V. C. Andrews – Yıldızlar Geçidi 2 – Rose

Rose gelecekteki yaşamının bîr hayal kırıklığı ile değişeceğini tahmin bile edemezdi. GECE yarısına geliyordu, annem yanımda yatıyordu. Garaj yolunda araba farlarını gördüğüm zaman kalbim hızla atmaya başladı. Babam, diye düşündüm. Camın kenarına yaklaştığımda, gelenin babam olmadığını anladım. Gelen, Georgia Eyalet Polisi amblemi taşıyan bir polis aracıydı. Arabadan iki polis memuru indi ve ön kapıya doğru ilerlediler. Bir an olduğum yerden kıpırdayamadım; nefes bile alamadım. Kapı zili annemi uyandırdı. “Bu ses bizim kapıdan mı geldi?” “Evet, anne,” dedim. Yutkunamıyordum. “Peki, bu saatte kim olabilir?” Camdan dışarı bir kez daha baktım ve ona yöneldim… GİRİŞ KÜÇÜK bir kızken, Bay Cin’ in gölgelerde gizlendiğini ve beni incitmek ya da korkutmak için fırsat kolladığını düşünürdüm. O karanlıkta yaşardı. Onu hızlı bir siluette görürdüm, gıcırdayan döşemelerde ve duvarlara fısıldarken duyardım. Kâbuslarıma girerdi ve anne ya da baba diye bağırarak uyanırdım.


Büyüdüğümde onun gölgelerde ya da dışarıdaki karanlıkta yaşamadığını öğrendim. O; günahkâr, bencil, kıskanç insanların kalplerinde yaşıyordu ve onlar, onu benim gibileri incitmesi için zorluyorlar-dı. İsimlerimizi onun kulağına fısıldıyorlar ve onları bize yöneltiyorlar. Ona karşı tek silahımız sevginin ta kendisi idi. Büyük bir ışık gibi bu silahı ona çevirebilir ve tekrar geldiği günahkâr kalplere gönderebiliriz. Bu, acı çekerek öğrendiğim bir dersti. Bu ders, masumiyetimi ve güvenen kalbimi yitirmeme sebep oldu. Beni dikkatli ve şüpheci bir hale getirdi. Tüm gülümseyişlerde, kahkahalarda, her güzel sözde Bay Cin’i aradım. Büyümek, olgunlaşmak ve güçlü olmak zorundaydım. Yine de, çocukluğumu ve beni her yeni güne hazırlayan güneşle gelen basit merakı özlüyor-dum. Geride tüm bunları bırakarak yaşamak çok zordu. Vedaların en üzücüsüydü. 1 BABAM HER zaman babamda farklı bir şeyler olduğunu düşündüm. Her zaman havai ve umursamazdı; aynı zamanda nazik ve yumu-şakbaşlı biri idi, bir odaya, hiç kimse onu fark etmeden girip çıkabilirdi.

En kötü şartlar olsa bile, onu hiçbir zaman, depresyona girmiş ya da herhangi bir şey hakkında endişeli endişeli düşüner-ken görmedim. Birçok işten atıldı, araba kazaları geçirdi, evleri ipoteği ödemediği için elinden alındı. Benim bildiğim iki kez, iflas etti. Bir keresinde sadece eşyalarımızdan birkaçını alarak evimizi terk etmek zorunda kaldık. O zaman bile, inancını kaybetmedi, sesinde hiçbir zaman mutsuzluk hissetmedim. Onu her zaman yerlerde yuvarlanarak, tökezleyerek yürüyen ve tesadüf ayaklan üzerine düşen, her zaman şarkı söyleyebilen neşeli bir çocuk olaV. C. ANDREWS rak hatırlarım. Sanki başına gelen kaza bir başany-mış gibi davranırdı. Her fiyaskodan sonra bir alkış, kahkaha ya da teşvik beklermiş gibi bir hali vardı. Bir keresinde bana okulda bir sınavdan kötü not aldığında, kâğıdında diğer çocuklarınki gibi siyah kalemle yazılmış not yerine kırmızı ile yazılmış not olduğu için mutlu olduğunu anlatmıştı. Yenilgi sözcüğü lugatında bulunmazdı. Her yanlış, her başarısızlık, sadece küçük birer aksama idi onun için. Sadece yenisine başlamak için bir fırsat. Tüm hayatını aynı kasabada, aynı evde, aynı işi yaparken geçirip başarılı olanlara acıyarak bakardı.

Babam, bu düşünceyi ailenin felsefesi yapmıştı. Harrison Ford’a benzeyen yakışıklı bir adamdı, mükemmel değildi. Ancak mavi gözleri bir anda büyük bir enerji ile parlar ve gülümsemesini bir mıknatısa çevirebilirdi ya da kahkahasını bir müzikale dönüştürürdü, el kol hareketleri bir boğa gü-reşçisininkiler gibiydi. Uzun boylu, açık renk saçlıydı. Saçları asla dağınık değil, ama onu gören kilometrelerce koşmuş ya da büyük bir kavgadan çıkmış olduğunu sanırdı. Atletik görünüşlü, geniş omuzlan olan bir adamdı. Okulda iyi bir atlet olabilecek sabrı ya da disiplini hiçbir zaman olmamıştı, ama ne olursa olsun onu yapmak istediği şeyden hiç kimse geri çevirememişti. Babamın düşüncesiz ve çocukça davranışları annemi her zaman diğer insanlara karşı zor duruma sokardı. Annem her zaman onun maskaralıklaROSE nndan çekinir ve başansızhklan ile yıkılırdı. Ona bir fırtınada sürüklenen sandalın kenarına tutunmuş gibi tutunmuştu, bu fırtınanın dineceğine ve şiddetle yağan yağmurun kısa zamanda kesileceğine inanırdı. Belki de ufkun üzerinde güneşli bir gökyüzü vardı. Bu iyimser düşünceleri benim hiçbir zaman göremediğim bir şeyin üzerine oturtmuştu. Belki bu onun hayaliydi; babama inanmak, bu hayali, masum küçük kızları yüzünden hep içinde yaşatmıştı. Belki bu gerçekten imkânsızdı, iyimserlik babamdı. Onu hiç üzgün görmedim, nadiren bezgin olurdu.

Elbette, onu hiç ağlarken de görmedim. Onu işten çıkaranlara ya da fırsatları kaçırmasına neden olan olaylara hiç kızmazdı. Bu tip şeyler onun için hep yeni başlangıçlardı. Sonunda bir yere yerleştik, Georgia, kısa sürede babam kaçınılmaz yenilgiyi apaçık görüyordu. Bir süre sonra -ikinci ipotek başarısızlığıydı sanırım– ev almaktan vazgeçtik ve kiralamaya başladık. Babam altı aylık kiraları severdi. Uzun süre parasını bir yere bağlamak istemezdi. Elbette, annem onunla tartışırdı. “Rose’un sağlam temellere ihtiyacı var. Böyle bir yerden başka bir yere taşınarak okulunda başarılı olmaz, Ne onun ne de benim arkadaşlarımız olamaz, Charles.” “Sen de yapamazsın!” diye çıkışırdı annem, kaşları yüzünden fırlardı sanki. “Diğer erkeklerle birlikV. C. ANDREWS te hiçbir şey yapmazsın. Onlarla maç izlemeye gitmezsin, balık avlamaya ya da avlanmaya gitmezsin.

Kimse ile arkadaşlık ya da iletişim kurmak için kendine şans vermiyorsun. Birini, ikinci kez görmeden önce, bavullarını toplamaya başlıyorsun.” Babam annemin söylediklerini ciddiye alıyormuş gibi dînler ve sonra şöyle derdi; “Onlar gerçek arkadaşlıklar değil, Monica sadece tanışıklık.” “Pekâlâ, öyle ise bana birileri ile tanışmam için vakit ver!” diye tekrar çıkışırdı annem. O sadece güler ve başını sallardı. “Bunu yapacaksın…” diye söz verirdi. Babam her defasında çocuklar gibi söz verirdi. İlk önce bize düşüncelerini, yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı renginde olan umutlarını ve hayallerini anlatır ve bizi izlerdi. Bu hayal baloncukları patladığı zaman, çantasından sanki yeni aletler çıkar-tırmış gibi yeni düşünceler üretirdi. Ben, bir şampanya kadehinde yüzüyormuşuz gibi hissederdim. Günü nasıl geçmiş olursa olsun, ön kapıya geldiğinde: “Eve döndüm!” diye bağırırdı. Her şeyi bırakmamızı ister gibi haykırırdı. Annem ve ben arkamızda neşeli bir müzik eşliğinde ona koşardık. Annem okuduğu dergiyi, kitabı ya da ev işlerini bırakırdı. Ben de o sırada ne yapıyorsam bırakırdım.

Çoğunlukla o saatlerde ödevlerimi yapıyor ya da kanepeye serilmiş televizyon izliyor olurdum. İkimizde ona sarılmak ya da onun bize sarılması için koşardık. ROSE Bunu çok uzun zamandır yapmıyoruz, en son ne zaman yaptık hatırlamıyorum. Şimdi, “Eve döndüm!” sesi yankılanıyor ve bir anda ölüyor. Hâiâ bizi o nazik gülümsemesi ile karşılıyor, İşten geldiğinde büyük bir savaştan geri dönmüş gibi görünüyor. Her gün eve geldiğinde tüm işlerini bitirmiş, son kontrol için sadece bir gün gerekiyormuş gibi davranıyor. Şimdi Georgia, Lewisville’de araba pazarlamacılığı yapıyor. Atlanta’nın kuzeybatısına 45 mil uzaklıktaki tek sanayisi ve ördek göletleri ile meşhur bir topluluk. Otomobil freni yapan, yedi yüz kişinin çalıştığı bir sanayi bölgesi. Etrafında küçük yerleşim birimleri ‘oluşmuş, bir alışveriş merkezi var, perakende satış mağazaları dört araba satış dağıtım temsilciliği var. Bir tanesi babamın kamyon, araba ve cip satmak için çalıştığı Kruegar’ın yeri. Babamın burayı nasıl bulduğu bir sır, ama biz buradaki küçük kiralık evimizde iki yıldır yaşıyoruz. Bu gerçekten bizim için bir rekor. Evimiz şimdiye kadar sahip olduğumuz ya da kiraladığımız evlerin en büyüğü ve en konforlusu. Beşik çatısı ve ön tarafındaki verandası ile tam bir Kraliçe Anne.

Arkasında küçük bir bahçesi, bir garajı, küçük bir bodrum katı ve bir tavan arası var. Evimizin üç yatak odası, hâlâ çalışan eşyaları olan bir mutfağı mütevazı bir salonu ve bir yemek odası var. Şimdiye kadar hiç bu kadar çok eşyamız olmamıştı, bizim için fazla bile sayılabilirdi. Sokağımız sakindi, komşularımız cana yakın ve hoş insanlardı. V. C. ANDREWS Herkes babamı kolayca sevmişti. O her zaman sevimli ve sempatikti, herkesi güler yüzle selamlardı. Babam çok konuşkan bir adamdı, İnsanlara politikadan, ekonomiden, kitaplardan sinemadan özellikle avcılık ve balıkçılıktan bahsedebilirdi. Her konuda sohbet edebilirdi, ama konunun derinlerine inemezdi. Kolej eğitimi yoktu, ama insanlarla anlaşmasını, onları ikna etmesini iyi bilirdi. Annem her zaman söylediklerini unuttuğunu söylerdi. O bir politikacı olmalıydı aslında. Trafikte hız yaparken yakalandığında polis memurunu kolayca ikna edebilirdi. Zavallı adam her konuşmadan sonra kendisini suçlu hissederdi.

Babamın iyi bir pazarlamacı olmasında, konuşma tarzı ve arkadaşça yaklaşımları çok etkili olmuş olmalı. Pazarlama işinde başarısız olduğunda, bu, onun yapamadığından kaynaklanmazdı. O her zaman bunun ilgisini kaybettiğinden ya da kendisine daha cazip gelen başka bir işle uğraşmak istediğinden kaynaklandığını düşünürdü. Patronunu ikna etmesini de çok iyi bilirdi. Babam anlayışlı bir adamdı, bana göre patronu onu işten kovduğunda o her zaman gülümseyerek karşılık verirdi. Şimdi burada yaşıyoruz ve burada yaşamayı arzu ediyoruz, burada bir hayat kurmak istiyoruz. Annem, yeni insanlarla tanışıyor, arkadaşlıklar kuruyor, organizasyonlara katılıyor. Ben okulda iyi bir öğrenciyim, son sınıftayım ve mezuniyetimi bekliyoruz. Hayatta ne olacağıma henüz karar verROSE medim. Okul piyeslerinde ve birçok aktivitede görev aldım, ama kendimi herhangi bir konuda çok iyi görmüyorum. Annem beni hayatta özel bir kariyer yapmam için zorlamıyor. Onun tavsiyesi sosyal hayatta rahat biri olmam. Son zamanlarda iyi düşünmem konusunda daha fazla üzerime gelmeye başladı. “Son ana kadar kalbini kimseye verme, bu zaman geldiğinde de üç kere düşün.” Onun bu iç karartıcı açıklamaları, çok erken evlenmesinden ve istediği rahat yaşamı sürememe-sinden kaynaklanıyor.

Annem ve babam lisede tanışmışlar, ailelerin tüm karşı çıkmalarına rağmen liseyi bitirince hemen evlenmişler. Büyükannem ve büyükbabam düğün için onlara hiç para yardımında bulunmamışlar. Evlenme!, için evden kaçmışlar ve babam bir iş bulur bulmaz bir ev tutmuşlar. Yaşam tarzımızdan dolayı annem olgunluk dönemini çekici bir bayan olarak geçirmek istiyor. Onunla bir yere gittiğimizde bunu onun gözlerinde görebiliyorum. Erkekler ona bakıyor mu hareketlerini izliyor mu diye etrafa gizli bakışlar atıyor, genç bir bayan bu bakışları onun üzerinden aldığında morali bozuluyor ve hemen eve dönüp derin düşüncelere dalıyor. Yıllarca büyük alışveriş mağazalarında kozmetik reyonlarında çalışmış, çok çekici bir kadındı. Babam işini kaybettiğinde, onun işyerindeki duruV. C. ANDREWS mu çok iyi bile olsa, patronları ondan çok memnun bile olsalar, hemen o da işini bırakırdı. Bu durum birkaç kez tekrarlandığı zaman annem de çalışmaktan vazgeçti. “Bunun anlamı ne?” diye sordu babama. “Hiçbir zaman bir işte uzun sureli çalışamayacağım, hiçbir zaman terfi edemeyeceğim!” Babam, “Ben senin her zaman evimin kadını olmanı ve Rose’un tam zamanlı annesi olmanı istiyorum,” dedi tartışmadan kaçınarak. Evimize giren fazladan gelirin bazen tek gelirimiz o olsa bile lüzumsuz olduğunu düşünürdü. Şimdi, Lewisville’de uzun zamandır yaşıyoruz ve annem tekrar işe dönmeyi düşünüyor.

Ben artık, kendime bakabilecek kadar büyüdüm, ev işlerine de yardım edebiliyorum, onun da doldurması gereken çok boş zamanı var. Babam, bu sefer karşı çıkmadı bu teklife. Yine de nadiren tartışırlardı. Babam buna çok meyilli idi. Hiçbir zaman bir şeye şiddetle karşı çıkmazdı. Hiçbir şey onun sinirlenmesine, suratını asmasına ya da moralini bozmasına sebep olmazdı. Onun cevabı her zaman omuz silkmek ve ardından, “Her neyse!” demek olurdu. Bu davranış ailemizin monoton hareketi idi. Benim istediğim her neyse; annemin istediği her neyse, Dünya’nın bizim için istediği her neyse, babam için fark etmezdi. O şu eski atasözünü çok severdi. “Bir dal eğer yerine bağlanmazsa, kırılır.” “Peki kırılma riski olmayanlar Charles, bağlamaya gerek yok mu?” diye sorardı annem. ROSE Gülümseyerek başını kaşırdı. “Monica, dünya üzerinde rüzgâr esmeyen bir tek yer yoktur.” Annem sinirlendiğini hemen belli eder ve derin düşüncelere dalardı, ama babam her zaman şap-kasındaki tavşanla hazırlıklı gelirdi.

Ona her zaman yeni bir parfüm ya da bir mücevher ile gelirdi, çiçekler gönderir, gönlünü alırdı. Annem başını saliar, ona “budala” der ve kırgınlığını sürdürmeyi severdi. Sonunda her zaman babamın güler yüzlülüğü ve çekiciliği kazanırdı. Onun bizim için ve annem için doğru kişi olduğunu düşünüyorum. Endişe edecek hiçbir şey yoktu. O elinde bir bardak martini ile oturma odasında otururken Edith Pi-af’ın “Ben Hiçbir Şeyden Pişman Olmam” şarkısını yaşardı. Başımıza ne gelirse gelsin, o geçmişte kalmış demekti. Onu unutmalıydık. Geleceğe bakmalıydık. Bu her yağmurlu günü, güneşli bir güne çeviren bir hayat felsefesi idi. Yaraların ve sıyrıkların üzerine bant yapıştır, gözyaşlarını tut ve olanları unut. “Sadece sevinç gözyaşları olabilir,” demişti bir keresinde babam. “Üzüldüğün ne? Kendini aşağılıyorsun ve kendi kendini yenilgiye uğratıyorsun. Hayata gül, her zaman her konuda başarılı olacaksın, Rose.” Ona hayretle bakardım, benim sihirbaz babam, gökkuşağını bulmakta başarısız olan babam.

BaV. C. ANDREWS bamın insanları ikna ederken takındığı rahat tavır beni çok etkilerdi, ama başarıya ulaştığında her şeyi bir kenara fırlatabilirdi. Hiçbir pişmanlık duymadan her şeyi bir kenara atmak bir meziyet mi yoksa delilik miydi? Buna her zaman hayret ederdim. Hiçbir şey için pişmanlık duyulmamalı mıydı? Hiçbir şey gözyaşlarına değmez miydi? Bunun cevabını almam fazla uzun sürmedi. Annemin anlattığına göre adımın Rose olmasında ısrar eden babammış, çok sevdiği Shakespeare sözlerinden birini söyleyerek, “Bir gül diğer isimlerin hepsinden daha tatlı kokar.” Söylediğine göre sadece bu yüzden değildi, ben o gün doğan bebeklerin en tatlı suratlısıymışım. Bir gülün her zaman mutluluk, iyi günler, aydınlık ve harika şeyler getirdiğini iddia ederdi. “Bir gülü herhangi bir şeyin yanına koyarsan ne olur?” diye sormuş anneme hastanede. “Ah. Moni-ca. Onu harika, nefis, çekici, cezb edici gösterir. O bir yere girdiğinde ya da birinin hayatına girdiğinde işte bunlar olacak. O bizim Rose’umuz.” Annem, babamı daha önce hiçbir şey için bu kadar ısrarcı görmemiş.

Büyükannelerim ve büyükbabalarımın, doğum kâğıdında bu ismi gördüklerinde, bunun korkunç olduğunu söylediklerini söylemişti bana. Babamın babası, dedem Wallace, “O küçük bir kız çocuğu, bir çiçek değil,” dermiş. O atalarımızdan kalma eski isimler önermiş, ama ailesi ile bağROSE larını koparmış olan babam bunların hiçbirini kabul etmemiş. Babası hayati boyunca yaptığı hiçbir şeyi onaylamazmış. Ailesi ona bütün pencereleri kapatmışlar ve camların arkasından izlemeyi tercih etmişier. Ama babam bu olanlar için hiç yas tutmamış. Babama büyükannemle büyükbabamı sorduğumda, “Seni geriye çeken insanlar, olumsuz ve tehlikeli insanlardır,” demişti. “Kimin buna ihtiyacı olur ki? Yıllar önce, senden bir çuvalmışsın gibi bahsettiler, biz hiçbir zaman böyle düşünmedik!” diye haykırdı ve beni etrafında çevirdi. Ben küçük bir kızken babam bana her zaman sarılırdı, beni kucağına alıp etrafında döndürürdü. Kızıl sarı saçlarımla oynar, bana bir mücevher olduğumu söylerdi. “Gözlerin iki elmas. Saçların altın. Dudakların yakut ve tenin inci gibi parlak. Benim çiçeğim, Ro-se,” diye bağırır ve burnumun ucunu öperdi. Gözlerinden taşan kahkahası gözlerimi kamaştınrdı.

O yıllarda babamın yaptığı her şey bana çok ilginç gelirdi. Öze! günlerde yemekleri o yapardı, her yemeğin farklı bir adı ve bir hikâyesi olurdu. Annem akşam yemeklerinde çok güldüğümü ve gülmekten karnıma sancılar girdiğini anlatır, babam insanı güldüren şeylerden zarar gelmeyeceğini söyler-miş. “Asık suratlı insanların karın ağrıları olur, Moni-ca. değil mi Rose?” diye sorarmış. V. C. ANDREWS Ben de her zaman ona hak verirdim. Bana göre onun yaptığı her şey doğru idî: dertsiz, mutlu, kayıtsız. “Senin baban hiç büyümeyecek,” derdi annem. “Onun, bu kocaman adam bedeninde küçük bir çocuk var. İnsanları güldürüyor, bir gün çok büyük biri olacak. Bugünün çok yakın olduğunu düşünmek istiyorum,” derdi bana. Endişe gözlerini karartırdı. Uzun nefesler alır ve beklerdi.

Yapabildiğinde ev işlerini yapardı, her zaman en iyisini yapardı. Büyüdüğümde bu endişeleri sürdürmeye devam edemedim. Babamın gözlerindeki parlaklık soluklaşmaya başlamıştı. Takındığı tavırlara rağmen yaşlandığını görebiliyordum. Buğday sarısı saçlarının arasında beliren beyaz teller yaşlandığının habercisiydi. Eskisi gibi elindeki her şeyi bir kenara atıp, beysbol sahasında gençlerle maç yapacakmış gibi durmuyordu artık. Onun kendisi için yarattığı dünya artık kapattığı kapıların altından akıyordu. Artık bunun üstesinden gelmek ya da korunmak için çok daha fazla çabalaması gerekiyordu. Babam kaçışlarını her zaman gizli tutardı. Annemin hoşuna gidenden biraz daha fazla içki içmeye başlamıştı. Ama o dışarıda sönük barlarda kötü arkadaşlarla birlikte içmezdi. Kese kâğıdı içinde getirirdi içkisini eve. İçerken hep yalnız olmayı tercih ederdi. Tüm rahatlamalarında olduğu gibi. Ördek avına çıkmayı çok severdi, ama hiçbir zaman bir ROSE grupla çıkmazdı.

O tam bir yalnızdı. Şüphelerini ve kabullenmelerini açığa vurmaktan hoşlanmazdı. Bir hafta sonu sabahı, her zaman olduğu gibi, annem ve ben uyanmadan kalktı ve dışarı çıktı. Nereye gittiği konusunda hiçbir not ya da işaret bırakmazdı, ama sonbahardı ve ördek mevsimiydi biz onun keşfettiği yerde boş bir sandal olduğunu bilirdik. Sandalını suya indirebileceği bir yer keşfeder ve orada avlanırdı. Hiçbir zaman bizim yiyebileceğimizden fazlasını avlamazdı. Annem de ördek pişirme konusunda çok iyi idi. Annem bu avlanmanın babamı çok iyi hissettirdiğini söylerdi. Eğer ilk çağlara dönersek babam bizi aynı şekilde doyuracağını söylerdi. Avlanmaya gitmeden bir gece önce, ödevlerimi yaparken babam odama girdi. Ödevlerime cuma akşamı başlamıştım, çünkü hafta sonu yapılacak bir sürü ödevim vardı, bitirme ödevime de başlamam gerekiyordu. Ben onu fark edene kadar, bir süre beni izledi ve benim şaşkınlığıma gülümseyerek cevap verdi. “Baba? ne?” diye sordum om,. Başını salladı ve yanıma, yere bağdaş kurarak oturdu. Bunu yapmayalı çok uzun zaman olmuştu.

Diğer arkadaşlarımın ailelerinin aksine, babam hiçbir zaman, günlük ya da haftalık olarak ödevlerimi kontrol ederek ya da okuldaki sosyal aktivi-telerimi sorarak beni rahatsız etmezdi. Okuldaki arkadaşlarımdan bazılarının evlerinde aileler, çoV. C. ANDREWS cuklarının peşinde FBI ajanları gibi dolaşıyorlardı. Bir arkadaşım ailesinin telefon konuşmalarını dinlediklerini anlatmıştı, onun büyük sorunları olduğunu düşünüyorlarmış. Bir diğeri, buluşmalara gittiğinde ailesinin peşine bir dedektif taktıklarını söyledi. Bunu tesadüfen öğrenmiş, babasının işyerine gittiğinde, telesekreterin mesaj dinleme düğmesine basmış ve birisinin son buluşması ile ilgili konuştuğunu duymuş. Bu aileleri öğrendikçe, böylesine ilgisiz, ama bana güvenen bir babam olduğu için Tanrı’ya şükrediyorum. Onu hiçbir şey şimdiye kadar mutsuz edemedi. Hiç bağırmadı. Hiçbir zaman bana vurmakla tehdit etmedi ya da bunu yapmadı. Hatta annem, “Hemen odana çık ve bütün gece orada kal!” ya da “Bütün hafta sonu evdesin!” diye bana ceza verdiğinde “Monica, yanlış bir şey yaptığını biliyor, hâlâ üzerine gitmenin bir anlamı yok,” derdi. Annem, ellerini iki yana açar ve “Öyleyse çocukla biraz ilgilen!” derdi. Babam bana dönüp, “Tatlım beni zor durumda bırakıyorsun, lütfen davranışlarına dikkat et,” diye bana sadece ricada bu-. lunurdu.

Sanırım her şeyden çok bu düşünce beni yanlış hareket etmekten korudu. Babamı hiçbir zaman mutsuz göremezdim, bunun olmayacağını sanırdım. Eğer bir gün bu olursa dünya üzerimize yıkılmış demekti. Bir gün babamın yüzündeki gülümseme gidecek ve hayatımızdaki ışık sönecek diye o kadar korkardım ki… ROSE O gece yanıma oturduğunda, “Ayrıntılarda hiçbir şey yok,” demişti. “Ama cuma akşamı. Neden arkadaşlarınla bir yere çıkmıyorsun, sinema, dans? Eminim sen okulun en güzel kızısındır.” “Yarın akşam, Paula Conrad ile çıkacağım, baba unuttun mu? Sana ve anneme yemekte bahsetmiştim.” “Pekâlâ.” Gülümsedi. “Sadece sen ve Paula?” “Sinemaya gideceğiz ve sonra başka arkadaşlarla buluşacağız.” Başını salladı. “Ve diğerleri erkek.” “Evet baba.” “Bugünlerde hayat nasıl gidiyor, Rose? Mutlu musun?” Kalbim hızla atmaya başlamıştı. Babam bir yerden ayrılırken bu şekilde konuşurdu.

“Her şey çok iyi baba. Öğretmenlerimi ve okulu çok seviyorum. İlk yandaki karnemi gördün, hepsi A’larla dolu,” Başını sallarken dudaklarını ısırıyordu. “Ve geçen sene okul piyeslerinde oynamıştım, bu yüzden ilkbahardaki büyük müzikale çıkmayı düşünüyorum. Drama öğretmeni bana hatırlatıp duruyor. Neden olduğunu bilmiyorum. Çok iyi şarkı söyleyemiyorum.” V. C. ANDREWS “Sen mücevhersin, Rose, şovunun parlamasını istiyor/’ dedi bana gülümseyerek. “Bu kadar alçakgönüllü olma,” dedi. “Koyun gibi davranma, onlar kurt olurlar,” diye beni uyardı. Söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum ancak, kendim için büyük şeyler hayal etmekten korkuyordum. Ben her zaman gösterişsiz ve çekingen oldum. Belki de uzun süreli bir çalışma göstermek için kendime söz vermekten korkuyordum.

Hayatım boyunca şehirden şehre, kasabadan kasabaya göçebe Çingeneler gibi dolaştık, hiçbir zaman biri ile çok yakın arkadaş olmak için ya da bir aktivite-ye katılmak için kendimde güç bulamamıştım. Ve-dalar kalbime saplanan küçük iğnelerdi. Bir arabanın arka koltuğunda oturup arka pencereden biraz önce ayrıldığımız evimize bakarken kendimi ne kadar fazla hatırlıyorum. Görünüşüme iltifat eden tek kişi babam değildi. Kendime güveni böyle kazandım. Altı ya da yedi yaşındayken, annem beni nereye götürse birçok insan gözlerime, bakışlarıma ve görünüşüme iltifat ederdi. İnsanlar sık sık fotojenik olduğumu, dergi kapaklarında çok güzel duracağımı söylerlerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir