V. C. Andrews – Dollanganger Ailesi – 4 Çatıdaki Dikenler

Ve ancak yaşım elli ikiyi, Chris’inki de elli dördü bulduğu yaz, annemizin yıllar önce, ben on iki ve Chris on dört yaşındayken verdiği zenginliğe kavuşma sözü sonunda gerçekleşebildi. Ve şimdi bir daha göreceğimi hiç sanmadığım, o görkemli kocaman yapının yine karşısındaydık. Eski Foxworth Malikânesinin tam bir kopyası sayılmazdı, ama yine de içimi ürpertmeye yetiyordu. Aslında enkaz halinde bırakılması gereken bu dev binanın, geçici de olsa, sahipleri olarak karşısında durabilmek bize nelere malolmuştu… Oysa bir zamanlar bu evde prens ve prenses gibi yaşayacağımıza, Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altın yapan eline -ama daha kontrollü olarak- sahip olacağımıza inanıyordum. Ama böyle tatlı masallara inancımı yitireli çok oldu. Belleğimde, kadife gibi lacivert gökyüzü ve büyülü ay ışığı altında, o serin yaz gecesi bu eve doğru yürüyüşümüz, daha dün olmuşçasına gözlerimin önünde canlandı. Bizi en iyi şeylerin beklediğini sanıyorduk, oysa en kötüsünü bulduk. O sıralar çocuktuk, saftık, annemize güveniyor, ona tapıyorduk. Karanlık, biraz da ürkütücü o gece annemiz Chris’le beni ve beş yaşındaki ikizlerini Foxworth Malikânesi denilen yere, peşine takmış götürürken, bundan sonraki günlerimizin mutluluk ve zenginlik içinde geçeceğine inanıyorduk. Öylesine körü körüne peşine takılıp gitmiştik ki… Yukarıdaki loş ve kasvetli odada kilit altında yaşarken, tozlu küflü çatıda oynarken, annemizin Foxworth Malikânesi ve tüm zenginliğinin bir gün bizim olacağı vaadine sıkı sıkıya sarılmıştık. Ne çare ki, onun tüm vaadlerine karşın, duygusuz ve acımasız bir büyükbabanın kalbi, dört körpe ve umut dolu kalbin yaşamasına engel olmak istercesine çarptı durdu ve biz de bekledik… tam upuzun üç yıl bekledik ve sonunda da annemiz sözünde durmadı. Annemiz ölene ve vasiyet okunana dek Foxworth Malikânesinin kontrolü elimize geçmedi. Vasiyetnamesinde malikâneyi benim onun ikinci kocasından olma çocuğuma, yani en gözde torunu Bart’a bırakıyordu. Yalnız Bart yirmi beşine gelene dek Chris ona vasilik edecekti. Annem bizi bulmak için Califomia’ya taşınmadan önce malikânenin yeniden yapılmasını emretmişti, ama yeni bina ancak onun ölümünden sonra bitirilebilmişti.


Malikâne on beş yıl boyunca bakıcıların elinde boş durmuş, yasal işlemler avukatlarca yürütülerek çıkan sorunlar mektup ya da telefonla Chris’e iletilmişti. Ev boştu, mahzun bekliyordu, belki de Bart’in orada yaşamaya karar vereceği günü bekliyordu ve bunun bir gün olacağını hepimiz biliyorduk. Şimdiyse Bart, kısa bir süre için, kendisi gelip devralana dek evi bize sunuyordu. Her cazip önerinin ardında bir bityeniği olduğunu uyarıyordu daima kuşkucu olan aklım. Bizi bir kez daha tuzağa düşürecek çekiciliği hissediyordum. Yoksa Chris’le bunca yolu eli boş dönmek için mi gelmiştik? Bu kez ne bekliyordu bizi? Hayır, hayır, bu yalnızca benim kuşkucu yaratılışımın aklımı bulandırmasıydı. Lekesiz, saf altın vardı elimizde… buna sahiptik ve inanmalıydık. Gene bitmişti artık ve gün bizim günümüzdü, gerçekleşen düşlerin aydınlığı etrafımızı sarmıştı. Yine içinde yaşama amacıyla bu evin önünde bulunduğumuzu düşünmek, bir an o tanıdık acılığı getirdi ağzıma. Tüm hevesim söndü ve uykudan uyanınca yokolmayacak bir kâbusun ürküntüsü doldurdu içimi. Bu duyguyu içimden atarak Chris’e gülümsedim, elini sıktım ve yeniden inşa edilen Foxworth Malikânesine gözlerimi çevirdim. Tüm haşmeti, dev boyutları, gözkapaklarını andıran kara kepenkli sayısız penceresi ve gizemli görünümüyle bizi yine sindirmek ister gibiydi. Çoğu otelden daha büyük, muazzam bir T biçiminde dört bir yana uzanıyordu. Gül pembesi tuğlayla örülmüştü ve ön cephedeki zarif geniş revak dört dev beyaz korint sütunun üzerine oturtulmuştu. Çift kanatlı büyük siyah kapının üzeri renkli camla kaplıydı.

İri pirinç anahtar plakaları, siyah kapıları süsleyerek görünüşlerindeki ciddiyeti hafifletmişti. Bu görünüm, eğer güneş birden kara bir bulutun ardında kalmasaydı, neşemi yerine getirebilirdi. Başımı kaldırıp kapanan ve yağmurla fıırtınanın başlayacağını haber veren gökyüzüne baktım. Çok geçmeden sertleşen rüzgârla korudaki ağaçlar sallanmaya, uyarıyı alan kuşlar bir sığınak için havalanmaya başladılar. Az sonra da tertemiz çim alanlar düşen yapraklar ve kırılan dallarla kaplandı. O sırada belli bir düzen içinde ekilmiş çiçekler acımasızca kamçılanıyordu. İçim titredi. Söyle, Christopher Bebek, her şeyin yolunda gideceğini yine söyle, çünkü güneşin gittiğine ve fırtınanın yaklaştığına gerçekten inanmak istemiyorum. Chris de göğe bakıyordu. Kaygımın ve ikinci oğlum Bart’a verdiğim söze karşın, bu işe kalkışmakta gönülsüz oluşumun farkındaydı. Yedi yıl önce oğlumun psikiyatristleri tedavinin başarılı geçtiğini ve Bart’ın artık tam anlamıyla normale döndüğünü ve bundan böyle sürekli terapiye gerek duymaksızın yaşamını sürdürebileceğini söylemişlerdi. Chris beni yatıştırmak amacıyla kolunu omzuma doladı ve yanağımı hafifçe öptü. «Hepimiz için iyi olacak. Bundan eminim. Artık yukarı odada tutsak, büyüklerin boyunduruğu altındaki Dresden Bebekleri değiliz.

Yetişkin birer kişiyiz ve kendi yaşamımıza egemeniz. Bart vasiyetnamenin belirttiği yaşa gelene dek sen ve ben bu yerin sahibiyiz. Marin County, California’dan Dr. ve Bayan Christopher Sheffield. Ve Kimse ikimizin üvey kardeş olduğunu bilmeyecek. Gerçekten Foxworth’lann soyundan geldiğimizden bile kuşku duyulmayacak. Tüm zorlukları geride bıraktık. Cathy, bu bizim için bir fırsat. Bize, çocuklarımıza, özellikle Bart’a yapılan kötülükleri ve zararı onarabiliriz. Bu yeri, Malcolm gibi katı ve acımasızca değil, anlayış ve sevecenlikle yöneteceğiz.» Chris’in omzuma dolanmış ve beni sıkıca kendisine yapıştıran kolundan güç alarak eve yeni bir gözle baktım. Güzeldi. Bart’in hatırına, onun yirmi beşinci doğum gününe dek burada kalacak, sonra Cindy’i de alarak hep düşlediğimiz, deniz ve beyaz kumsalların olduğu yere, Hawaii’ye gidecektik. Evet, böyle olacaktı. Böyle olması gerekirdi.

Gülümseyerek Chris’e baktım. «Haklısın. Artık ne bu evden, ne de başka bir yerden korkuyorum.» Gülerek kolunu belime indirdi ve beni ileri doğru hafifçe itti. Büyük oğlum Jory liseyi bitirdikten sonra New York’taki büyükannesi Madam Marisha’nın yanına gitmişti. Orada büyükannesinin bale topluluğunda çalışmaya başlamış ve çok geçmeden eleştirmenlerce farkedilerek önemli rollere getirilmişti. Çocukluk aşkı Melodie de onunla birlikte olmak için New York’a uçmakta gecikmemişti. — 10 — Jory yirmi yaşına geldiğinde, kendinden bir yaş küçük olan Melodie’yle evlendi. Genç çift zirveye tırmanmak için var-güçleriyle çabaladılar ve sonunda ülkenin en tanınmış bale çifti oldular. Sanki birbirlerinin akıllarından geçenleri okuyormuş-çasına, aralarında inanılmaz bir uyum sağlamışlardı. Beş yıl boyunca başarıdan başarıya koştular, her gösterileri halk ve eleştirmenlerce övgüyle söz edildi. Televizyon gösterileriyse, daha büyük hayran kitlesi toplamalarını sağladı. Madam Marisha iki yıl öncesi uykusunda öldü. Seksen yedi yaşına dek yaşamış ve son gününe kadar çalışmış olması avuntumuzdu. İkinci oğlum Bart silik bir çocukken, sanki sihirli bir değnek değmişçesine, on yedisinde birden okulunun en parlak öğrencisi oluverdi.

Bart’ın kabuğundan çıkmasının ve okumaya ilgi duymasının nedenini, Jory’nin yokluğuna yormuştum o sıralar. Ve iki gün önce Bart, Harvard Hukuk Fakültesinden mezun olurken törende sınıfı adına konuşmayı yapan öğrenciydi. Melodie, Jory’le Boston’da buluşup Harvard Hukuk Fakültesinin kocaman anfisinde Bart’ın diploma alışını izlerken, aile bireylerimizden yalnızca manevi kızım Cindy orada değildi. Güney Carolina’da yakın bir arkadaşının evinde kalmayı yeğlemişti. Bart’ın hiç hak etmediği halde kendisine yaklaşmak ve dostluğunu kazanmak için elinden geleni yapan kıza karşı düşmanlığını sürdüreceği kesindi ve benim için çok acıydı bu. Daha da acısı, Cindy’nin de onu kutlamaya gelmeyecek kadar Bart’tan soğumuş olmasıydı. «Hayır!» diye bağırmıştı kız telefonda. «Bana davetiye yollamış olması umurumda değil! Sırf bunu hava atmak için yapmıştır. İsterse adının önüne bir düzine unvan koydursun, ona ne hayranlık duyarım, ne de onu sevebilirim… bana yaptıklarından sonra. Jory ve Melodie’ye neden gelmediğimi açıkla, — 11 — gücenmesinler. Ama Bart’a bir şey demen gerekmez. O anlar.» Chris ve Jory’nin arasında, evde ağzından laf alamadığımız oğlumun sınıfı adına yaptığı veda konuşmasını nerdeyse ağzım açık dinlemiştim. Coşkulu, içten sözleriyle dinleyicileri âdeta büyülemişti. Chris gururdan kabına sığmaz bir haldeydi.

«Vay canına, kim derdi böyle olacağını? Müthiş, Cathy. Onunla gurur duymuyor musun? Ben duyuyorum.» Ah, evet, kuşkusuz Bart’ı orada görmekten gurur duyuyordum. Yine de kürsüdeki Bart’ın evdeki Bart olmadığını biliyordum. Belki de artık tehlikeyi tümüyle atlatmış, tam anlamıyla normaldi… doktorları da öyle demişti ya. Öte yandan onda doktorların sandıkları kadar olumlu değişim olmadığını gösteren ufak belirtiler algılıyordum. Tören sonrası ayrılmamızdan önce, «Orada olmalısın, anne,» demişti bana. Chris’in de olması için tek kelime yok. «Törende olman benim için çok önemli.» Chris’in adını söylemek Bart’a her zaman zor gelmişti. «Jory’le eşini de çağırırız ve tabii Cindy’i de.» Kızın adını söylerken yüz hatları gerilmişti. Manevi kızım kadar tatlı ve güzel bir kıza nasıl bu denli nefret duyulabilir, aklım almıyordu. Eğer Cindy benim canımdan, Chris’in kanından olsa bundan fazla sevemezdim. Hem bir bakıma, iki yaşında bize geldiğinden beri, gerçek anlamda bizim diyebileceğimiz tek çocuğumuz oydu.

Cindy şimdi on altısındaydı ve benim o yaşta olduğumdan çok daha fazla serpilmişti. Ama benim gibi yoksunluk çekmemişti ki… Tutsak dört çocuk olan bizlerden esirgenen temiz hava ve güneş, onun gıdası olmuştu. İyi besin, idmanlar… gerekli her şeyin en iyisine sahip olmuştu. Bizse en kötüsüne. — 12 — Chris evin önünde bütün gün böyle durup sağanağın bizi sırılsıklam etmesini mi beklediğimizi sordu ve beni kolumdan tutarak peşine taktı. Gök gürülder ve şimşekler çakarken malikânenin kocaman revaklı kapısına doğru ilerlemeye başladık. «Şu günün tadını bozacak şeyler düşünmeyi bırak artık lütfen, Cathy. Gözlerinden okuyorum bunu. Sana söz veriyorum, Bart bu evi devralır almaz buradan ayrılıp Hawaii’ye uçacağız. Eğer bu ara bir kasırga gelir de evi havaya uçurursa, bil ki, bu senin böyle bir uğursuzluk beklediğin için olacaktır.» Sözleri beni güldürmüştü. «Yanardağını unutma,» dedim kıkırdayarak. «Kızgın lavlar altında bırakabilir bizi.» Chris güldü ve kalçama bir şaplak attı. «Tamam, kes artık.

Ağustosun on beşinde bir bakacağız, Hawaii’ye giden uçaktayız… ama bire yüz bahse girerim, yine o sıra ya Jory için endişeleneceksin ya da Bart’ın yalnız başına bu evde ne yaptığını düşünüyor olacaksın.» Ve o an unuttuğum bir şey aklıma geldi. Bart malikânenin içinde bizi bir sürprizin beklediğini söylemişti. Söylerken de bir garip bakmıştı. «Anne, gözlerine inanamayacaksın onu…» Sözünü tamamlamaktan vazgeçip huzursuzca gülümsemişti. «Her yaz eve gidip kontrol ettim, her şeyi gözden geçirdim. Dekoratörlere her şeyin eskisi gibi olması için emir verdim, benim çalışma odam dışında. Orasının modern ve gerek duyacağım her türlü elektronik donanıma sahip olmasını istiyorum. Ama… eğer dilersen, evin şirin olması için bazı şeyler yaptırabilirim.» Şirin? Böyle bir ev nasıl şirin olabilir? İnsanı nasıl yutup tutsak ettiğini bir ben bilirim. Pirinç plakaları hanedan armala-rıyla işlemeli siyah kapılara yaklaşırken, ince topuklarımın tıkırtıları ve Chris’in ökçelerinden çıkan tok sesler hepten sinirleri- — 13 — mi bozuyordu. Her iki kapıdaki kocaman pirinç tokmakların aralarında zorlukla farkedilebilen bir düğme vardı. İçerde bir yerde zili çalıyor olmalıydı. «Eminim bu evde gerçek tarihi Virginia evlerini iğrendirecek kadar elektronik donanım vardır,» diye fısıldadı Chris. Kuşkusuz haklıydı.

Bart’ın geçmişe sevgisi vardı, ama geleceğe âşıktı. Onun satın almadığı hiçbir elektronik aygıt yoktu. Chris, Boston’dan ayrılmadan önce Bart’ın bana verdiği evin anahtarını cebinden çıkardı ve kocaman pirinç anahtarı deliğe sokarken benden yana bakıp gülümsedi. Daha kiliti çevirmeden, kapı kendiliğinden sessizce açıldı. Ürkerek bir adım geri sıçradım. Chris beni tekrar öne doğru çekerken, kapıda buyur edercesine duran yaşlı adamı başıyla selamladı. «İçeri buyrun,» dedi adam cılız, boğuk bir sesle, bir yandan da bizi süzüyordu. «Oğlunuz telefonla arayıp sizi beklememi söyledi. Yardımcınızım… da denilebilir.» Öne doğru eğilmiş haliyle sanki tepeye tırmanan birini andıran zayıf yaşlı adama baktım. Saçları ne griydi, ne sarı, ikisinin karışımı soluk bir renkti. Uçuk mavi sulu gözleri çukura kaçmıştı. Avutları çökük, sanki yıllarca cefa çekmiş gibiydi. Ama bir şey vardı onda… tanıdık bir şey. Kurşun gibi ağırlaşmış bacaklarım bir türlü içeri girmek istemiyordu.

Sert rüzgâr beyaz yazlık elbisemi kalçalarıma doğru uçururken, Foxworth Malikânesinin büyük girişine adımımı attım. Chris hemen yanı basımdaydı. Elimi bırakıp kolunu omzuma koydu. «Ben Dr. Christopher Sheffield ve eşim,» diye tanıttı, kendimizi nazikçe, «Ya siz?» Yaşlı adam Chris’in güçlü, yanık tenli eliyle tokalaşmak için isteksiz gibiydi, ince, yaşlı dudakları çarpık, alaylı bir şekilde kıvrılırken, bir kaşı da kalktı. «Sizinle tanışmak bir zevk, Dr. Sheffield…» — 14 — Gözlerimi bu yaşlı adamın sulu mavi gözlerinden ayıramı-yordum. Gülüşünde, yol yol grileşmiş seyrek saçlarında, siyah kirpikli gözlerinde bir şey… Baba! Bu yaşa dek yaşamış ve büyük acılar çekmiş olsa, babamın da görünüşü ancak böyle olurdu. Babam, gençliğimin neşe kaynağı, sevgili, yakışıklı babam. Onu bir daha görebilmek için ne dualar etmiştim. Ancak Chris yaşlı eli sıkıca kavradıktan sonra, yaşlı adam bize kendini tanıttı. «Yıllar önce kaybolan dayınız. Tam elli yedi yıl önce İsviçre Alpleri’nde kaybolduğu sanılan dayınız.» JOEL FOXWORTH İkimizin de yüzünde beliren şaşkınlığa bir özür olarak, Chris hemen uygun sözcüklerle durumu açıklamaya çalıştı. «Karımı gerçekten şaşırttınız,» dedi nazikçe.

«Biliyorsunuz, kendisinin kızlık soyadı Foxworth’du… ve şu ana dek anne tarafından tüm büyüklerinin öldüğünü sanıyordu.» Belli belirsiz çarpık gülücüklerden sonra, Joel Dayı’nın yüzü dindar, temiz bir ifadeye büründü. «Anlıyorum,» dedi yaşlı adam hışırtılı, ölgün bir sesle. Joel’in sulu gök mavisi gözlerinin derinliklerinde gölgeler, bulanık karaltılar oynaşıyordu. Chris’e daha bunu söylemeden onun nasıl karşılık vereceğini tahmin edebiliyordum. Yine hayal gücümün fazla mesai yaptığını söyleyeceği kesindi. Gölge yok, karaltı yok… onları yalnızca kendim yaratıyorum. Annemin ölmüş iki ağabeyinden biri olduğunu söyleyen bu yaşlı adama duyduğum kuşkulardan kurtulmak için gözlerimi ve ilgimi eskiden balo salonu olarak kullanılan fuayeye çe- — 15 — virdim. Dışarıda rüzgârın daha da sertleştiğini, gök gürlemele-rinin iyice yaklaştığını duyuyordum. Ah, nasıl unuttum, daha on iki yaşında, gözlerim yağan yağmurda, o adamla bu salonda dans edişimi düşlediğim günü… ve gün gelecek annemin ikinci kocası olan bu adam, daha sonra da benim ikinci çocuğum, Bart’ın babası olacaktı. Ne saftım, nasıl inancım vardı dünyanın güzel ve iyilik dolu olduğuna… Chris’le birlikte Avrupa’yı, Mısır’ı, Hindistan’ı ve daha nice yeri gezip gördükten sonra, çocukken beni büyüleyen bu salonun artık gözümde büyüsünü yitirmiş olması gerekirdi, oysa şu an, on iki yaşımda olduğundan iki misli daha etkileyici ve görkemli geliyordu bana. İşin acı yanı, hâlâ heyecanlanabilmek! Kalbim sıkışarak, karşı koyamadığım bir hayranlık ve şu huşu içinde çervemi seyrediyordum. Salonu süsleyen yaklaşık beş metre çapındaki kristal ve altından yapılma üç avize yedi kattı. Ya eskiden kaç kattı? Beş? Üç? Bilemiyorum. Duvarları çepeçevre dolanan altın yaldız çerçeveli dev aynalara XIV Louis möbleleri yansımıştı.

Böyle olmamalıydı! Anımsanan şeyler beklentileri doğrula-mamalıydı. Bu ikinci Foxworth Malikânesi niye beni ilkinden bile çok heyecanlandırıyordu? Sonra gözüme bir şey ilişti… göreceğimi ummadığım bir şey. Kırmızı ve beyaz damalı geniş mermer panonun her iki yanından kıvrılarak yükselen ikili merdiven. Aynı merdiven değil miydi bu? Kazınmış, parlatılmış, ama yine de aynısı? Fox-worth Malikânesinin yanışını kül ve duman olana dek seyret-memiş miydim? Yalnızca sekiz baca ayakta kalmıştı. Demek ki, mermer merdivene de bir şey olmamıştı. Zorlukla yutkundum. Bu evi yeni, yepyeni istemiştim… eskiden kalan hiçbir şey olmamalıydı. — 16 — Joel’in gözleri üzerimdeydi. Bu da yüzümün, neler hissettiğimi Chris’inkinden çok daha fazla açığa vurduğunu gösteriyordu. Gözlerimiz buluştuğunda, Joel hemen bakışlarını kaçırıp kendisini izlememizi isteyen bir hareket yaptı. Daha sonra Joel’in peşinde birbirinden güzel birinci kat odalarını gezdiğimizde, ben sağır ve dilsiz gibi ağzımı açmazken, Chris tüm soruları sordu. Sonunda bir salonda oturduk ve Joel öyküsünü anlatmaya başladı. Gezintimiz sırasında girdiğimiz koca mutfakta, Joel öğle yemeği niyetine bize aleminüt bir şeyler hazırlamış, Chris’in yardım önerisini geri çevirerek çay ve ufak sandviçler koyduğu tepsiyi kendisi taşımıştı, iştahım yoktu, ama böyle olması da doğaldı. Oysa Chris aç kurtlar gibi saldırıp birkaç dakika içinde sandviçlerin beş, altısını mideye indirmiş, Joel çayını tazelerken bir yenisine uzanıyordu. Aklım Joel’in anlatacağı hikâyede, lezzetsiz sandviçlerden birini yiyip sıcak ve koyu çaydan bir, iki yudum aldım.

Sesi sanki soğuk almış, zorlukla konuşuyormuş gibi hımhımdı. Ama hep bilmek istediğim annemin çocukluğu, büyükbabam ve büyükannem hakkında konuşmaya başlayınca, ses tonunun tatsızlığını unuttum. Ve ancak babasından ne denli nefret ettiğini anladıktan sonra ona ısınmaya başladım. «Babanıza ilk adıyla mı hitap ederdiniz?» Öyküsünü anlatmaya başlayalı beri ilk kez soru soruyordum ve sanki Malcolm buralarda bir yerdeymiş de, duyacakmış gibi sesim ürkek bir fısıltı halinde çıkmıştı. İnce dudakları alaycı bir biçimde kıvrıldı. «Elbette. Ağabeyim Mel benden dört yaş büyüktü ve kendi aramızda babamızdan ilk adıyla söz ederdik, ama asla onun huzurunda değil. Buna cesaret edemezdik. Ona ‘baba’ da demezdik, bu komik olurdu, çünkü gerçek bir baba değildi. Baba dememiz aramızda sıcak bir ilişkinin olduğu anlamına gelirdi, oysa böyle bir şey yoktu, olmasını da istemiyorduk. Ancak çok zorun- — 17 — Çatıdaki Dikenler – F: 2 lu olduğunda ‘baba’ derdik ona. Aslında ikimiz de onun kulağından ve gözünden uzak durmaya çalışırdık. Evde olduğunda ortadan kaybolurduk. İşlerinin çoğunu yürüttüğü kentte bir bürosu ve evde de bir çalışma odası vardı. Bize bir barikat gibi görünen kocaman masasının ardında çalışır dururdu.

Evde olduğu zamanlar bile kendini uzakta ve ulaşılmaz yapmayı başarırdı. Hiçbir zaman boş olmazdı, her zaman yapacak bir işi ya da telefon görüşmesi bulunurdu. Annemle de pek konuşmazdı, ama annem buna aldırmaz görünürdü. Ara sıra babamızın küçük kız kardeşimizi kucağına almış olduğunu görürdük ve onları gizlice seyrederken yüreğimizde bir eziklik duyardık. «Niye Corrine’i o denli kıskandığımızı aramızda konuşurduk daha sonra, çünkü kız kardeşimiz de bizim kadar şiddetle cezalandırılırdı. Ama babamız onu ne zaman cezalandırsa, sonradan hep pişmanlık duyardı. Azarlanma, dövme ya çatıya kapatma gibi cezalardan sonra, Corrine’in gönlünü almak için ya değerli bir takı ya da oyuncak bir bebek getirirdi. Corrine’in küçük bir kızın sahip olabileceği her şeyi vardı… ama yanlış bir şey yaptığında, babam onun en çok sevdiği şeyi alır ve hamisi olduğu kiliseye verirdi. Corrine ağlar, yalvarıp yakararak onu yumuşatmaya çalışırdı. Yumuşatırdı da, çünkü babam onu affetmeye istekli olurdu. «Oysa Mel’le ben gönül alıcı hediyeler için sızlandığımızda, babam bize sırtını döner ve çocuk gibi değil, adam gibi davranmamızı söylerdi. Annenizin istediği şeyi elde etmek için babamızı kandırmayı çok iyi bildiğini düşünürdük. Bizse bunun yolunu, şirin ya da kurnaz olmasını bilemiyorduk.» Annemin çocukken bu güzel ama lanetli evde koşuşturmasını gözümde canlandırabiliyordum. Dilediği her türlü lüks ve pahalı şeylere sahip olmaya o zamandan alışmıştı.

Daha — 18 — sonraları orta halli geliri olan babamla evlendiğinde de, aldığı şeylerin parasını düşünmeyi hiç aklına getirmemişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir