V. C. Andrews – Dollanganger Ailesi – 5 Çatının Karanlığında

Kendimi hep bir Kül Kedisi olarak düşünmüşümdür, ama camdan ayakkabılarımı bulup beni düşlerdeki gibi bir hayata götürece k olan bir prensim olmadı hiç. Prens yerine, bir işadamı beni kumar masasında kazandı ve ben, aynen masanın üstüne fırlatılan fiş gibi bir dünyadan ötekine savruldum. Ancak, dünyaya gözümü açtığım günden beri benim yazgım bu olmuştu. Ve bu yazgı, tâ ki ben Meadovvs’daki yaşlı bir siyah ırgatın açıkladığı felsefeye uyarak yazgımı kendim değiştirinceye kadar hiçbir fark göstermeyecekti. İhtiyar zencinin adı Henry Patton’du ve kar gibi beyaz saçları vardı. Eski bir sedir kütüğünün üstünde yanında oturup onun bana tahtadan küçük bir tavşan ya da tilki yontmasını seyreder¬ dim . Bir yaz günü ufuktaki kara bulut katmanları yaklaşan fırtınayı haber verirken, ihtiyar zenci durup doğu çayırındaki kalın bir meşe ağa¬ cını bana işaret etti. «Rüzgârda eğilen şu dalı görüyor musun, küçük?» «Evet, Henry,» dedim . «Annem uzun zaman önce bana o da ! hakkında bir şey anlatmıştı. Ne anlattığını bilmek ister misin?» Altın sarısı örgülerimi zıplatan bir baş hareketiyle bilmek istediğimi anlattım. «Annem bana, rüzgârla eğilmeyen bir dalın kırıldığını söylemişti.» Yaşlı zenci, beyaz kaşlarının altındaki iri, kara gözlerini yüzüme dike¬ rek, «Rüzgâra uymayı hiç unutma, küçük, ki hiçbir zaman kırılmayasın,» diye konuştu. Derin bir soluk aldım. Etrafımdaki dünya o sıralar, bir gölgenin biçi – minde, kırlangıçların uçuşunda, tırtılların renginde ve bir tavuğun yumur – talarındaki kan lekelerinde ifadesini bulan binbir bilgelik ve fikirler, felse¬ fe ve batıl inançlarla doluydu. Dinleyip öğrenmek zorundaydım, ama aynı zamanda sorular sormayı da seviyordum.


«Rüzgâr durduğu zaman ne olur, Henry?» İhtiyar zenci gülerek başını salladı. «İşte o zaman sen kendi yolun¬ da gidebilirsin, küçük.» Rüzgâr, ben sevmediğim bir erkekle evlenene dek durmadı, ama sonunda durunca Henry’nin öğüdüne uydum. Kendi çizdiğim yolda gittim. BİRİNCİ BÖLÜM Kızkardesler Ben küçükken bir kral sülalesinden geldiğimizi sanırdım. Annemin bana ve benden küçük kızkardeşim Eugenia’ya okumayı sevdiği peri masallarındaki prenslerle prensesler, krallar ve kraliçeler gibi yaşıyor görünüyorduk. İki yaşında ve hastalıklı olmasına rağmen, Eugenia hiç kımıldamadan oturup, huşuyla dolu gözlerini iri iri açarak annemi dinlerd i. Ablamız Emily aksine kendisine bir şey okunmasından hiç hoşlan¬ mazdı. O, zamanının büyük bir kısmını yalnız başına geçirmeyi severdi. Tıpkı kitaplığımızdaki kitapların sayfalarında dolanan soylu erkekler¬ le kadınlar gibi, Virginia’da dönümlerle birinci sınıf tütün tarlasının ve güzel ormanların ortasında yer alan büyük ve güzel mi güzel bir evde oturuyorduk. Evimizin önünde kıvrımlı geniş bir çimlik alan uzayıp gidi¬ yordu , Çimlerle yoncaların arasında beyaz mermerden çeşmeler, küçük kaya bahçeleri ve dekoratif demir banklar dikkati çekerdi. Yaz günlerinde salkımlar verandalardan aşağı sarkarak evi çevreleyen pem¬ be mersin çalıları ve beyaz çiçekli manolyalarla kucaklaşıyordu. Çiftlik malikânemizin adı Meadovvs’du. Eski ya da yeni hiçbir ziya¬ retçi, çakı! kaplı yoldan eve yaklaşırken yuvamızın görkeminden söz etmeden duramazdı. Malikânesinin bakımı babam için bağnazlığa varan bir tutkuydu.

Meadows belki de yakınından geçen yola uzaklığın¬ d an dolayı, Güneyin birçok çiftliklerinin İç Savaş sırasında hedef olduk¬ ları yıkım ve yağmadan kurtulabilmişti. Yankee askerleri böylece güze¬ lim parkelerimizi topuklarının altında çiğneyemediier ve değerli antikala¬ rımızla çuvallarını dolduramadılar. Booth Dede çiftliğin kurtulabilmiş olmasını, Meadovvs’un ne kadar özel olduğunun kanıtı olduğu iddiasındaydı. Görkemli evimize bağlılığı babama dedemden miras kalmıştı. O da son dolarını Meadovvs’un güzelliğini sürdürmek için harcamaya ahdetmişti. Dedemin rütbesi de babama miras kalmıştı. Dedemiz General Lee’nin süvari birliğinde yüzbaşıydı. Bu , soyluluk unvanına sahip olmak demekti ve hepimizin kendimizi üstün görmemize yol açıyordu. Babam orduda hiç bulunmadığı halde, kendinden daima Yüzbaşı Booth diye söz eder, başkalarının da onu bu biçimde çağırmalarında ısrar ederdi. Böylece bizim de kral sülalesinden olanlar gibi, her istediğimizi anında yerine getirmeye koşan düzinelerle hizmetkârımız vardı. Benim en sevdiğim hizmetkârlar annesi, evimizin en ço k yirmi mil güneyindeki VVilkes çiftliğinde bir köle olan ahçımız Louella ve köle babası İç Savaş¬ ta dövüşüp ölen Henry’ydi. Efendilere sadakat, kişisel özgürlükten önemli olduğu için Henry babasının güneyli kuvvetlerin safında savaştı¬ ğını söyler dururdu. Köşkümüzde güzel ve değerli eşyalarımız olduğu için ben de kral sülalesinden olduğumuza inanmıştım. Gümüş ve altın vazolarımız, Avru¬ pa’nın dört bir yanından gelmiş heykellerimiz, elle boyanmış bibloları¬ mız ve Uzakdoğu ve Hindistan kökenli fildişi heykelciklerimiz vardı. Aba¬ jurlardan, duvar apliklerinden, avizelerden, dantel perdelerden içeriye güneş ışığı süzülebildiği vakitler şimşek gibi çakan kristal prizmalar sal¬ lanıyordu.

Elle resimlendirilmiş porselen tabaklarda yemek yer, so m gümü ş çatal, bıçak kullanır, yemekler önümüze so m gümüş kapkacakta gelirdi. Möblelerimizin hepsi fantezi, değişik stillerdendi. Bütün odalar san¬ ki birbiriyle üstünlük yarışına girmişlerdi. Annemin okuma odası, açık mavi renkli saten perdeleri ve İran’dan ithal edilmiş yumuşacık halısıyla belki hepsinin en aydınlığıydı. Annemin şarap rengindeki altın galonlu şezlonguna uzanıp da kendini bir prenses, bir kraliçe gibi hissetmeme¬ si mümkün müydü insanın? Akşamın erken saatlerinde annem zarif bir hareketle bu şezlonga uzanır, sedef çerçeveli gözlüğünü takar ve baba¬ mın, kirli kelimeler ve günahkâr düşüncelerle ruhunu zehirlediği bağırıp çağırmalarına aldırış etmeyerek romantik romanlarını okur dururdu. Sonuç olarak, babam onun okuma odasına pek ender ayak basardı. Annemi istediği zaman, onu getirmeye hizmetkârlardan birini ya da Emily’yi yollardı. Babamın çalışma odası o kadar geniş ve uzundu ki, onun gibi oldukça uzun boylu, geniş omuzlu ve kaslı bir adam bile meşeden dev yazı masasının arkasında hemen hemen kayboluyordu. Oraya her ne zaman girsem, ağır möbleler, özellikle yüksek arkalıklı ve geniş kollu koltuklar beni yutmak istercesine üzerime gelirlerdi sanki. Babam masa . lambasının ışığında çalışırken, babasıyla dedesinin koyu renkli, büyük çerçeveli portreleri tepesinden ona ters ters bakarlardı. Evimizin her yerinde resimler vardı zaten. Her odanın hemen her duvarındaydı resimler. Birçokları Boot h atalarının portreleriydi: Uzun burunlu ve ince dudaklı, karanlık yüzlü adamlar. Çoğunun tıpkı babam gibi bakır renginde sakalları ve bıyıkları vardı.

Kadınlar zayıf ve erkekleri kadar katı yüzlüydüler. Yaptıklarım, hatta düşündüklerim sofu bakışları¬ na uygunsuz görünüyormuş gibi, birçokları eleştiri ve öfkeyle bakarlar¬ dı. Hepsinde Emily’yle benzerlikler görüyordum , ama o eski yüzlerin hiçbirinde benimkiyle en ufak bir benzerlik bulamıyordum. Eugenia da farklı görünüyordu, ama Louella bunun, Eugenia’nın hastalıklı bir bebek olmasından ve hemen hemen sekiz yaşıma gelene kadar hecelemeyi bile başaramadığım bir hastalığa tutulmuş olmasın¬ dan ileri geldiği fikrindeydi. Sanırım, sesin, bulaşıcı olabileceğinden korktuğum için o adı ağzıma almaktan bile korkuyordum. Hatta bir baş¬ kasını bile, özellikle daha ilk duyuşunda doğr u olarak sistik fibrosis diye hecelemiş olan Emily’nin ağzına aldığını duyma k yüreğimi ağzıma getiri¬ yordu. A ma Emily oldu bitti benden ço k farklıydı. Beni heyecanlandıran şeylerin hiçbiri onu etkilemiyordu. Hiç bebeklerle oynamaz, güzel elbi¬ selerle ilgilenmezdi. Saçlarını fırçalamak bile onun için dayanılmaz bir angaryaydı. Gözlerinin üstüne ve yanaklarına tarazlanmış bir ip gibi dökülmelerini, koyu kestane perçemlerinin daima kirli ve donuk görün¬ mesini umursamazdı bile. Bir çayırda tavşan kovalamak ya da sıcak yaz günlerinde göle girmek onun için anlamsızdı. Güllerin açması ve ormanda yabani menekşelerin yerden adeta fışkırması da ona özel bir zevk vermiyordu. Boyu hiç durmadan uzadıkça, Emily güzel olan her şeyi olağan olarak kabul ediyordu. On iki yaşında olduğu yıl Emily bir gün beni kenara çekti ve önemli bir şey söylemek istediği zamanlar yaptığı gibi gözlerini kıstı.

Daha o sabah Tanrı’nın parmağının gökyüzünden uzanıp Meadovvs’a dokundu – ğunu gördüğünü, bunun babamızla onun dindarlığının ödülü olduğu . için ona özel bir saygı göstermem gerektiğini söylemişti. Annem, Emily’nin, daha doğduğ u gün yirmi yaşında olduğuna inandığını söylemek âdetindeydi. Onu doğurmasının tam on ay sürdü¬ ğüne elini din kitabının üstüne koyarak yemin etmiş, Louella da ana rah¬ minde bu kadar uzun kalan bir bebeğin mutlaka farklı olması gerektiği¬ ni doğrulamıştı. Ben kendimi bildim bileli Emily sert tabiatlı ve otoriterdi. En sevdiği şey oda hizmetçilerini izleyip sonradan çalışmalarından yakınmaktı. Toza ve pisliğe bulanmış işaret parmağını uzatarak koşup gelmeye ve anneme veya Louella’ya hizmetçilerin görevlerini iyi yapmadıklarını söy¬ lemeye bayılırdı. On yaşına gelince, anneme ya da Louella’ya gitmeye bile gerek görmez oldu. Hizmetçilere kendisi bağırır, onları, kütüphane¬ yi ya da oturma odasını ya da babamın çalışma odasını yeni baştan temizlemeye yollardı. Babamın gözüne girmek için yapmayacağı şey yoktu. Hizmetçilere, möblelerini nasıl parlattığını, koyu renkli meşe raflardaki bütün kitapları tek tek çıkarıp nasıl her bir cildin tozunu aldırdığı¬ nı anlatarak böbürlenirdi. Her ne kadar Kutsal Kitap’tan başka bir şey okumaya vaktinin olmadığını söylüyorduysa da babamın eski kitaplardan oluşan ola¬ ğanüstü bir koleksiyonu vardı. Çoğu deri ciltli ilk baskılardı. Dokunulma¬ mış ve okunmamış sayfalarının kenarları hafifçe sararmaya yüz tutmuş¬ t u . Babam iş seyahatlerinden birine çıktığı ve kimse beni görmediği zaman, çalışma odasına süzülür ve kitapları raflarından indirirdim.

Onla¬ rı yerde yanıma yığar ve dikkatle kapaklarını açardım. Birçoğunda nefis gravürler vardı, ama ben sadece sayfaları çevirip okurmu ş ve kelimeleri anlarmış gibi yapıyordum. Okula gidip okumayı öğrenecek kadar büyü¬ yeceğim günü iple çekiyordum. Okulumuz Upland İstasyonunun hemen yakınındaydı. Kapısının önünde üç taş basamağı olan kulübe gibi ufak bir binaydı. Kapısında Bayan VValker’in öğle yemeği dakikaları ve ders araları sona erdiği zaman çalarak çocukları çağırdığı bir çıngırak vardı. O sıralar otuz yaşından büyük olmaması gerektiği halde, ona hep ihtiyar gözüyle bakmışımdır. Kadıncağız donu k siyah saçlarını hep çöre k şeklinde ensesin¬ de toplar, pilot gözlüğü kadar kalın camlı gözlük takardı. Emily ilkokula gittiği sıralar Bayan VValker’in, Samuel Tumer veya Jimmy VVilson gibi haşarı oğlanları, ellerini nasıl değneklerle döverek cezalandırdığına dair ürkütücü hikâyelerle eve dönerdi. Daha yedi yaşındayken bile, Bayan VValker’in ona öbür çocuklara karşı nasıl ispi¬ yonculuk yaptırdığını söyleyerek övünürdü. «Ben Bayan VValker’in gözü ve kulağıyım,» diye gururla bildirirdi. «Birini ona işaret etmem , Bayan VValker’in o çocuğu başında bir kâğıt külahla köşeye dikmesi için yeter¬ li.» Gözlerinde haince bir parıltıyla beni uyarırdı. «Aynı şeyi kötü küçük kızlara da yaptığını bilmiş ol.» A ma Emily okulun korkunç bir yer zannedilmesi için ne yaparsa yapsın, orası benim için harikulade bir umut kapısıydı, çünkü o eski gri binanın duvarlarının arasında sözlerin gizeminin çözümünün ; okumanın sırrının gizli olduğunu biliyordum.

O sırra eriştiğim zaman ben de evi¬ mizdeki rafları süsleyen yüzlerce kitabın kapağını açabilecek, başka dünyalara, başka yerlere yolculuk yapabilecek, bir yığın yeni ve ilginç insanla tanışabilecektim. Hiçbir zaman okula gidemeyecek olan Eugenia’ya acıyordum tabii. Büyüdükçe sağlığı düzeleceğine büsbütün kötüye gidiyordu. Her zaman zayıf ve çelimsiz olmuştu, teninin ise çirkin bir solukluğu vardı. Mine renkli gözleri buna rağmen parlak ve umut doluydu. En sonunda okula başladığımda günümü nasıl geçirdiğimi ve neler öğrendiğimi duy¬ maya sabırsızlanıyordu. Zaman içinde ona kitap okumada annemin yerini aldığım bir gün geldi. Benden sadece bir yıl ve bir ay daha küçük olan Eugenia, yanıma kıvrılarak küçük kafasını dizlerime, kesilmemiş, uzun kumral saçlarını bacaklarımın üstüne saçar ve ben çocu k öyküleri kitabımızdan ona bir şeyler okurken dudaklarında hülyalı bir gülümse¬ meyle beni dinlerdi. Bayan VValker öğrencilerinden hiçbirinin benim kadar çabuk oku¬ mayı öğrenmediğini söylüyordu. Oldukça hevesli ve kararlıydım. Annem artık okula başlayabileceğimi söylediğinde heyecan ve mutluluk¬ tan çıldıracak gibi olmuştum. Yaz sonunda bir gün sofrada henüz beş yaşımda olmama rağmen, gitmem gerektiğini söyledi. «O kadar zeki bir kız ki,» dedi babama. «Onu bir yıl daha beklet¬ m ek ço k yazık olur.» Babam, annemle aynı fikirde olmadığı zamanlarda¬ ki gibi susuyor, iri çenesi aralıksız oynuyor, kara gözleri ne sağa, ne sola, sadece önüne bakıyordu.

Bizlerden bir başkası, onun, sağır oldu¬ ğunu veya söylenenlerin tek kelimesini bile duymayacak kadar derin düşüncelere dalmış olduğunu sanırdı. Ama annem onun bu yanıtıyla yetinmişti. Zayıf yüzü tiksintiye benzer bir anlamla buruşmuş olan ablam Emily’ye döndü . «Emily onunla ilgilenir. Öyle değil mi, Emily?» «Hayır, anne, Lillian daha okula gidemeyecek kadar küçük. Dünyada o kadar yolu yürüyemez. Düşün bir kere, ta m dört buçuk kilomet¬ re!» Emily inler gibi konuşmuştu. Daha dokuz yaşındaydı, ama her yıl sanki iki yaş birden atlıyordu. Boyu da cabası. On iki yaşında bir kız kadar boyluydu. «Tabii ki yürüyebilir, öyle değil mi, Lillian?» Annem bana gülümsü – yordu . Gülümseyişi benimkinden bile saf ve çocuksuydu . Herhangi bir şeyin onu üzmemesine büyük özen gösteriyor, öyleyken en küçük yara¬ tıklar için bile ağlıyordu. Yağmur esnasında çakıllı yolun yüzüne çıkan, sonra da Virginia’nın kızgın güneşinde kavrularak ölen solucanlar bile onun için bir ağlama nedeniydi. Heyecanla, «Evet, anne, evet, yürüyebilirim,» diyerek heyecanla atıldım.

Daha o sabah okula gitmeyi düşlüyordum. Yürüyüş beni korkut¬ muyordu. Bence, Emily’nin başardığı şeyi ben de başarabilirdim. Emily’nin yolun en büyük kısmını Thompson ikizleri; Betty Lou ve Emma Jean’la yürüdüğünü biliyordum, ama son bir mili yalnız başına yürümek zorundaydı. Emily korkmuyordu . Hiçbir şey onu korkutmazdı ne çiftlikteki en karanlık gölgeler, ne de Henry’nin anlattığı hayalet öykü¬ leri, hiçbir şey. «Güzel. Bu sabah kahvaltıdan sonra Henry’den arabayı hazırlama¬ sını ve bizi kente götürmesini isteyeceğim. Bayan Nelson’un mağaza¬ sında senin için ne gibi güzel ayakkabılar ve yeni elbiseler olduğuna bakacağız.» Annem beni donatmaya sabırsızlanıyordu. Annem alışveriş yapmaya bayılırdı, ama babam bundan nefret eder ve annem ona ne kadar yaltaklanırsa yaltaklansın ve yakınırsa yakınsın, onu pek ender olarak Lynchburg’daki büyük mağazalara götürürdü. Ona, kendi annesinin giysilerinin çoğun u kendisi diktiğini, annemin de aynı şeyi yapması gerektiğini söylüyordu. Ama annem dikiş dikmekten veya örgü örmekten nefret ediyor, her türlü ev işini küçümsüyordu. Yemek pişirmek ve temizlik yapma k onu sadece, aşırı bir savurganlık örneği yemeklerinden ve şölenlerinden birini düzenledi¬ ği zamanlar ilgilendirirdi. O zamanlar oda hizmetçilerimizle Louella peşinde olduğu halde evin içinde dolaşır, neyin değiştirilmesi veya nere- lerin süslenilmesi, neyin pişirilmesi ve hazırlanması gerektiğine dair kararlar verirdi.

Emily ihtiyar bir kadın gibi buruşturduğ u bir yüz, kısılmış gözler, çizgi gibi sıkılmış dudaklar ve buruş buruş bir alınla, «O, yeni bir elbise ve yeni ayakkabılar gereksinmiyor, anne,» diye atıldı. «Yürürken üstündekileri berbat edecektir.» Annem gülümsemeye çalışarak, «Saçma,» dedi. «Her küçük kız okuldaki ilk gününe yeni giysiler ve yeni ayakkabılarla gider.» Emily, «Ama ben gitmedim,» diye karşılık verdi. «Benimle alışverişe çıkmak istemedin, ama ben sana yine de senin için satın aldığım yeni ayakkabıları ve yeni elbiseyi giydirdim. Yoksa unuttun mu?» Anne m bu kez açık seçik gülümsüyordu. Emily duda k büktü . «Ayakkabılar ayağımı vurmuştu, ben de evden çıkar çıkmaz onları çıkararak eski ayakkabılarımı giymiştim.» , Babamın gözleri iri iri açılmıştı. Yüzünde garip bir anlamla büyük kızına bakıyordu. «Sahi mi söylüyorsun?» dedi annem. Kötü ya da çirkin bir şey olun¬ c a, annem önc e inanamaz, sonra olanı çaresiz kabullenmek zorunda – kalınca, tez elden unuturdu . Emily gururla, «Evet, öyle yaptım,» dedi. «Yeni ayakkabılar yukarı¬ da gardrobumu n dibinde saklı.

» Annem yılmayarak gülümsemeyi sürdürdü ve, «Belki Lillian’ın ayak¬ larına olurlar,» diye fikir yürüttü. Babam bu sözlere güldü. «Hiç sanmam. Emily’nin ayakları, Lillian’ınkilerin iki katı kadar.» Annem hülyalı bir tavırla içini çekti. «Öyle ya. Neyse, yarın ilk iş ola¬ rak Upland İstasyonuna gideceğiz, Lillian tatlım.» Koşup olanları Eugenia’ya anlatmaya sabırsızlanıyordum. Sofrada oturmak onu yorduğ u için, yemekleri çoklukla odasına çıkarılırdı. Yemeklerimiz oldukç a özenle hazırlanırdı zaten. Babam sofrada ilk iş olarak Kutsal Kitap’tan bölümler okurdu . Okumayı öğrendikten sonra bu işi bazan Emily yapar oldu. Ama bölümleri seçen yine de babamdı. Babam ço k iştahlı bir adamdı ve her lokmasının tadını çıkarırdı. Önce salata ve meyva yer, sıcak yaz günlerinde bile çorba içerdik.

Kirli tabak¬ lar kaldırılırken ve tatlının gelmesi için sofra yeniden düzenlenirken babam oturup beklerdi. Bu arada bazan gazetesini ve özellikle ekono – mi haberlerini okur, annemle benim ve Emily’nin o sırada oturup bekle¬ memiz gerekirdi. Annem, duyduğu dedikoduları ya da okumakta olduğu romantik bir romanda olan bitenleri geveleyip durur, ama babam onun dedikleri¬ nin tek kelimesini duymazdı. Emily ise kendi düşüncelerine dalmış görü¬ nürdü. Annemin en iyi dinleyicisi bendim. Komşu ailelerin dertleri ve uğraşları, başarıları ve başarısızlıkları beni büyülerdi. Her cumartesi annemin hanım arkadaşları ya evimize öğle yemeğine gelirler ya da annem içlerinden birinin evine giderdi. Görünüşe bakılırsa, birbirlerinin kulaklarını haftanın kalan kısmına yetecek kadar dedikoduyla doldurur¬ lardı. Annem daima ona dört veya beş gün önce söylenmiş bir şeyi anımsar ve ne kadar önemsiz ve anlamsız bir haber olursa olsun, arka¬ daşlarının önünde patlatmaya bayılırdı. «Martha Hatch geçen perşembe evinin merdiveninde ayak parmak¬ larından birini kırmış, ama rengi morarana kadar kırık olduğunu farket – memiş.» Olan bir şey genellikle ona yıllar önce olmuş benzer başka bir şeyi anımsatır, o da bunu anlatırdı. Babam da vakit vakit bir şeyi anımsardı. Öykülerle haberler yeterince ilginç olursa yemekten sonra odasına uğradığımda onları Eugenia’ya aktarırdım. Ama okula gideceğimi anne¬ min açıkladığı gün, nakledilecek sadece bir tek konum vardı. Kulakla¬ rım başka hiçbir şey duymamıştı.

Kafamın içi heyecan verici düşünce¬ lerle doluydu. Şimdi başka kızlarla tanışacak, onlarla arkadaş olacaktım. Yazı yaz¬ mayı, hesap yapmayı öğrenecektim. Hizmetkârlara verilmemiş olan tek zemin katı odası Eugenia’nınkiyd i. Böylesinin onun için, sürekli merdiven inip çıkmasından daha kolay olacağına çok önceden karar verilmişti. Masadan kalkmama izin verilir verilmez koridorda onun odasına doğr u koştum. Eugenia’nın yatak odası evin arka bölümündeydi, ama pencereleri batı yönündek i kırları gördüğünden güneşin batışını ve çiftlik işçilerinin tütün işinde çalışmala¬ rını seyredebiliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir