V. C. Andrews – Çatıdaki Nefes

Küme küme bulutların arasından aşağıya inişe geçtiğimiz sırada New York birden altımızda belirdi. New York! Dünyanın en heyecan verici kenti; yalnızca hakkında yazılanları okuduğum, söylenenleri duy¬ duğum ve dergilerde resimlerini gördüğüm kent. Pencereden bakarken soluğumu tutuyordum. Gökdelenler hiç bitmemecesine uzayıp gidiyor, düşleyebileceğim her şeyi gerilerde bırakıyordu. Hostes bize kemerlerimizi bağlamamızı ve koltuklarımızın arkasını doğrultmamızı söylemişti. Sigaraların söndürülmesi için yolcuları uya¬ ran ışıklı sinyal yandığında kalbim o kadar gürültülü atmaya başladı ki, yanımdaki tatlı yüzlü yaşlı hanımın duyacağını sandım. Zaten o da bana, kalbimin atışlarını duymuş gibi gülümsedi. Arkama yaslanıp gözlerimi kapadım. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki… kaçırılışımla ilgili gerçeği keşfedişim ve yalanları Cutler Nine’nin yüzüne çarpışım, bu yüzleşme sonucunda Cutler Nine’den, babam olduğunu sanma yanılgısına düştü¬ ğüm Ormond Longchamp’ın en kısa zamanda şartlı olarak serbest bıra¬ kılmasını sağlayacağına dair söz alışım. Bunun karşılığında, New York’ taki Bernhardt Konservatuarı’na gitmeye razı olmuştum. Gidişimle ilgili bütün hazırlıkları, Cutler kanından olmadığını iddia ettiği bir torundan kurtulmak için Cutler Nine yapmıştı. Annem gerçek babam olan gezgin bir şarkıcıyla geçici bir aşk yaşadığını itiraf etmiş, sonra âdeti üzerine bir sinir krizi geçirerek her türlü sorumluluktan sıyrılmayı becermişti. Cutler Nine bana her istediğini yaptırabiliyordu. Yalnız bana mı, Cutler Koyu’ndaki herkese, hatta oğlu olan annemin kocası Randolph’a bile. — • 7 — Sözümona gerçek aileme iade edilişimden sonra oteldeki hayatım ne kadar tüyler ürpertici olmuştu.


Philip’in bana tecavüz edişini ve zavallı Jimmy’nin, yanına verildiği o feci yabancı ailenin yanından kaç¬ tıktan sonra polis tarafından sürüklenip götürülüşüne neden olan Clara Su.e’nun kinini nasıl unutabilirdim? Şimdi ise ben iki dünya arasında sıkı¬ şıp kalmıştım… yardım isteyebileceğim ya da güvenebileceğim hiç kim¬ senin bulunmadığı oteldeki çirkin dünyayla, tanıdığım hiç kimsenin bulunmadığı New York’un ürkütücü görünümü arasında… Daima düşlemiş olduğum şeyi yapacağım, şarkıcı olmak için eği¬ tim göreceğim halde, bu kadar büyük bir kente adımımı atmak beni müthiş korkutuyordu. Bu durumda, soluk almakta güçlük çekmeme ve kalbimin atışlarının göğüs kafesimi zorlayışına şaşmamak gerek. Yanımda oturan yaşlı hanım, «Havaalanında birileri seni karşılama¬ ya gelecek mi, yavrum?» diye sordu. Bana kendini Miriam Levy adıyla tanıtmıştı. «Bir taksi şoförü karşılayacak,» dedim ve bana verilen, çantama yerleştirdiğim talimatları elyordamıyla aradım. Uçuş sırasında belki yir¬ mi kere okumuştum o talimatları, ama olacakları aklıma yerleştirmek için onlara bir kez daha bakma gereksinimi duyuyordum. «O şoför bagajların geleceği yürüyen şeridin yanında durup, üstünde adımın yazılı olduğu bir pankartı havada tutacak.» Yaşlı kadın, «Evet, pek çok yolcu böyle karşılanır,» dedi elimi okşa¬ yarak. Ona, Bernhardt’ta öğrenim gören başka öğrencilerle birlikte kala¬ cağımı söylemiştim. Yaşlı kadın bana, apartmanın kentin doğu kesimi¬ nin çok iyi bir semtinde olduğunu söyledi. «Doğu kesimi»yle neyi kastet¬ tiğini sorduğumda, bana, New York’ta sokaklarla caddelerin doğu ve batı olarak bölündüğünü, benim de örneğin Otuz Üçüncü Sokak 15 no.nun Doğu mu, yoksa Batı Otuz Üç mü olduğunu bilmem gerekece¬ ğini anlattı. Bütün bunlar bana korkunç derecede karmaşık görünmüş¬ tü. Yolumu kaybedip uzun ve geniş caddelerde benimle ilgilenmeden yanından akıp giden binlerce insanın arasında sonsuza dek dolaştığımı görür gibiydim.

Yaşlı kadın şapkasına çekidüzen verirken, «New York’tan korkma¬ malısın,» dedi. «Gerçi çok büyüktür, ama insanları bir kere onları tanı¬ dıktan sonra sana dostça davranırlar. Özellikle benim VVueons’deki çev- remde. Senin gibi şirin bir kızın kısa zamanda pek çok arkadaş edineceğinden eminim. Ayrıca New York’ta göreceğin ve yapacağın bunca olağanüstü şeyi düşün.» New York kentiyle ilgili broşürümü omuzdan askılı çantama koya¬ rak, «Biliyorum,» diye mırıldandım. Yaşlı kadın, «Ünlü bir okula gitmek için New York’a gelebildiğin için çok şanslısın,» dedi. «Annem beni Avrupa’dan buraya getirdiğinde yaşım seninkinden büyük değildi.» Güldü. «Sokakların altınla kaplı oldu¬ ğuna gerçekten inanmıştık. Ama hepsi masaldan ibaretti.» Yaşlı kadın yine elimi okşadı. «Sokaklar senin için belki de altınla kaplanacak. Dilerim, öyle olsun.» Böyle derken, kadının gözlerinde sevecen bir parıltı vardı.

Artık masallara, özellikle de benim için gerçek olacak masallara inanmadığım halde, «Teşekkür ederim,» diye karşılık verdim. Uçağın tekerlekleri açıldığı ve iniş pistine yaklaştığımız sırada yine soluğumu tuttum. Hafif bir toslama oldu, arkasından da uçağımız pistte metreleri yutmaya başladı. Yere inmiştik. Gerçekten de gelmiştim. New York’taydım. Yeni Bir Macera , Yeni Bir Arkada ş Dizi halinde uçağı terkettik. Havaalanı terminaline girdiğimizde, Bayan Levy oğluyla gelinini görüp onlara elini sallamaya başladı. Gen ç çift yaklaşarak annelerini kucakladılar ve onu öptüler. Ben biraz geride durup onları seyrediyordum. Benim de gelişimi endişeyle bekleyen bir ailemin olmasını ne kadar isterdim. Uzun bir yolculuktan döndüğünüz¬ de sevdiğiniz kişileri, sizi kucaklamak ve ne kadar özlediklerini söyle¬ mek için bekler bulmak ne harika bir duyguydu kim bilir. ! Günün birin¬ de ben de bunu yaşayabilecek miydim acaba? Bayan Levy ailesine kavuştuktan sonra beni unuttu. Hepimiz aynı yöne, bagajlarımızı getirecek yürüyen şeritlere doğru yürüdüğümüzdenben de yolcu kalabalığını izledim. Hayatında ilk kez sirke giden küçük — 9 — bir kız gibiydim.

Durup durup her şeye, herkese bakmaktan kendimi alamıyordum. Duvarlarda New York’taki müzikallerin reklamını yapan büyük renkli afişler gözü alıyordu. Ancak düşlerimde gördüğüm o müzi¬ kaller şimdi etrafımda seyredilmeyi bekliyordu. O müzikaller ve yıldızlar nasıl olur da şimdi benden sadece birkaç dakikalık uzaklıktaydı? Günü n birinde o güzel posterlerin birinde yer almayı düşlemem çılgınlık mıydı? Elizabeth Arden’in bir parfümünü tanıtan dev posteri seyrederek koridorda yürümeyi sürdürdüm. Bütün posterlerdeki kadınlar şık giysile¬ ri ve takılarıyla, pırıl pırıl güzel yüzleriyle sinema yıldızlarına benziyorlardı. Birden hoparlörde uçakların gelişini ve gidişini ilan eden bir ses duyarak hızla döndüm. Bir aile yabancı bir dil konuşarak yanımdan geçti. Baba bir şeyden yakınıyor, anne de küçükleri ellerinden yakalamış, elinden geldiğince hızlı sürüklüyordu. İki denizci yanımdan geçerken ıslık çaldılar, sonra ne kadar şaşırdığımı görünce kahkahayı bastılar. Koridorun daha uza¬ ğında bir köşede durmuş sigara içen üç genç kız gördüm. Hiçbiri yaş¬ ça benden büyük değildi. Üstelik de binanın içinde bulunmamıza rağ¬ men, hepsinin gözünde güneş gözlüğü vardı. Şaşkınlığımı farkedince bana ters ters baktılar, ben de dikkatimi başka yere çevirdim. Şimdiye dek aynı yerde hiç bu kadar çok insan görmemiştim. Hem de böylesine çok zengin insan! Erkeklerin arkasında koyu renk nefis kostümler, ayaklarında ayna gibi parlayan siyah ya da kahverengi ayakkabılar vardı.

Yüksek ökçelerini tıkırdatarak, şık ipekli elbiseleri ve mantolarıyla koridordan geçen kadınların kulaklarıyla gerdanlarında pır¬ lantalar ışıldıyordu. Bir süre sonra yanlış yöne gitmiş olmaktan korkmaya başladım. Durup heyecanla etrafıma bakınca, uçaktaki öbür yolculardan hiçbirini yakınımda göremedim. Yolumu kaybeder, beni almaya gelen şoför de daha fazla beklemeyip giderse ne yapardım? Kime telefon edebilir, nereye giderdim? Bir ara Bayan Levy’nin koridorda hızla uzaklaştığını görür gibi oldum. Sevinçten kalbim çarpmaya başladı, ama sonra kadının benzer şekilde giyinmiş başka bir yaşlı hanım olduğunu farkedince fena bozul¬ dum. Biraz daha ilerleyince bir gazete satış kulübesinin yanında duran uzun boylu bir polis gördüm. «Özür dilerim,» diyerek yanına sokuldum. Polis gazetesinin üstün¬ den alnını kırıştırarak bana baktı. «Size nasıl yardım edebilirim, küçük bayan?» «Galiba biraz yolumu kaybettim. Uçaktan yeni indim. Bagajlarımı almaya gidiyordum, ama posterlere dalınca başka bir yerlere saptım sanıyorum.» Polisin mavi gözlerinde ilgi belirdi. Gazetesini katlayarak, «Yalnız başına mısın?» diye sordu. «Evet, efendim.» Polis büsbütün dikkat kesildi.

«Kaç yaşındasın?» «Hemen hemen on altı buçuk yaşındayım.» «Öyleyse işaretlere dikkat edersen kendi başına yolunu bulabile¬ cek yaştasın demektir. Merak etme, bu kez tamamen kaybolmuş sayıl¬ mazsın.» Polis elini omzuna dayayarak beni geldiğim yöne çevirdi ve bavulların geleceği şeritlere nasıl ulaşacağımı gösterdi. Sözünü bitirdikten sonra sağ elinin işaret parmağını burnumun dibinde salladı. «Yine posterlere dalıp gitme. Tamam mı?» «Yapmam,» deyip aceleyle oradan uzaklaşırken, kısık gülüşü beni izliyordu. Bagajların çıktığı yere vardığımda, yolcuların bavullarını almak için itiştiklerini gördüm. Gen ç bir askerle yaşlıca bir beyin arasında nasılsa bir aralık buldum. Derken asker beni görünce yer açmak için kenara çekildi. Koyu kahverengi gözleri ve dostça bir gülümseyişi vardı, Omuz¬ ları üniformasının ceketinin altında o kadar geniş ve güçlü görünüyordu ki… Sağ göğüs cebinin üstündeki nişanlardan gözümü alamıyordum. Asker bunlardan birini gururla işaret ederek, «Bu da nişancılığımın ödülü,» diye belirtti. Yüzümü ateş bastı. Uçakta Bayan Levy beni New York’ta insanlara uzun uzun bakmamam için uyardığı halde, şimdi aynen bunu yapıyor¬ dum. Gen ç asker, «Sen nereden geliyorsun?» diye sordu.

Öbür göğüs cebinin üstünde soyadı yazılıydı: VVİlson. «Virginia’dan geldim,» dedim. «Cutler Koyu denilen bir yerden.» «Ben de Brooklyn’denim.» Gülerek ekledi. «New York’un Brooklyn’i tabii. Elli birinci eyalet. Orasını nasıl özlüyorum bilsen.» «Brooklyn bir eyalet mi yani?» diye şaşkınlığımı belli etmem üzeri¬ ne genç asker güldü. «Senin adın ne?» «Dawn.» , «Dawn, ben de Er Johnny VVilson’um. Ama saçlarımın kesimi yüzünden arkadaşlarım bana Butch derler.» Böyle derken fırça gibi kesilmiş saçlarının üstünde sağ avucunu gezdirdi. «Daha orduya katıl¬ madan önce bile saçlarımı böyle kestirirdim.» Ona gülümserken şeridin üstünden bavullarımdan birinin geçtiğini gördüm.

«Ah, bavulum,» diyerek ona doğru uzandımsa da yakalayama¬ dım. Er VVilson, «Sen dur,» deyip solumda bekleyenlerin arasına sokula¬ rak bavulumu yakaladı. Bavulumu getirmesi üzerine, «Teşekkür ederim,» dedim. «Ama bir bavulum daha var. Onun için, geçen bagajlardan gözümü ayırmamalıyım.» Er VVilson birden eğildi ve sırt çantasını iki sandığın arasından kap¬ tı. Derken ben de ikinci bavulumu gördüm. VVilson onu da -benim için aldı. «Teşekkür ederim,» dedim. , «Sen nereye gidiyorsun, Dawn? Brooklyn’deki bir yere olmasın sakın?» Bu soruyu umutla sormuştu. «Oh hayır, ben Nevy York kentine gidiyorum,» dedim. Askeri yine güldürmüştüm. «Brooklyn de New York kentinin bir par¬ çasıdır. Gideceğin adresi bilmiyor musun?» «Hayır. Ama beni almaya gelecekler,» dedim.

«Bir taksi şoförü gele¬ cekti.» «Anlıyorum.» Genç adam bavullarımdan birini benim için terminal binasının kapısına kadar taşımayı önerdi. Benim bir şey demem e fırsat vermeden bavulu kaldırdığı gibi yürümeye başlamıştı bile. Kapıda bir başka kalabalıkla karşılaştık. İçlerinden birçoğu, Bayan Levy’nin bana söylediği gibi, üstünde adlar yazılı pankartları havada tutuyorlardı. Ne kadar arandımsa bunların içinde kendi adımı göremedim. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Hangi uçakla geleceğim iyi anlaşılmadığı için, kim¬ se beni karşılamazsa ne yapardım? Benden başka herkes nereye gide- ceğini biliyor görünüyordu. Bu kadar kalabalığın içinde ilk kez New York’a gelen sadec e ben miydim acaba ? Er VVüson birden, «İşte,» diyerek parmağıyla bir yeri işaret etti. O yöne bakınca traşsız, yorgun ve canı sıkılmış gözüken uzun boylu, esmer bir adamın, üstünde DAWN CUTLER yazılı pankartla biraz ilerim¬ de durduğunu gördüm. Er VVilson, «Dawn adı pek yaygın olmadığına göre, bu ancak sen olabilirsin,» dedi ve beni öne sürerek adama , «Aradığınız hanım işte burada,» diye bildirdi. Taksi şoförü, «Güzel,» dedi. «Taksim binanın önünde , ama havaala¬ nı polisi de ensemde . Ceza yemeden bir an önce gidelim.

» Suratıma bile bakmadan bunları söylemişti. Bavullarımın ikisini de kaptığı gibi ile¬ ri atıldı. Genç askere, «Size teşekkür ederim,» dedim. O da bana gülümsedi. Ben taksi şoförünün arkasından koşarken, «Dilerim, New York’ta güzel günler geçirirsin,» diye seslendi. Tekrar arkama baktığımda Er VVilson gitmişti. Bir tür koruyucu melek gibi en zör durumumda bana yardım etmek için yanımda bitmiş, sonra da göz¬ den kaybolmuştu. Yabancılarla dolu bu koskoca yerde kendimi birkaç saniye güvenlikte hissetmiştim. Yanımda benimle ilgilenen güçlü biri olunca, yine Jimmy’yle berabermişim gibi bir duyguya kapılmıştım. Taksi şoförüyle birlikte terminal binasından dışarı çıktığımızda, güneş o kadar parlaktı ki, nereye gittiğimizi görmek için elimi gözlerime siper etmek zorunda kaldım. Ama sıcak bir yaz gününde oluşumuza için için seviniyordum. Sıcak ve parlak gün bana umut veriyor, sanki hoşgeldin diyordu. Taksi şoförü beni arabasına kadar götürdü, bavulla¬ rımı bagaj bölümüne yerleştirdi ve oturmam için arka kapıyı açtı. «Atla,».dedi.

Asık suratlı bir polis bize doğru geliyordu. Şoför, «Gidi¬ yoruz, gidiyoruz,» diye seslenerek direksiyona geçmek için acele adım¬ larla arabanın etrafını döndü. Arabayı çalıştırıp kaldırımdan uzaklaştırırken, «Bu kentte insana yaşama hakkı tanımıyorlar. Gec e gündüz ensendeler,» diye homurdanıyordu. Arabayı o kadar hızlı sürüyordu ki, kapının yukarısındaki tutama¬ ca yapıştım. Şoför bir otomobil dizisinin arkasında aniden fren yaptı; hemen ardından diziyi solladı, daha öndeki otomobillerin arasında ken¬ dine yer buldu ve arabamızı soluğumu kesen bir ustalıkla otomobil sıra- sının bir arasına, bir dışına sürmeye koyuldu. Birkaç kez başka araçlara toslamamıza ramak kaldı, ama çok geçmeden kendimizi açık bir otoyol¬ da bulduk. Şoför dönüp bana bakmadan, «New York’a ilk gelişin mi?» diye sordu. «Evet.» «Her gün midem cayır cayır yandığı halde, başka yerde yaşamayı düşünemiyorum. Ne dediğimi anladın, değil mi?» Adamın benden yanıt bekleyip beklemediğini anlamadım. «Sana kendi kızıma verdiğim öğüdü tekrarlayacağım,» diye devam etti. «So¬ kaklarda yürürken gözlerini ilerideki bir noktanın üstüne dik ve kimse¬ nin dediklerine bakma.» Gözünü kırpıp yineledi. «Ne dediğimi anladın, değil mi?» «Evet, efendim.

» «Hiç merak etme, işlerin yolunda gidecektir. Akıllı bir kıza benziyorsun ve iyi bir semte gidiyorsun. Orada biri seni soymaya kalksa bile nazikçe davranır, ‘Özür dilerim, on dolarınız var mı acaba? ‘ diye sorar.» Şoför bu sözlerinin ardından dikiz aynasına göz atınca, yüzümde beliren şoku gördü. «Şaka ediyordum,» dedi gülerek. Radyosunu açtı, ben de yaklaşan gökdelenlere, trafiğe ve itiş kakı¬ şa dikkatimi verdim. Bu yolculuğun, New York’a girişimin tam anlamıy¬ la tadını çıkarmak, anılar üzerinde kafa yormayı da sonraya bırakmak istiyordum. Her şey soluk kesici bir hızla gelişiyordu. Buraya gelmemi düzenlerken Cutler Nine başıma neler geleceğini ummuştu acaba? Bunu çok merak ediyordum. Paniğe kapılıp geri dönmem e izin vermesi için yalvaracağımı mı sanmıştı? Ya da kaçacağımı, o daima tetikteki kuşkulu gözlerinin önüne bir daha çıkmayacağımı mı düşünmüştü? Fena halde yüreğim sıkılıyordu. Hayır, kaçmayacaktım. Kararlı ve güçlü olacak, onun kadar, hatta daha güçlü olduğumu yaşlı kadına kanıtlayacaktım. Bir köprüyü aşınca kendimizi kentin merkezinde bulduk. Başımı kaldırıp yükseklere bakmamın sonu gelmiyordu. Binalar o kadar yük¬ sek ve onlara girip çıkan insanlar o kadar kalabalıktı ki… Otomobil klak¬ sonları çın çın ötüyor, taksi şoförleri birbirlerine ve başka sürücülere bağırıp çağırıyorlardı.

İnsanlar, şoförlerin onları hedef aldığına inanmış gibi, panik içinde bir kaldırımdan ötekine koşuyorlardı. Ya mağazalar! Dünyanın bütün mağazaları buradaydı. En başta da hakkında pek çok şey duyduğum ve okuduğum Saks Fifth Avenue ile Macy’s. Taksi şoförü, «Böyle bakmaya devam edersen boynun tutulacak,» dedi. Yanaklarımın kızardığını hissettim. Adamın beni seyrettiğinin farkı¬ na varmamıştım. Dikiz aynasından bana bakarak, «Ne zama n New York’lu sayılabileceğini biliyor musun?» diye sordu. Hayır gibilerden başımı sallamam üzerine yanıtladı. «Tek yönlü bir sokakta karşıdan kar¬ şıya geçerken iki yana bakmadığın zaman.» Bu sözlerine komik bir fıkraymış gibi güldü, ama ben espriyi kavrayamamıştım. Bir New York’lu olana kadar daha pek çok fırın ekmek yememin gerekeceği anlaşılıyor¬ du. Çok geçmeden insanların daha iyi giyimli, kaldırımların daha temiz olduğu çok güzel sokaklardan geçmeye başladık. Binaların ön yüzleri de daha yeni ve daha bakımlı gözüküyordu. En’ sonunda kahverengi kumtaşından bir evin önünde durduk. Etrafında demir parmaklıklar var¬ dı, kapısına da beton basamaklarla çıkılıyordu.

Çift kanatlı kapılar olduk¬ ça yüksekti ve iyi kalite meşeden yapılmış izlenimi uyandırıyordu. Taksi şoförü arabasını durdurarak indi ve iki bavulumu kaldırımın üstüne bıraktı. Ben de otomobilden inip yavaşça etrafıma bakındım. Burası uzun bir süre benim evim olacaktı. Tepede iki uçağın tüy gibi küçük bulutlarla beneklenmiş koyu mavi göğe tırmandığını gördüm. Karşımızda küçük bir park vardı, az ötesinde ağaçların arasından bir akarsu görülüyordu: Doğu Nehri. Her şeye bakmaktan kendimi alamı¬ yordum; öyle ki, taksi şoförünün hâlâ yanımda durduğunu bir an için unuttum. «Taksi ücreti ödendi, ama bahşişim verilmedi,» dedi. «Bahşiş mi?» «Tabii ki, güzelim. New York’lu bir şoföre daima bahşiş vermek âdettir. Bunu unutma da, başka her şeyi unutabilirsin.» «Ya… » Bozulmuştum. Para çantamı açarak içindeki bozuk paraları karıştırmaya koyuldum. Adama ne kadar bahşiş vermem gerekiyordu acaba ? «Bir dolar yeter,» dedi. / Çantadaki paranın içinden bir dolar çekerek ona uzat/ım.

«Teşekkür ederim. Sana da iyi şanslar,» dedi. «Benim işimin başına dönmem lazım.» Bu sözlerden sonra havaalanındaki ”kadar çabucak arabasının etrafını döndü. Bir, iki saniyeye kalmadan klaksonunu öttürerek başka bir arabanın önünü kesmiş ve bir köşeyi dönüp gözden kay¬ bolmuştu. Dönüp küçük beton merdivene baktım. Bana birden o kadar yük¬ sek ve ürkütücü gözükmüştü ki… Bavullarımı tutamaklarından yakala¬ yıp basamakları ağır ağır çıkmaya koyuldum. Kapının önüne varınca bavulları yere bırakarak zile bastım. İçeride hiçbir hareket olmayınca zil bozuk mu ya da duymadılar mı diye merak ettim. Uzunca bir aradan sonra zile bir kez daha bastım. Birkaç saniye geçtikten sonra, kapının iki kanadı uzun boylu ve azametli tavırlı bir kadın tarafından dramatik bir hareketle açıldı. Güzel duruşu ve yürüyüşü öğreten kitaplardaki resimlerde, başlarında dengeye getirilmiş bir kitapla geçit töreni yapan kadınlar gibi dimdik duruyordu. Yaşı altmışına yakın gösteriyordu. Kes¬ tane rengi saçları ak tellerle yol yol olmuştu. Arkasında, ayak bileklerine kadar inen lacivert bir eteklik, ayaklarında balerin terlikleri vardı.

Fildişi renkli bluzunun kolları boldu, geniş yakasının üst iki düğmesini açık bırakarak renkli, iri taşlardan oluşan kolyesini gözler önüne sermişti. Sol kulağında kolyenin taşlarından ağır bir küpe dikkati çekiyordu, ama sağ kulağında küpe yoktu. Küpesinin tekinin kayıp olduğunu bilip bilmediğini merak ettim. Yüzünde fazla çarpıcı bir makyaj vardı. Yanakları karanlıkta boyan¬ mış gibi al aldı. Gözlerini siyah boyayla çerçevelemişti. Kirpikleri de o kadar uzundu ki, yapay olduklarına kalıbımı basabilirdim. Dudaklarındaki boya eflatuna çalan bir kırmızıydı. Beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, aklından geçen bir düşün¬ ceyi doğrular gibi başını salladı. «Sen Dawn olmalısın,» dedi. «Evet, efendim,» diye yanıtladım. Kendini tanıttı. «Ben de Agnes’im. Agnes Morris.» Evet der gibi başımı salladım.

Bana verilen talimatları içeren kâğıt¬ taki ad da buydu. Bu arada kadının keskin, iç bayıltıcı parfümünün kokusu burnumun direğini sızlatmıştı. Koku, yasemin ve gül karışımı gibi bir şeydi. Hani önce bir kokuyu üstüne püskürtmüş, sonra da unu¬ tarak ikinci Bir koku sürünmüş gibi. Kapının ağzında durdu. Holün zemini parkeydi ve üstüne oldukça eski görünen oval bir halı atılmıştı. Şark deseni hemen hemen solmuş gibiydi. İkimiz ide içeri girip ikinci kapı da arkamızdan kapandıktan son¬ ra, sağ yanımdaki sarkaçlı büyük duvar saati saat başını çaldı. Bayan Morris, «Bay Fairbanks kendini tanıtıyor,» diyerek, zengin bir maun mahfaza içindeki saati işaret etti. Kadranındaki numaralar Romen rakamlarıyla gösterilmişti. Kalın, siyah akrep ve yelkovanın uçla¬ rı, saati belirleyen minik parmakları andırıyordu. Şaşırarak, «Bay Fairbanks mı?» diye sordum. Kadın bunu anlamamın gerektiğini belli eden bir tavırla, «Büyük duvar saati tabii,» dedi. «Eşyamın her birine ad taktım, bir zamanlar bir¬ likte çalıştığım ünlü aktörlerin adlarını. Böylesi eve daha samimi bir hava veriyor…» Agnes Morris birden başını kaldırarak bana baktı.

«Ne o, beğenmedin mi?» diye sordu. Gözleri kısılmıştı. Dudaklarını da öylesi¬ ne germişti ki, köşeleri beyazlaşmış gibiydi. «Ah, hayır,» diye karşılık verdim. «Önce kendileri düşünmediler diye bir şeyi beğenmeyen insanlar¬ dan nefret ederim.» Kadın avucunu saatin dolabının kenarında gezdirdi ve orada duran gerçekten de bir insanmış gibi gülümsedi. «Oh Romeo, Romeo,» diye fısıldıyordu. Ayaklarıma yer değiştirdim. Bavullar ağırdı, ben de hâlâ onları taşıyarak ayakta duruyordum. Agnes benim orada olduğumu unutmuş gibiydi. «Hanımefendi?» dedim. Kadın hızla başını çevirdi ve, «Ne cüretle beni rahatsız ediyorsun?» der gibi bana ters ters baktı. Sonra holün ucunu işaret ederek, «O tarafa,» dedi. İlerimizde el oyması, kahverengi tahta tırabzanlı bir merdiven yuka¬ rı kata yükseliyordu. Basamakları örten gri hah da holdeki kadar aşın¬ mıştı.

Duvarlar aktörlerle aktrislerin, şarkıcılarla dansçıların solmuş fotoğrafları, çerçevelenmiş tiyatro eleştirileri ve oyuncuların altyazılı resimleriyle kaplıydı. Eve insana hoş gelen, hafif bir küf kokusu sinmiş¬ ti. Temiz ve düzenli gözüküyordu. Longchamp Baba’yla Anne’nin, Jimmy ile, benimle ve Fern’le birlikte oturduğu yerlerin çoğundan çok 17 Çatının Sırları / F: 2 daha sevimli olduğu kuşkusuzdu. Ama onlar sanki başka bir/hayata ait¬ miş gibi o kadar gerilerde kalmıştı ki. / Agnes sağımıza düşen bir kapının eşiğinde durdu. / «Burası, konuklarımızı ağırladığımız oturma odamızd/r. Haydi içeri gir ve otur.» Ekledi. «Aramızda herhangi bir anlaşmazlık olmaması için, ilk konuşmamızı hemen yapacağız.» Birden durup dudaklarını büzdü. «Sanırım, karnın da açtır.» «Evet,» dedim. «Uçaktan inince doğru buraya geldim, yolda da bir şey yemedim.» «Ama yemek saati geçti.

Bayan Liddy’nin, öğrencilerin kaprislerine göre, canları yemek isteyince ya da istemeyince çalışmak zorunda kal¬ ması hiç hoşuma gitmiyor. Hiç kimsenin kölesi değildir o.» «Üzgünüm. Kimseyi rahatsız etmek istemedim.» Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yemekten söz eden, Bayan Agnes’in kendisi olmuştu; şimdi ise karnımın aç olduğunu itiraf ettiğim için bana suçluluk duyur¬ maya çalışıyordu. Agnes, «Haydi, içeri gir,» diye emretti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir