V. C. Andrews – Yıldızlar Geçidi 1 – Cinnamon

“Cinnamon Carlson.” Bayan Hamilton ismimi söylediğinde ben de diğer herkes kadar şaşırdım. Kat görevlisi ve herkesin bu yılki Bayan güzel ayakkabı favorisi Edith Boot, İngiliz edebiyatı dersimizi bölmüştü. Kapıyı açtı, tahta döşemelerin üstünden küçük, mükemmel adımlarını tıkırdatarak kusursuz bir yürüyüşle içeri daldı. Omuzları kendinden emin bir şekilde dikti ve sanki, donuk kahverengi saçlarının üzerinde görünmez bir kitap vardı. Herkes bu boyun hizasında ve gözlerinin etrafında biçimsizce dağılan saçlarını annesinin kestiğini biliyordu. Sınıfa girer girmez bana baktı ve Bayan Hamilton’a müdürün odasından gelen notu, felâket haberi edasıyla verdi. Suratındaki o kendini beğenmiş, küstah ifadeye yumruk atmak isterdim Bayan Hamilton’ın yüzü, dersimizin sert bir şekilde bölünmesiyle birden asılmıştı. Çünkü Bayan Hamilton tam o sırada. Othello’nun yastıkla boğma girişimine acınacak bir savunmayla karşılık veren Desdemona’yı canlandırıyordu. Sınıftaki en ilgisiz öğrenciler, örneğin Clarence Baron ve ben bile, bu sahneye takılıp kalmıştık. Ne bekliyordunuz ki? Bu bazılarının gördüğü ilk canlı tiyatro oyunu sayılırdı. 9 V.C. ANDREWS Bayan Hamilton zamanında oyuncu olabilmek için faydasız bir çaba sarf etmiş, sonunda öğretmenlik mesleğine geri dönmüştü.


Tıpkı usta bir kayakçı olmayı istemesine rağmen bu sporda vasatın üzerine çıkamamış; ve genç yetişkin yıllarını yanından hızla ve görkemle geçen kayakçılara özenerek geçirmişti. Şimdi ise okulun tiyatro çalıştırıcısı olarak gelecek kuşağın Meryl Streep’lerinin ve Jodie Foster’larının esin kaynağı rolünü üstlenmiş durumdaydı. Bu aralar gözü üstüm-deydi, okulun oyununda bir rol almam için ısrar ediyordu. Çatıda yaşadığımız zamanlar, oynadığımız oyunlardaki yeteneğimi unutmayan annem de rol yapmada başarılı olduğumu düşünürdü ve “Bu işte çok iyisin Cinnamon,” derdi bana. “Bir gün, muhteşem bir aktris olacaksın.” Aslında bana sorarsanız, sadece ve sadece yaşadığımız dünyada hayatta kalabilmek için iyi bir oyuncu olmalısınız. Bunu yaparken de yüzünüzü, sesinizi, duruşunuzu kontrol etmeniz gerekir. Her şeyden önemlisi ise gerçekçi sebepler ve bahaneler uydurup, bunlarla kendinizi savunma becerisine sahip olmalısınız. Özellikle son zamanlarda bana öyle geliyor ki bu hayatta dürüst olmak, çırılçıplak sokağa çıkmakla aynı şey. Kapının açıldığını ve Bayan Hamilton’ın ara verdiğini duyunca başımı kaldırdım. O, aşırı duygusal bir şekilde Desdemona’yı canlandırırken ben gözlerimi sıramın üzerine dikmiştim. Çünkü bunu izlemek çok sıkıcıydı ayrıca Ot-hello’yu gerçekten çok seviyordum. Bunu izlemek birinin creme brulee tarifini berbat edişini izlemeye zorlanmak gibi bir şeydi. Daha önce creme brulee yememiş olan birisi, yanlış bir tarifle yapılmış bu tatlıyı böyle lezzetsiz sanır. Ve bu tatlıyı bir daha asla yemek istemez.

10 CINNAMON İçimden bir ses, oyunun burasında Desdemona’nın, Ot-hello’nun kendisini öldürebileceğine hâlâ inanmaması gerektiğini söylüyordu. Çığlığı, bu inanç, masumiyet, sadakat ve aşkla çınlamalıydı. Neden!. Bayan Hamilton bunun böyle olduğunu bilmiyor ya da biliyorsa neden bunu ifade edemiyordu? Kimbilir, kemikleri sızlayan Shakespeare o an mezarında nasıl dönüp duruyordu? Bayan Hamilton’ı diğer hocalarımın hepsinden fazla seviyordum, ama hiçbir zaman hatalara karşı hoşgörülü olamam. Her zaman, insanların iyi taraflarını göz ardı ederek kötü noktaların üzerinde dururum. “Büyükannnen Bay Kaplan’ın odasında seni bekliyor” dedi. Clarence Baron’a baktım. Bugünlerde benim yaşımda olan ve arkadaşlık ettiğim tek kişi. Ona tam olarak sevgilim diyemeyeceğim. O sınırı henüz aşmadık ve aşıp aşamayacağımızdan da pek emin değilim. Çekici olmadığını düşündüğümden değil, tersine ilginç bir yüzü, duyarlılığını ve zekâsını dışa vuran koyu renk gözleri var. Kahverengi saçları hep dağınık ve uzundur, bunun kendisini Ludwig Van Beethoven’a benzettiğini düşünüyor, biliyorum. Ama besteci olmak istediğinden değil, sadece klasik müzikten tanıdığım diğer insanların hepsinden daha çok hoşlanıyor. Upuzun boyuna göre oldukça zayıf. Ama köşeli çenesi, kusursuz denebilecek kadar güzel burnu ve kuvvetli ağzıyla hoşuma giden bir yüzü var.

Kızların onun hakkındaki yorumlarını duyuyordum, hep şu tip şeyler söylüyorlardı; 11 V.C. ANDREWS “Garip olması ne kötü, oysa çok seksi.” Onu neden garip sandıklarını biliyordum. Hiçbir şey Onu alışkanlıklarını gerçekleştirmekten alıkoyamaz. Örneğin, Clarence ilk sıra bölümünün son sırasında oturur. Bütün derslerde aynı sırada oturmak Onun için çok önemlidir. Sanırım bu gerçek bir takıntı. Başka bir takıntısı ise, bir binadan asla tek sayılı adımda çıkmamaktır. Çıkış kapısına kadar olan yolu adımlarını sayarak geçer ve binayı mutlaka çift sayılı bir adımla terk eder. Onu birkaç kere, emin olabilmek için geri dönüp tekrar sayarken bile gördüm. Ayrıca yemek tabağındaki her şeyi, ne olursa olsun, soldan sağa doğru yer. Ona bu tuhaf şeyleri neden yaptığını sormuyorum. Sorsam bile vereceği cevap “Böyle iyi oluyor,” veya omzunu silkerek “Bilmiyorum Cinnamon, sadece yapıyorum,” olur. Clarence koyu kahverengi kaşlarını soru sorarcasına kaldırdı ve ben de derin bir nefes alıp, başımı salladım.

Büyükannemin neden okula gelip beni aldığına dair hiçbir fikrim yoktu. Ama bu şaşkınlığımın altında bazı korkular vardı. İki gün önce, annem ikinci düşüğünü yaptığı için acı çekiyordu. Sekiz yıl önceki ilk düşükten sonra, O ve babam bir çocuk daha yapmaktan vazgeçmiş görünüyorlardı. Hattâ sevişmeyi bile bıraktıklarını düşünüyordum. Birbirlerine karşı sevgi ve tutku gösterdiklerini çok nadir gördüm. Özellikle büyükanne Beverly yanımıza taşındığından beri, şahit olduğum yakınlaşmalar sadece yanağa kuru bir öpücük, hızlı bir kucaklaşma veya el sıkışmasıydı. Onları gözetlediğim falan yoktu. 12 CINNAMON Bu sadece onların ve benim hayatıma yerleşen ve günlerimizin üstüne kasvetli bir yağmur bulutu gibi çöken bir şeyin gözlemiydi. Bu yüzden altı aydan biraz daha fazla bir süre önce annemin yemek sırasında verdiği haber, büyükannemi de beni de çok şaşırtmıştı. Bir parça ekmeği yuttuktan sonra derin bir nefes aldı ve “Yine hamileyim.” dedi. Büyükbaba Carlson’ın ölümünden çok kısa süre sonra bize taşınmış olan büyükanne Beverly, bunun üzerine birden çatalını elinden düşürdü, neredeyse tabağı kırılacaktı. Döndü ve babama aralarındaki bir anlaşmayı bozarak güvenini sarsmış gibi baktı. “Bu yaşında mı?” diye sordu.

“Yeniden çocuk mu Doğuracak?”. Sonra da anneme döndü. Annem her zaman Büyükanne Beverly’nin varlığını görmezden gelebilmiştir. Eğer isterse Onu dinlemez, hattâ duymaz. Karşısında bir taş yığını gibi durur ve tepki vermez. Bu tabiii ki Büyükanne Beverly’yi daha da sinirlendirir. Eski otoritesiyle, “Kırk iki yaşındasın Amber. Ne sanıyorsun?” diye çıkıştı. Büyükanne Beverly hiçbir zaman fikirlerini açıklamakta veya isteklerini belirtmekte sakınca görmezdi. Büyükbabam son derece uysal, nazik biriydi. Verdiği en büyük olumsuz tepki, başını soldan sağa iki kere hafifçe sallayıp, omuzlarını silkmek olurdu. Ne tartışırdı, ne sesini yükseltirdi, ne de surat asardı. Bir keresinde Clarence’a büyükbabamdan bahsederken “Hitler’in kuşatmasından sonraki Polonya’yı düşün.” demiştim. 13 V.

C. ANDREWS Büyükanne Beverly’nin acımasız bir diktatör olduğunu düşünmek benim için hiç de zor değildi. “Ne mi sanıyorum?” annem sakince büyükanne Beverly’nin sorusuna cevap verdi ve hızla ekledi: “Sağlıklı bir çocuk Doğuracağım. Ayrıca bugünlerde benim yaşımda bir kadının çocuk doğurması ender rastlanan bir olay değil. Daha geçenlerde elli yaşında bir kadının hamile kaldığını okudum.” Büyükanne Beverly’nin kısılan ve koyulaşan gözlerinden, onaylamadığı anlaşılıyordu. Yeniden çatalını eline aldı ve etini kesmekle meşgul olan babama kızgın bir bakış atarak, yemeğine devam etti. Sonra büyük bir sessizlik, Beethoven’in Beşinci Senfonisi gibi kulaklarımızda patladı. Ama büyükannem için, sessizlik kesinlikle bir kabullenme değildir. Bir şeyi onaylamadığını belirtmek için her fırsatı değerlendirir. Annemin hamilelik dönemi boyunca sürekli söylendi ve kırıcı lâflar etti. “Senin yaşında bir kadının, etrafta hamile kıyafetleriyle dolaşmasının nasıl bir görüntü olduğunun farkında mısın?” Sanki havlayan bir köpek gibiydi. “Saçlarında beyazlar çıkmaya başladı ve şimdi yediklerine her zamankinden daha çok dikkat etmek zorundasın. Senin yaşında kadınlar daha kolay kilo alırlar. Sonunda kardeşim Lucille gibi olacaksın.

Tavşan gibi bir sürü çocuk yaptı ve şimdi küçük bir file benziyor. Kalçaları o kadar büyüdü ki bir keresinde sandalyeden çıkamadı.” Annemden tepki alamayınca da, onun söylediklerini açıklayan bir çevirmenmişim gibi bana yönelirdi. “Lucille teyzenin sadece üç çocuğu var, öyle değil mi?” diye sormuştum. 14 CINNAMON Dinleyen bir kişinin bizim bir oyunun provasını yaptığımızı sanacağı havayla cevapladı: “Bu günlerde çocuk büyütmek çok pahalı ve zor. Ayrıca çok fazla emek isteyen bir şey. İnsanı olduğundan çok daha çabuk yaşlandırırlar. Her an ilgi isterler. Ben çocukken istiyorum diye bir kelime yoktu. Ağzımdan çıkan lâflar ‘lütfen,’ ‘teşekkür ederim,’ ‘evet efendim,’ ‘hayır efendim’ den ibaretti. Babamdan yeni bir elbise veya araba veya aptal bir mücevher için para istediğimde vereceği tepkiyi düşünemiyorum bile. Şu an yaşasaydı ve şu, onlara ne diyorsunuz bilmiyorum… hani şu burunlarına ve göbeklerine küpe takanları görseydi. Dünyanın sonunun geldiğini düşünürdü ve bence gerçekten de öyle.” “Bu evde sadece iki çocuk olacak” dedim anneme bakarak. Bizi dinlememeye çalışıyordu ama büyükanne Be-verly onu sürekli aşağılıyordu.

Sanırım o sıralarda annemin ağrıları başlamıştı. Yüzü bembeyaz olmuştu ve çok acı çekiyordu. Sonra düşük yaptı. Bir gece acı çığlıklarla ve telaşlı gürültülerle uyandım. Kanaması başlamıştı ve acilen hastaha-neye götürülmesi gerekiyordu. Babam onlarla gitmeme izin vermedi. Saatler sonra eve geldi ve annemin bebeğini kaybettiğini söyledi. Büyükanne Beverly hiç suçluluk ve üzüntü duymadı. Yaptığı yorum, doğanın böyle bir şeye karşı çıktığıydı. Bir gün sonra annemi eve getirdiklerinde, annem onun yüzüne bakmaya dayanamıyordu. Kimseye bakamadı zaten, bana bile. Gözleri donuklaşmış, acısı onu suskunlaştırmıştı. Kendi bedeninin içinde hapis yaşayan birisi gibiydi. 15 V.C.

ANDREWS İşte şimdi büyükannemin okula beklenmedik gelişinin olası sebeplerini düşündükçe içim ürperiyordu. Othello kopyamla defterimi hızla kapattım, ve eşyalarımı toparladım. Sınıftaki herkesin beni izlediğinin farkınday-dım. Gözleriyle her hareketimi takip ediyorlardı. Hayatımın büyük bölümünde insanların bakışlarını üzerimde hissettim. Artık bu beni rahatsız etmiyor. Zaten hiçbir zaman fazla etmedi. Bu umursamazlık veya Bayan Hamilton’ın deyimiyle görünmez duvar ne zaman istersem, dünyanın geri kalanıyla arama bir mesafe koymuştur. Bu huyumu, gerçekten annemden aldığımı söylemeliyim. Fakat babam da zaman zaman küstah ve kırıcı tavırlar karşısında sağır gibi davranabiliyor. Büyükanne Beverly’nin bizde kaldığı bu dönemde buna çok alıştı. Biliyorum, birçok insan, özellikle bazı hocalarım ve büyükannem benim giyiniş ve davranış tarzımla dikkat çekmek istediğimi düşünüyorlar. Kumral ve gür saçlarım omuzlarımın altına gelecek uzunluktadır. Hiçbir zaman daha kısa kesmem ve kâküllerimi de düzeltmem. Bazen çizgi çizgi gözlerimin üstüne bazen ise tek bir gözümün önüne düşerler.

Onları asla düzeltmem, hocalarıma, diğer öğrencilere, her şeye ve herkese dümdüz inen kızıla çalan bir perdenin ardından bakarım. Bunun başta büyükanne Beverly olmak üzere birçok kişiyi rahatsız ettiğinin farkındayım.Bu halimi her gördüğünde, solgun ve yıpranmış yüzünde sinirden kırmızı lekeler oluşur. “Kes şu saçlarını ya da en azından düzgünce arkaya doğru tarayıver. Seninle konuşurken bana mı bakıyorsun 16 CINNAMON yoksa başka bir şeyle mi ilgileniyorsun anlayamıyorum.” Bir eleştiriden öbürüne geçer. Ağını ören bir örümcek gibidir. “Hem okulda giyecek daha neşeli bir şeyin yok mu?” Ben de annem gibi, koyu renklerden hoşlanırım. Her zaman siyah, koyu mavi veya koyu gri kıyafetler giyerim. Dudaklarıma şeffaf bir ruj, tırnaklarıma da siyah oje sürerim. Çok fazla göz makyajı yaparım. Güneşten kaçarım, sadece cilde zarar verdiği için değil, aynı zamanda tenimin açık renk olmasını severim. Çok ince bir cildim var, şeffaf gibi. Şakaklarımdan geçen mavi ince damarlar gözükür.Ben de bu incecik çizgilerden geçerek beynime ve kalbime ulaşan kanı düşünürüm.

O anda kalbim duracakmış gibi hissettim. Edith Booth beni sınıfın kapısında bekliyordu. Kat görevlisi rolünde o vardı. Bu da, nöbetçi asker gibi sınıfa gelecek, beni alacak ve müdürün odasına kadar bana eşlik edecek demekti. İnce, biçimsiz dudaklarını birbirine bastırarak kafasını kaldırdı. Kapıyı sonuna kadar açmış, çıkmamı bekliyordu. Tam çıkarken geriye uzandım, elini iterek kapının kolunu yakaladım ve kapıyı hızla çarptım. Gürültülü çıkışımın ardından, sınıftan yükselen gülüşmeleri duydum. Kapalı kapıyla karşı karşıya kalan Edith Bo-oth’un, bütün o Bayan Mükemmel havası kaçmıştır diye düşündüm. Hiç zaman kaybetmeden kapıyı açtı, sınıftan çıkıp kapıyı kapattı ve bana yetişebilmek için hızlı adımlarla yürümeye başladı. Topuklarından çıkan tıkırtı sessiz koridorda yankılanıyordu. 17 V.C. ANDREWS “Bu yaptığın hiç hoş değildi” dedi. Döndüm ve ateş püsküren gözlerle baktım.

Ailemi tanıyan ve evimizi görmüş olan herkes, evimizin içinde gezen ruhların bizi kötü etkilediğini düşünür. Lânetli bir ev olduğunu söylüyorlar. ‘Addams ailesi’ evi diyorlar. Dış cephesi çok koyu olduğu için ürkütücü bir görüntüsü vardır. Sanırım babam bu evden biraz utanıyor. Büyükanne Beverly bu evi almasını kesinlikle istemiyordu. Ama ilk defa olarak babamın karar vereceği bir konuda, büyükannemin baskısı işe yaramamıştı. Annem bu evin alınması için çok kararlıydı. İkinci Victoria döneminden kalmış evimiz Tarrytovvn, New York’un on mil Kuzeybatısındadır. Gerçek sahibi General Grant’ın altında hizmet vermiş bir sivil savaş memu-ruymuş. Adı Jonathan Demerest olan bu adamın iki erkek, üç kız toplam beş çocuğu varmış. En küçük oğlu Abraham ve karısı Carolyne bir yıl arayla çiçek hastalığından ölmüşler. Mezarları bizim bahçemizde, küçük bir tepeciğin üzerinde duruyor. Annem, bir zamanlar bu tepeciğin üzerinden, her yerin göründüğünü söyler. Dediğine göre, bu eve ilk taşındıklarında, önümüzdeki orman bugünkü kadar geniş ve büyük değilmiş ve tabiii ki etraftaki evlerin hiçbiri yokmuş.

“Çok sakin bir yer, gömülmek için de çok uygun” demişti. “Aslında hâlâ da öyle. Belki ben de buraya gömül-meliyim,” diye eklemişti ve ben ağlamaya başlamıştım. Çünkü daha dokuz yaşındaydım ve annemin ölmesi gibi şeyler duymak istemiyordum. 18 CINNAMON Yumuşak, sevgi dolu gülümsemesiyle “Hepimiz bir gün öleceğiz Cinnamon,” elemişti. Bu ses tonu her zaman kalbimi okşamıştır ve beni sakinleştirmiştir. “Zamanımız gelince ölmek o kadar kötü değildir. Sadece buradan gideriz.” Başını kaldırıp uzun uzun gökyüzüne baktı, sanki daha önce bu deneyimi yaşamış gibi; “Sadece buradan daha huzurlu bir yere gideriz. Hepsi bu.” “Daha huzurlu mu? Nasıl buradan daha huzurlu olabilir ki?” “Senin içindeki huzur gibi,” diye cevaplamıştı. O zaman ne demek istediğini anlamamıştım ama şimdi anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Her neyse, annem önce bu eve, ondan sonra babama âşık olmuştu. Ve ona evlenmelerinden bir sene sonra bu e-vi aldırmıştı.

Evimiz bir tepenin üzerine kuruludur ve altımızda kalan yollarla evlerin üzerinde, olduğundan daha kocaman, daha korkunç görünür. Üç katlıdır. En üstte canavarlar ve hayaletler için harika bir saklanma yeri gibi duran bir kubbe vardır. Bazı çocuklar, geceleri benim gizlice oraya çıkarak aşağıdaki insanlara lânetli büyüler gönderdiğimi düşünüyorlar. Ne zaman hakkımda bu tip bir düşünce duysam gülerek, saçlarımı arkama atarım ve annemin bana söylediği Katha-rine Hepburn’ün, topluluklar için söylediği şeyi söylerim: “Hakkımda söylenenler, doğru olmadıkları sürece umurumda olmaz.” Bunun ne anlama geldiğini birçok kişi bilmez. Benim garipliğimin bir kanıtı daha olduğunu düşünürler. Birinin 19 V.C. ANDREWS özel hayatının, sırlarının, kendine sakladığı şeylerin ortaya çıkmasının ne kadar alçaltıcı bir şey olduğunu bilmezler. Bu yüzden bizim evde kapılar kilitlidir, pencereler ve perdeler her zaman kapalıdır. Evimizin insanların üstünde nasıl bir etki bıraktığı beni ilgilendirmiyor. Ben de bu evi en az annem kadar seviyorum. Bu tarz evlerin damlarının üzerinde üçgen şeklinde sivri bir çatı katı bulunur. Evin kendisi kare biçimindedir ve pencerelerin üzerinde demirden yapılmış el işi süslemeler vardır.

Ön bölümü giriş kapısıyla ikiye ayrılmıştır. Bütün pencereler çifttir, alt katlardakiler başlıklıdır. Annem evden konuşmaya bayılır, dinlemek isteyen herkese tarihi ve mimari bilgisini ispatlar-casına bu konulardan bahseder. Büyükanne Beverly’e gelince, o her zaman buranın yaşamak için berbat bir yer olduğunu düşünmüştür. Buna rağmen büyükbaba Carlson öldüğünde yanımıza taşınmak için can atıyordu. Annemin dediğine göre bu büyükannemin fikriymiş. Babam da, evde bu kadar çok oda varken büyükannem yaşında bir kadının yalnız yaşamasına sebep olmadığını düşünüyordu. “Sebep yokmuş…” demişti annem. “Bizi azarlamaktan başka…” Her neyse, insanlar rahatsız edici görüntüsü yüzünden, evimizi perili sanıyor. Bana da gözü dönmüş bir deli veya her an kendine zarar verebilecek bir tip gözüyle bakıyorlar. Bazı hocalarımın benimle konuşurken, aramızda belli bir mesafe bırakmaya çalıştıklarını fark ediyorum. Bazen etraftaki insanları korkutmak için tek yapmam gereken, Edith 20 CINNAMON Booth’a yaptığım gibi, gözlerimi dikip uzunca bakmak oluyor. Huzursuzluğa kapıldıklarını hissedebiliyorum. Doğrusu bundan hoşlanmaya başladım. Bana güç veriyor.

“Ne var?” diye Edith Booth’a döndüm. Bir adım geriye çekildi. “Bay Kaplan…. seni istiyor… şimdi,” diye kekeleyerek zorlukla cevap verdi. “O zaman sözümü kesmeyi bırak,” diyerek sertçe çıkıştım. Gözlerinin içine baktım ve yüzü sapsarı kesildi. Müdürün odasına gidene kadar birkaç âdım arkamdan geldi. İçeri girdim ve büyükanne Beverly’yi, küçük taklit deri koltuğun üzerinde otururken buldum. Gergin bir şekilde parmaklarını çıtlatıyordu. Bunu çok sinirli olduğu zamanlarda yapar. İçeri girdiğim anda upuzun boyuyla ayağa kalktı. Büyükbaba Carlson da çok uzundu ama büyükannemin varlığının yanında kısalmış görünürdü. Babam da hiçbir zaman büyükannemin yanında gerçek boyunu göstermez o da hep daha kısaymış gibi durur. Büyükannemin gölgesi insanları küçültür. Bir gün annemle büyükanne Beverly’den bahsederken,”Endam, insanın tavrına göre değişir.

Kendine olan güvenin seni daha heybetli gösterir,” demişti. “Bu konuda büyükannen şeytana hakkını vermeli…” Büyükanne Beverly’nin gözünü korkutamadığı tek insan annemdir. Ama annemin bile onunla sürekli savaşacak gücü yoktur. Babam ise birçok konuda çok güçlü bir insan olmasına karşın annesiyle yüzleşmeye gelince küçük bir erkek çocuğu oluyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir