«Sevgili Trisha Teyze, ‘Tatlı On Altı’ partime geleceğin için çok seviniyorum. Annem gel meye çalışacağını söylemişti. Ama doğrus u provaları bırakabileceğini hiç sanmıyordum. Özellikle yeni bir Broadwa y müzikalinin provalarını! Annem her zaman seni kıskanmadığını söyler ama bunun doğr u olmadığını biliyorum. Çünkü çoğ u kez senin oyun programlarına özlem¬ le bakıp iç geçirdiğini görüyorum . Babam da annemin kıskançlık duydu¬ ğunu biliyor ve o yüzden anneme acıyor. Aslında otelde arasıra şarkı söylese de bu yeterli değil. Özellikle annem kadar yetenekli biri için. Küçük bir konserden sonra biri ona, «Şahaneydiniz! Broadvvay’de sah¬ neye çıkmalısınız,» dediğinde daha da üzülüyor sanırım. Gitgide başarı kazanan harika bir otelimiz var. Annemeyse bir iş kadını olarak büyük saygı duyuyorlar. Ama bence otel annem için bir prangadan farksız. Annemle babama bir otel yöneticisi olmak istemedi¬ ğimi şimdiden söyledim bile. Onların yerini kardeşim Jefferson pekâlâ alabilir. Ben piyanist olmak, sen ve annem gibi Ne w York’taki, Bernhardt Okuluna gitmek istiyorum. Ç ok mutlu olmam gerektiğini biliyorum. Annemle babam Tatlı On Altı partimin otelde şimdiye kadar kutlananların en güzeli olması için gereken her şeyi yapıyorlar. Partiye herkes, hatta Longcham p Dede ve Gavin bile gelecek. Gavin’i görmek için öyle sabırsızlanıyorum ki. Birbi¬ rimizi görmeyeli aylar oldu. Tabii birbirimize hemen her hafta mektup yazıyoruz, o da başka. Annemin, Fern Halanın üniversiteden ayrılıp gelmesini istemediğin- den eminim ama bunu babama söylemiyor. Fern Hala eve son gelişinde notları yüzünden annemle çok kötü kavga ettiler. Bir de dekanın gönderdiği Fern’in davranışlarıyla ilgili rapor da var. Bronson, Laura Nineyi de getirecek. Ama onun nerede olduğunu, kimin partisine geldiğini bile bilemeyeceğinden eminim. Beni gördüğün¬ de ya, ‘Clara,’ ya da ‘Dawn,’ diye çağırıyor. Annem, ‘En iyisi gülümse ve seni kim sanıyorsa oymuş gibi davran,’ diyor. Birkaç gün sonra on altı yaşında olacak ve yığınla güzel armağan¬ lar alacağım. Birçok açıdan gerçekten şanslı bir kızım. Sınıf arkadaşla¬ rım bana takıldıklarında, ‘Prenses,’ diye çağırıyorlar. Bunun nedeniyse tepedeki güzel evde oturmam ve Doğu Kıyısındaki en lüks otellerden birinin ailemin olması. Annem güzel ve yetenekli bir kadın. Babamsa bana karşı her zaman iyi davranıyor. O esrarlı gerçek babam asla bu kadar iyi davranamazdı sanırım. Jefferson ise çok yaramaz, ama yine de dokuz yaşındaki bir erkek kardeş için çok sevimli. Böyle söylediğimi ona sakın belli etme. Ne var ki, bazan kalbime sinsice süzülen o kederli duyguların etki¬ sinden kurtulamıyorum. Sanki, gökyüzü masmavi olsa da tepemde yine de kapkara bir bulut varmış gibi .geliyor bana. Keşke senin gibi olup her şeyin keyifli yanını görebilseydim. Annem kanında hava kabar¬ cıkları olduğunu söylüyor. Belki de gülünç davranıyorum. Babam lanetlere inanmanın gülünç bir şey olduğunu söylese de ben yine de bizim ailenin lanetlenmiş olup olmadığını düşünüyorum. Cutler Dedenin, Laura Nineye yaptığı o kor¬ kunç şeyi düşün. Cutler Ninenin, annem yeni doğduğ u sırada ona yap¬ tıklarını da. Tevekkeli Clara Sue Teyze öyle çılgınca davranmadı ve o genç yaşta ölüp gitmedi! Laura Nineye bütün bunlar yüzünden karma¬ karışık bir dünyada yaşadığı için acıyorum. Herkes bütün büyük ailelerin felaketlerle karşılaştıklarını söyleyebi¬ lir”. Tabii bizim ailenin özel bir ceza için seçildiğini düşünmek için bir neden olmadığını da. Ancak beni korkunç bir şeyin beklediği duygusun¬ dan kurtulamıyorum. Sadece üzerime düşmek için bekleyen kara bir gölge bu sanki. Hiçbir müzik, ışıklar, kahkahalar ve gülüşler onu kov- mak için yeterli olmuyor. Orada, bir kâbustan doğa n çirkin ve kambur bir canavar gibi beni bekliyor ve gözetliyor. Yakında on altıma girecek olsamda hâlâ uyurken odamda küçük bir lamba yanıyor. Gülünç olduğumu biliyorum ama elimde değil. Sade¬ ce Gavin hiçbir zaman bana gülmüyor ve tam anlamıyla ne demek iste¬ diğimi kavrıyor. Bunu onun koyu renkli gözlerinden okuyorum. Tabii sen de bana gülmüyorsun. Gerçi her zaman yeteri kadar gül¬ mediğim için beni azarlayıp dursanda önemli değil. Sana her zaman gülmeye çalışacağıma söz veriyorum. Seni ve her¬ kesi görmek için sabırsızlanıyorum. Bu benim yaşamımın en nefis hafta sonu olacak! Görüyorsun ya, ruh halim çok çabuk değişiyor. Tevekkeli babam benden, «Pinpon Topu, » diye söz etmiyor. Trisha Teyze, yeni oyununun programı varsa lütfen getir. Seninle her zaman gururlanıyorum. İleride bir gün senin de benimle aynı dere¬ cede gururlanacağını umuyor, bunun için dua ediyorum. Sevgiler, Christie.» Tatlı On Altı Sabah erken uyandığımda gece okyanustan gelen yoğun bulutlar hâlâ dağılmamıştı. Bugün geç saatlere kadar uyuyamayacağımı biliyor¬ dum . Bu yaşantımın en özel günüydü . Kuştüyü dolu pembeli beyazlı yorganımı üzerimden atarak, pembe benekli tentesi olan karyolamdan adeta fırladım. Pencereye koşup evimizle otel arasındaki açıklığa bakın¬ ca bahçıvanlardan çoğunu n oraya dağılmış olduklarını gördüm . Çitleri düzeltiyor, çimleri kırpıyor, bahçe yollarını temizliyorlardı. Ortaklıkta sabahın bu erken saatinde yürüyüşe çıkmış olan birkaç müşteri vardı. Yıllardan beri Cutler Koyuna gelen müşterilerimizin çoğ u yaşlıydı. Sağ taraftaki okyanusun yüzeyi bozuk paralardan oluşmuş gibi gümüşümsüydü. Martılar kahvaltı bulmak için aç aç kumsallara doğr u dalışlar yapmaktaydılar. Uzaklarda bir transatlantik gri fon yüzünden pek kolaylıkla gözükmüyordu . Güneş ışınlarının aydınlattığı bir sabaha uyanmayı öyle istemiştim ki! Deniz şimdiye kadar görülmedik biçimde ışıldamalı, güneş ışınları güller, zerrenler ve lalelerin petallerinin arasın¬ dan süzülmeli, ağaçların yapraklarını zengin bir bahar yeşiline boyamalıydı. Ç ok küçükken otel, bahçeler ve kumsalların, benim özel Harikalar Diyan’m olduğunu, onun içine Alice gibi düşüverdiğimi hayal ederdim. Her şeye gülünç adlar takar ve tanıdığım kimselerin insan gibi giyinmiş hayvanlar olduklarını düşünürdüm. Aşçıbaşı Nussbaum yaşlı bir aslan¬ dı, yeğeni ve yardımcısı Leon uzun boyunlu bir zürafa. Etrafta koşuşan garsonlar birer tavşan, gece gündüz otelde dolaşarak iri gözleriyle beceriksizlikleri ve hataları görmeye çalışan Bay Dorfman da ukala ve gösterişli bir baykuştu. Cutler Ninenin lobide asılı olan portresine bakar ve onun kötü bir cadı olduğunu düşünürdüm. Philip Dayıyla Bet Yenge¬ nin birbirine gerçekten çok benzeyen ikiz çocukları Richard’la Melanie bile Cutler Ninenin resminden korkarlardı. Ardından da, «Cutler Nine seni yakalayacak,» diyerek ya birbirlerini ya da Jefferson’la beni korkut¬ maya çalışırlardı. Annem bana bütün o korkunç ayrıntıları açıklamamıştı ama Cutler Koyuna geri getirildiği zaman ona çok zalimce davrandıklarını biliyor¬ dum. Bana birinin, kalbi sevgi dolu, güzel annemi aşağı görmes i imkân¬ sız gibi geliyor. Küçükken bazan Cutler Ninenin portresine bakar, onun ince ve sert yüzünde zalimliğiyle ilgili ipuçları arardım. O, portrenin önünden geçerken soğuk bakışlı gri gözleriyle beni izlerdi. Büyükanne¬ min başrolü oynadığı kaç kâbus gördüm ben. Kocasının yani Cutler Dedenin resmi farklıydı. Sinsice gülümsüyor – d u . O yüzden çabucak başımı çevirir, düğmelerimin hepsinin ilikli olup olmadıklarını kontrol ederdim. Onun Laura Sue Nineye kötü bir şey yap¬ tığını ve bunun sonucunda annemin dünyaya geldiğini yarım yamalak biliyordum. Tabii neler olduğu bana henüz açıklanmamıştı. Tüm bunlar esrarlı bir geçmişin ve Cutler’ların karanlık ve mutsuz tarihçelerinin bir parçasıydı. Mirasımın çok önemli bir bölümü otelin tavanarasında bir yerde, kilit altında tutulduğunu düşünüyordum : demir kutulara yerleştirilmiş eski belgeler. Tozlu karton kutulara konmuş mühürlü fotoğraf albümleri… Otelde çalışan ve Cutler Dedeyle Nineyi hatırlayan kimselerin sayı¬ sı gitgide azalıyordu. Onları hatırlayanlarsa sorularımı cevaplamak iste¬ miyor ve her zaman, «Bunu annene sormalısın, Christie,» diyorlardı. «Bu bir aile meselesi.» Sanki «Aile meselesi» sözcükleri «Çok Gizli» keli¬ melerinin bir şifresiydi. Kâhya Bayan Boston’a soru sorduğum zaman hep aynı cevabı veriyordu. «Bunları bilmemen daha iyi…» Neden daha iyiydi? Ne kadar kötü olabilirdi? Gerçeği öğrenmek için kaç yaşına kadar bekleyecektim? Babam, «Bütün bunlardan ayrıntı¬ larıyla söz etmek annene acı verir,» diyordu . «O zaman o kötü anıları canlanır, annen de ağlar.» Sonra duruyor ve soruyordu. «Annenin ağlamasını istemezsin değil mi?» Ben de o zaman, «İstemem,» dermiş gibi başımı sallıyor ve bu konuyu unutmaya çalışıyordum. Ancak hâlâ gölgelerin arasında bekleyen bir geçmişi unutmak mümkün değildi. Satırların arasına gizlenen, gülümsemeyi birdenbire keder ya da korkuya dönüştüren bir geçmişi. Bana eski portrelerden ya da mezarlıktaki Randolp ve Olara Sue Teyzenin taşlarından seslenen geçmişi. Bazan sırf bu yüzden kendimi yarım bir insanmışım gibi hisse¬ diyordum. Sanki diğer yarımla ileride bir gün karşılaşacaktım. O kara gölgelerin arasından çıkacak ve kendini gerçek Christie Longcham p diye tanıtacaktı. Böyle hissetmeme, en çok gerçek babam konusunda fazla bir şey bilmemem neden oluyordu. Adının Michael Sutton olduğunu biliyor¬ dum . Okul kütüphanesindeki ansiklopedilere bakmış ve bir zamanlar ç ok beğenilen bir opera yıldızı olduğunu öğrenmiştim. Londra ve Broadvvay’de sahneye çıktığını da. Sonra yıldızı birdenbire sönmüş ve orta¬ dan kaybolmuştu. Annem onun hakkında konuşmak istemez ve beni dünyaya getirmiş olan sevgilerinden söz etmezdi. Babamı neden hiçbir zaman göremediğimden de. Ona her soruşumda, «İleride bir gün sana her şeyi anlatacağım, Christie,» diyordu. «Durumu anlayacak kadar büyüdüğün zaman… » A h, bana böyle şeylerin söylenmesinden öyle nefret ediyordum ki! Olgun insanların neden âşık olup sonra bundan vazgeçtiklerini, niçin birbirlerinden nefret ederek yaralar açtıklarını anlayacak yaşa ne zaman gelecektim? Laura Sue Nine gibi bir zamanlar genç ve güzel olan bir kadının neden içinin kupkuru kesildiğini, çarpılıp sakatlaştığını anlaya¬ cak yaşa? Ama daha başlangıçta sorunun benim yaşım olmadığını anla¬ mıştım. Sadece annem geçmiş kendisine çok acı verdiği için ondan söz etmek istemiyordu. Onu anlıyordum. Ancak kendime de acımaya başlamıştım. Her şeyi bilmek hakkımdı benim… Kim olduğumu bilmek. Penceremden bakarken birdenbire ürperdim ve pijamamın ceketi¬ nin üst düğmesini ilikledim. Çünkü bu haziran sabahı düşüncelerim kadar kurşuni ve soğuktu. Odamın dışındaki telefon tellerinin üzerinde kurumla dolaşan serçeler bile bugün sanki garip bir biçimde sessizleşmişlerdi. Sanki bunun on altıncı doğumgünü m olduğunu biliyor ve karanlık gökyüzüne nasıl bir tepki göstereceğimi öğrenmek istiyorlardı. Sinrli sinirli kanat çırpıp uçuşmadan tellerin üstünden bana dik dik bakı¬ yorlardı. Onlara kaşlarımı çatarak kollarımı göğüslerimin altında kavuştur¬ dum . Omuzlarımı kamburlaştırdım. Annem bundan çok nefret ederdi. Duygularımı kontrol etmek elimde değildi. Babam bana, «Rüzgâr gülü,» diye takılır, «Yüzüne bakar bakmaz o günün iyi geçip geçmeyeceğini anlıyorum…» derdi. Haklıydı. Tıpkı bir pencere camına benziyordum. İçimi görmek ve orada yazılı olanları okumak çok kolaydı. Hava her zaman ruhsal duru¬ mumu kolayca etkilediğinden yağmur yağınca pencereden dışarıya bakmıyordum bile. Dışarıda havanın güzel olduğunu hayal ediyor ve dama çarpan yağmur damlalarının tıkırtısını duymazlıktan geliyordum. Ama güneş dantel perdelerimden içeri süzülerek yüzümü öptüğü zaman, hemen gözlerimi açıyor ve uyku sanki bir hapishane, gündüz ışığı da ağır demir kapıları açan bir anahtarmış gibi yataktan fırlıyor¬ dum. Piyano öğretmenim Bay VVittleman da hakkımda aynı şeyleri söy¬ ler. Karanlık, bulutlu günlerde çalmam için Brahms ya da Beethoven gibi bestecilerin ağır parçalarını, güneşli günlerdeyse Tchaikovsky ya da Liszt’in hafif, tatlı parçalarını seçiyordu. Yağmur yağdığında parmak¬ larımın beş kilo daha ağırlaştığını da söyler. Kalın siyah kaşlarını çatarak, «Sen bir çiçek olmalıymışsın,» diyor¬ d u . Kaşları tırtıllar gibi kapkalındı. «Çünkü ya keyifleniyor ya da surat asıyorsun.» Gülümsememesine rağmen bana takıldığını biliyordum. Ciddi ama hoşgörülüydü. Cutler Koyunda bazı gençlere ders veriyor, ufak tefek işaretlerle bana en yetenekli öğrencisi olduğumu belirtiyordu. Bana bir gün, «Annene söyleyeceğim, » dedi. «Seni New York’taki Juillard Okulu¬ nun sınavlarına soksun. Kesinlikle.» Kardeşim Jefferson’un odasından çıkarak koridorda benim kapıma doğru geldiğini duydum ve döndüm . Kapı tokmağının ağır ağır dönme¬ sini ilgiyle bekledim. Ben uyurken usulca odaya girmekten, sonra da haykırarak karyolama sıçramaktan hoşlandığını biliyordum. Bu yüzden onu kaç kez azarlamıştım ama yine de aynı şeyi yapıyordu. Anneme de ‘Dennis the Menace’ tipini yaratan karikatüristin daha önce Jefferson’u tanımış olduğunu söylüyordum. Eh, bu sabah artık kalktığıma göre, kardeşime bir sürpriz yapabilir¬ dim. Tokmağın döndüğün ü ve kapının yavaşça açıldığını gördüm . Jef – ferson artık ayaklarının ucuna basa basa içeri girebilecekti. Ama o daha içeri ayağını uzatırken tokmağı yakaladığım gibi kapıyı ardına kadar açtım. «Jefferson!» diye bağırınca, kardeşim de haykırdı. Sonra gülmeye başladı. Yatağıma atlayarak yorganıma sarıldığında arkasında hâlâ pija¬ ması vardı. Kaba etine bir tokat indirdim. «Sana böyle yapmaktan vaz¬ geçmeni söyledim. Kapıya vurmasını öğrenmelisin.» Kradeşim yorganın altından başını uzatmıştı. Jefferson benden çok farklıydı. Hiç sıkılmaz, hava yüzünden üzülmezdi. Tabii yapmayı planla¬ dığı bir şeye engel olursa o başka. Yine de uygun olan her günde dışarda oynayabilirdi. Kendine özgü hayal dünyasına daldığı zaman hiçbir şeyin önemi kalmıyordu onun için. Bayan Boston ona sesini ancak dört beş kez seslendikten sonra duyurabiliyordu. Jefferson oyunu yarıda kesildiği zaman o zafir rengi gözlerini kısıyor ve kaşlarını öfkeyle çatıyor¬ d u . Huyu, gözleri ve genel görünüşü babama, ağzıyla burnu da anne¬ me benziyordu. Yılın uzun bir bölümünde saçları koyu kestane rengiy¬ d i. Ama yazın, belki uyanık olduğu bütün saatleri güneşte geçirdiği için, saçlarının rengi açılıyor, sonunda adeta badem tonuna dönüşüyordu . Jefferson yakınmama aldırmayarak, «Bugün doğumgünün, » diye açıkladı. «Kaba etine on altı defa vurmam gerekiyor. Şans için de bir kez daha.» «Olmaz öyle şey ! Bunu sana kim söyledi?» «Raymond Sanders.» «Ona söyle, kendine on altı defa vursun. Hemen yatağımdan çık ve kendi odana dön . Giyinmek istiyorum.» Kardeşim bu emrim üzerine yatakta doğrulup otururken battaniyeyi dizlerinin üzerine çekti. O koyu renk, merak dolu gözleriyle bana bakıyordu. «Sana ne tür armağanlar verecekler dersin? Eminim yüzlerce yüz¬ lerce hediye gelecektir.» Bir an durduktan sonra ellerini açarak ileri doğ¬ ru uzattı. «Partine pek çok kimse geliyor.» «Jefferson, armağanları düşünmek terbiyeli bir davranış değildir. O insanların gelmeleri yeteri kadar hoş bir şey. Kimisi çok uzaklardan gelecek üstelik. Haydi, babamı çağırmadan çık git.» Kapıyı işaret ettim. Kardeşim endişeyle, «Sana çok oyuncak gelecek mi?» diye sordu . Bakışları beklenti doluydu . «Hiç sanmıyorum. Ben on altı yaşındayım, Jefferson, altı değil.» Kardeşim sırıttı. Ona doğumgünlerinde armağan olarak oyuncak yerine giysiler verilmesinden hiç hoşlanmazdı. Kutuları yırtarak açar, kutudaki giysiyse bir an bakar, sonra da umutla yeni bir kutuya uzanır¬ dı. Jefferson, «Neden on altı yaş bu kadar önemli?» diye sordu . Saçlarımı arkaya ittim. Buklelerim omuzlarıma düşmüştü. Sonra yatağın ayakucuna iliştim. «Bir kız on altı yaşına bastığı zaman herkesin ona eskisinden farklı davranması gerekir,» diye açıkladım.
V. C. Andrews – Çatıdaki Fısıltılar
PDF Kitap İndir |