan çıktılar ve tek beton basamaktan arka bahçeye indiler. Stephen tel kapıyı ayağıyla kapattı ve evin duvarı dibindeki çiçek tarhlarını, ortadaki etrafı çalılarla çevrili çimenlikten ayıran tuğla döşeli patikada duran kızının yanma geldi. Çimenliğin bir köşesinde, boyalarının döküldüğü yerler paslanmış iki küçük, beyaz demir sandalye, takımları olan küçük bir masanın iki yanma konmuştu. Onların arkasında Toddie sırtı dönük, bahçeyi çevreleyen şimşir çitin gölgesindeki büyük çiçekli abelyanın önünde çömelmişti. Toddie hatırladığından daha iri görünüyordu, sırtı yetişkin bir erkeğinki kadar genişti. “Hey, Toddie. Bak, bakı, Ann geldi!” dedi Stephen. Güneşten hafif yanmış, beyaz teni hâlâ pembeydi. Belki de yüzü mahcubiyetten değil sıcaktan böyle kızarmıştı. Etrafı kapalı bahçede beyaz evden yansıyan güneş insanın tenini ateş gibi yakıyordu. Acaba “ablan” mı diyecekti? Sesi yüksek ve neşeliydi. Toddie hiç oralı olmadı. Ann bahçeye göz gezdirdi.

Yüksek yeşil duvarları, ışıktan bir tavanı olan, çim zeminli, havasız bir odaydı. Hortumun yanındaki otları temizlenmiş toprakta, açık renkli, güzel gelincikler salınıyordu. Bakışlarını çimenliğin öte tarafındaki gölgede çömelmiş tıknaz figürden kaçırıp çiçeklere çevirdi. Oğlana bakmak istemiyordu, hem babasının da onu buraya getirmeye, ona baktırtmaya hiç hakkı yoktu, batıl inanç bile olsa bebeği korumayı akıl etmesi gerekirdi ama aptallıktı aslında, batıl inançtı. “Bunlar çok hoş,” dedi, açılmış bir gelinciğin gevşek, yumuşak yaprağına dokunarak. “Renkleri harika. Bahçe güzel görünüyor baba. Epey çalışıyorsun herhalde.” “Sen bu tarafa çıkmamış miydin hiç?” Başını iki yana salladı. Yatakodalarına bile girmemişti. Stephen’la Ella evlendiğinden beri bu eve üç ya da dört kere gelmişti. Bir keresinde pazar günü geç bir kahvaltı için. Ella kahvaltıyı oturma odasında, tepsilerde ikram etmişti ve Toddie gözünü televizyondan hiç ayırmamıştı. Bu eve ilk geldiğinde Ella, Stephen’ın karısı değil yanında çalışan satış elemanlarından biriydi. Babası bazı belgeleri bıraksın diye bu eve uğramışlardı.

Ann o zaman lisedeydi ve babasıyla Ella ayakkabı siparişlerinden konuşurken oturma odasında beklemişti. Ella’nın zihinsel özürlü çocuğu olduğunu biliyordu ve hem çocuğun odaya gelmesini istemiyordu hem de onu görmek istiyordu. Ella’nın kocası aniden öldüğünde, Ann’in babası masada ciddi bir sesle “Neyse ki oturdukları evin taksitlerini bitirmişler,” demiş, annesi de “Zavallı kadın, mongol muydu neydi o zavallı çocukla kaldı,” demişti. Sonra da mongolların fazla uzun yaşamadığından ve bunun bir şans olduğundan konuşmuşlardı. Ama hâlâ hayattaydı işte çocuk ve Stephen da onun evinde yaşıyordu. “Biraz gölgeye ihtiyacım var,” dedi Ann, demir sandalyelere dönerek. “Gel de konuşalım baba.” Babası peşinden geldi. Ann oturup çıplak ayaklarını çimlerde soğutmak için sandaletlerini çıkarırken tepesinde dikiliyordu. Başını kaldırıp babasına baktı. Kel kafasının eğrisi, kalabalık bir yerleşim yerinin üzerinde yükselen çıplak bir tepe gibi açık ve asil, güneşte parlıyordu. Çenesinin, uzun dudakları ve burun deliklerinin, etli burnunun, küçük, açık renk, kaygılı gözlerinin sıkış tıkış doldurduğu, kenar mahalle yüzü vardı babasının. Sadece büyük bir Kaliforniya tepesine benzeyen alnında biraz alan vardı. “Eee baba, nasılsın?” dedi. “İdare eder.

İdare eder,” dedi babası biraz yana dönerek. “Walnut Creek’teki dükkân iyi iş yapıyor. Yürüyüş ayakkabısı.” Kısa, sert çimlerin arasındaki hindibayı köklemek için yere eğildi. “Mağazada yürüyüş ayakkabıları koşu ayakkabılarından iki kat fazla satıyor. Sen de iş arıyormuşsun öyle mi? Krim’le konuştun mu?” “Evet, bir-iki hafta oldu.” Ann esnedi. Durgun sıcak ve yeni kazılmış toprağın kokusu uykusunu getiriyordu. Her şey uykusunu getiriyordu. Uyanmak bile. Tekrar esnedi. “Kusura bakma! Mayısta bir şeyler çıkabilirmiş, öyle dedi.” “Güzel, güzel. İyi iş,” dedi Stephen, bir-iki adım uzaklaşmış bahçeye bakıyordu. “İyi bağlantı.

” “Ama temmuzda bebek geldiği için işi bırakmam gerekecek, onun için de başlamaya değer mi emin olamıyorum.” “İnsanlarla tanışmış olursun, bir başlangıç yapmış olursun,” dedi Stephen kendisi de çok emin olamadan. Abelyaya doğru yaklaşıp yüksek, neşeli bir sesle “Aferin Toddie! İyi iş çıkardın! Aferin oğluma benim!” dedi. Siyah saçlar altında hatları belirsiz, beyaz bir yüz, gölgede bir an ona döndü. “Şuraya da bak. Nasıl da kazmış. Senden iyi çiftçi olur.” Stephen kendi durduğu gölgeyle Ann’in durduğu gölge arasındaki eriyik, beyaz havanın öte tarafından konuştu: “Toddie buraya başka çiçekler de ekecek. Kış soğanları filan.” Ann bardağın dibinde eriyen buzun suyunu içti ve beyaz tişörtünü hemen pas lekesi yapan alçak sandalyeden kalktı. Babasının yanma gidip kazılmış toprağa baktı. Koca oğlan elinde küreği, başı önde, hareketsiz duruyordu. “Şu köşeyi de dönmeye ne dersin?” dedi Stephen, yanma gidip işaret ederek. “Şurayakadarfilankazsan mesela.” Oğlan başını salladı ve yavaş ama kuvvetli kazmaya başladı.

Elleri beyaz ve büyük, kısacık tırnakları kara toprak doluydu. “Şu güle kadar filan kazsan mesela. Soğanları geniş geniş ekersin. Sence de daha güzel görünmez mi?” Toddie tekrar ona baktı. Ann onun şekilsiz ağzını, bıyıkları terlemiş üst dudağını gördü. “Ev-vet,” dedi Toddie ve tekrar işe koyuldu. “Gülün etrafını şöyle dönersin,” dedi Stephen. Ann’e baktı. Yüzü rahat ve tenhaydı. “Bu oğlan doğuştan çiftçi,” dedi. “Neyi ekse çıkıyor. Bana da öğretiyor. Öyle di mi Toddie? Bana da öğretiyorsun!” “Bilmem,” dedi alçak ses. Baş öne eğik duruyor, parmaklar toprağı karıştırıyordu. Stephen Ann’e güldü.

“Bana öğretiyor,” dedi. “Ne hoş,” dedi Ann. Ağzının iki tarafı kasılmıştı ve boğazı ağrıyordu. “Permanente’ye kontrole giderken sana da şöyle bir uğrayayım demiştim baba. Bardağı mutfağa bırakıp buradan, bahçe kapısından çıkayım. Seni görmek iyi oldu, baba.” “Daha yeni geldin.” “Yolumun üstü diye uğrayayım demiştim. Ella’ya selam söyle, onu göremediğime üzüldüm.” Sandaletlerini ayağına geçirdi; bardağı mutfak lavabosuna koyup içine biraz su akıttı, sonra güneşin altında tuğla patikada duran babasının yanma çıktı tekrar. Sandaletinin tokasını takmak için ayağını beton basamağa dayadı. “Bileklerim çok şişti,” dedi. “Dr. Schell tuzu yasakladı. Hiçbir şeye tuz koyamıyorum, yumurtaya bile.

” “Evet, hepimizin tuzu bırakması lazımmış,” dedi Stephen. “Doğru.” Bir an durduktan sonra ekledi, “Amabenimki hamilelikten tabii, tansiyonum yüksek, bir de ödem yapıyor. Tabii dikkat etmezsem.” Babasına baktı. Stephen bahçeye bakıyordu. “Bebeğin babası olmayabilir ama dedesi de olmayacak anlamına gelmiyor bu,” dedi. Güldü ve kızardı, kırmızı sıcağın maske gibi yüzünü kapladığını ve kafatasını karıncalandırdığını hissetti. “Tabii, tabii,” dedi babası, “herhalde, işte,” cümlesi bitti mi bitmedi mi anlamadı Ann. “Hepimiz bakacağız,” dedi. ‘Tabii. Sen de kendine iyi bak baba,” dedi. Yanma gidip yanağını öptü. Çöp bidonlarının yanından geçerek tuğla patikadan bahçe kapısına giderken, babasının terinin hafif tuzunu hissetti dudaklarında ve çiçeğe durmuş bir pelesenk ağacı altından kaldırıma çıkıp kapıyı arkasından kapadı. KIRILMAZ “Sırtım kaşınıyor.

” Ann tırmığı uzatıp, kıvrık uçlarını haf if hafif kardeşinin sırtına sürttü. “Orası değil. Şurası.” Kolunu vücuduna dolayıp tam yerini göstermeye çalıştı. Tırnaklarının içi toprak dolmuş kalın parmakları havada kımıldanıyordu. Ann öne eğilip bu sefer kardeşinin sırtını eliyle kaşıdı. “Şimdi oldu mu?” “Hı hı.” “Ben limonata içeceğim.” “Hı hı,” dedi Todd, çıplak dizlerine yapışan toprağı silkerek yanından kalkan ablasına. Ann dizlerine ulaşmak için belinden eğilmemiş, hafifçe çömelmişti. Sarı mutfak, arı kovanındaki petek gibi sıcak ve basıktı; sarı ışıkla dolu, tatlı bulmumu kokan, havasız bir hücre. Tam larvalara göre. Ann hazır limonatayı suyla karıştırdı, büyük plastik bardaklardaki buzun üzerine döktü ve elinde bardaklarla dışarı çıkıp tel kapıyı ayağıyla kapattı. “Al bakalım, Todd.” Kardeşi dizlerinin üzerinde doğruldu ve sağ elindeki küreği bırakmadan limonatayı sol eliyle aldı.

Limonatanın yarısını içti, sonra elinde bardakla eğilip yeniden kazmaya koyuldu. “Şuraya bıraksana, çalının yanma.” Bardağı dikkatle ot bürümüş toprağa bıraktıktan sonra kazmaya devam etti Todd. “Afferin sana!” dedi Ann limonatasından bir yudum alarak; ağzından fıskiye gibi salya fışkırıyordu. Başını gölgeye, bacaklarını güneşe vererek toprağa oturdu ve yavaş yavaş buzu emmeye başladı. “Sen kazmıyorsun,” dediTodd bir süre sonra. “Hayır.” Biraz durduktan sonra “Limonatanı iç. Buzlar eriyor,” dedi. Todd küreği bırakıp bardağı aldı. Limonatayı bitirdikten sonra boş bardağı eski yerine bıraktı. “Ann,” dedi, kazmayı bırakmış, çıplak, geniş, soluk sırtı ablasına dönük oturuyordu. “Todd.” “Babam noelde gelecek mi?” Ann nasıl cevap vereceğini düşündü bir müddet. Fazlasıyla uykuluydu.

“Hayır,” dedi. “Artık eve gelmeyecek. Biliyorsun.” “Belki noelde demiştim,” dedi kardeşi zor duyulur bir sesle. “Noelde yeni karısının, Marie’nin yanında olacak. Artık orada oturuyor, Riverside’da, yeni evinde.” “Belki gelir demiştim. Noelde.” “Hayır. Gelmez.” Todd sustu. Küreği eline aldı, tekrar bıraktı. Ann onun bu cevaptan tatmin olmadığının farkındaydı ama ne sorunu olduğunu anlamamıştı ve sorun istemiyordu. Sırtım kâfur ağacına dayadı ve bacaklarının üzerinde güneşi, altında tenine batan otları hissederek oturdu. İki göğsünün arasından bir damla ter aktı ve bebek evrenin sol tarafının derinliklerinde bir kere usulca kımıldandı.

“Belki rica etsek noelde gelir,” dedi Todd. “Canım,” dedi Ann, “öyle bir şey yapamayız. Onun Marie’yle evlenebilmesi için annemle ikisi boşandılar. Tamam mı? Noeli de onunla geçirecek. Marie’yle. Biz de kendi noelimizi her zamanki gibi burada kutlayacağız. Tamam mı?” Başını sallasın diye bekledi. Sonra başını salladığını görmediği halde devam etti. “Onu çok özlüyorsan mektup yazıp söyleyebiliriz, Todd.” “Onu görmeye gidebiliriz belki.” Ya, ne demezsin. Merhaba baba, moron oğlun ve bekâr hamile kızın piyangodan çıktı, merhaba Marie! Bu fikir komik gelmişti ama gülecek kadar değil. “Gidemeyiz,” dedi. “Baksana, şu güllerin önünü öbür uca kadar kazarsan annemin aldığı kanna soğanlarını ekebiliriz. Orada çok güzel görünürler.

Kocaman, kıpkırmızı çiçek açarlar.” Todd küreği aldı ama tekrar aynı yere bıraktı. “Noelden sonra gelmesi lazım,” dedi. “Neden ki? Neden lazım?” “Bebek için,” dedi kardeşi, çok alçak bulanık bir sesle. “Ha,” dedi Ann. “İşe bak. Bak şimdi Toddie. İyi dinle. Ben bebeği doğuracağım değil mi?” “Noelden sonra.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir