skender, ilkbaharın sonlarına doğru, Amon Vahası’nı Nil’in Memphis kıyısına bağlayan yolda ilerlemeye başlayarak çölde yeni bir yolculuğa çıktı. Saatlerce yalnız başına doru atını sürüyor, Bukefalos da dizginleri ve koşumları olmadan sahibinin yanında ilerliyordu. Kral, aşmak zorunda olduğu yolun uzunluğunu kavrayalı beri atını her türlü gereksiz yorgunluktan esirgiyor, adeta genç yaşının gücünü olabildiğince uzatmaya çabalıyordu. Kızgın güneş altında üç hafta yol aldıktan ve pek çok zorluğa katlandıktan sonra Nil’in kıyılarını müjdeleyen yeşil çizgiyi gördüklerinde, düşüncelerine ya da anılarına dalmış olan Kral ne yorgunluk, ne de açlık, susuzluk belirtisi gösteriyordu. Arkadaşları onun bu sessizlik arzusuna saygı gösteriyor, uçsuz bucaksız çöllerde kendi sonsuzluk duygusu, ölümsüzlük kaygısı, ruhunun tutkularıyla baş başa kalmak isteyişini anlayışla karşılıyorlardı. Yalnızca akşamları konuşabildiklerinden, Leptine onu yıkarken arkadaşları Kral’ın çadırına giriyorlardı; böylece birlikte biraz çene çalabiliyorlardı. Günün birinde Ptolemaios uzun zamandır içinde gizlediği bir soruyla İskender’i şaşırtıverdi: “Tanrı Amon sana ne söyledi?” “Bana ‘oğlum’ diye hitap etti,” dedi İskender. Ptolemaios, Leptine’nin elinden düşüveren süngeri alıp kıza uzattı. “Peki, sen ona ne yanıt verdin?” “‘Babamın bütün katilleri öldü mü, içlerinden hayatta kalan var mı?’ diye sordum.” Ptolemaios tek söz etmedi. Kral’ın küvetten çıkmasını bekledi, omuzlarına keten bir örtü örtüp sırtını ovmaya başladı. İskender yüzünü döndüğü zaman gözlerinin ta içlerine, adeta ruhunun derinliklerine dek bakarak şöyle biri soru sordu: “Artık sen de bir tanrı olduğuna göre, baban Philippos’u hâlâ seviyor musun?” İskender içini çekti: “Bu soruyu soran sen olmasaydın, bunlar Kallisthenes’in ya da Kara Klitos’un sözleridir, derdim. Kılıcını ver bana.” Ptolemaios ne diyeceğini bilemedi ama Kral’a karşı koyamazdı. Kılıcını kınından çıkartıp ona uzattı. İskender kılıcın ucuyla kolunun derisini kesti, kanının ince ince akmasını bekledi. Sonra da, “Bu ne? Kan değil mi?” diye sordu. “Öyle elbette.” İskender, Homeros’un bir dizesini anımsatarak, “Bildiğimiz kan değil mi? Yüce tanrıların damarlarında akan ölümsüz kandan değil,” dedi. “Ve sevgili dostum, arkadaşın Kral’ı seviyorsan, beni anlamaya çalış ve boşuna yaralama.” Leptine, Kral’ın kolunu şarapla silip temiz bir bezle sararken, Ptolemaios bu sözlerin anlamını kavradı ve böyle konuştuğu için özür diledi. İskender arkadaşının üzüldüğünü görünce, yemeğe kalmasını söyledi; aslına bakılacak olursa, yemekte kuru ekmek, hurma ve ekşi palmiye şarabından başka bir şey yoktu. “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Ptolemaios. “Tyros’a döneceğiz.” “Sonra?” “Bilmiyorum. Oraya vardığımızda Antipatros’un bana Yunanistan’dan haberler göndereceğini ve ulaklarımızda, Dareios’un tasarılarına ilişkin bilgiler alacağımızı umuyorum. Kararımızı bu verilere göre vereceğiz.” “Eumenes’in, kayınbiraderin Epirli İskender’in başına gelenleri sana söylediğini duydum.” “Ne yazık ki evet. Kardeşim Kleopatra da, onu çok seven annem de perişan olmuşlardır.” “Ama, en büyük acıyı sen yaşadın herhalde, haksız mıyım?” “Sanırım haklısın.” “Sıkı akrabalık bağlarının dışında sizi birbirinize böylesine bağlayan neydi?” “Büyük bir düş. Şimdi bu düşün bütün ağırlığı benim omuzlarımda. Günün birinde sevgili Ptolemaios, İtalya’ya girecek, onu öldürmüş olan barbarları yok edeceğiz.” Arkadaşının kupasına biraz daha palmiye şarabı koyup sözlerini sürdürdü: “Güzel dizeler dinlemek ister misin? Bana arkadaşlık etmesi için Thessalos’u çağırmıştım.” “Büyük bir zevkle dinlerim. Hangi dizeleri seçtin?” “Değişik ozanlardan, denizi anlatan dizeler. Bu sonsuz kum manzarası bana denizin enginliğini anımsatıyor; çöllerin kuraklığı denizi özlememe neden oluyor.” Leptine’nin sofradaki iki-üç tabağı toplamasından sonra oyuncu içeriye girdi. Üzerinde sahne giysileri vardı ve yüzü boyalıydı: Gözlerine sürme çekmiş, dudaklarının çevresini kalemle çizerek hüzünlü bir hava yaratmış, tragedya maskelerine benzemişti. Elini lyra’sın tellerinde şöyle bir dolaştırdıktan sonra dizeler seslendirmeye başladı: Ey denizin halesi, dalgaların sırtında gemileri hızla iten hale beni nereye götürüyorsun? İskender gecenin derin sessizliğinde onu büyülenmişçesine dinliyor, her türlü sesi çıkartabilen, tüm duyguları canlandırabilen, rüzgârın soluğunu, gök gürültüsünün gümbürtüsünü taklit edebilen bu oyuncunun sesine kulak veriyordu. Thessalos’un renkten renge giren, hem en ince kadın iniltisini, hem de kahramanların cesur naralarını taklit edebilen sesi, iki arkadaşı gecenin geç saatlerine dek uyanık tuttu. Gösterisi sona erdiğinde Kral oyuncuyu kucakladı. Işıldayan gözleriyle, “Sağ ol!” dedi. “Gecemi ziyaret edecek olan düşlere çağrıda bulundun. Şimdi sen de git uyu; yarın önümüzde uzun bir yol var.” Ptolemaios bir süre daha çadırda kaldı ve Kral’la şarap içti. “Hiç Pella’yı düşündüğün oluyor mu?” diye sordu ansızın. “Anneni, babanı, çocukluğumuzu, Makedonya tepelerinde koştuğumuz çocukluğumuzu düşünüyor musun? Irmaklarımızın, göllerimizin duru sularını geçiriyor musun aklından?” İskender birkaç dakika sessiz kaldı, sonra onu yanıtladı: “Evet, sık sık düşünüyorum; ama onlar, bana uzun yıllar öncesine ait pek uzak imgeler gibi geliyor. Öylesine hareketli bir yaşam sürdürüyoruz ki, her saat bir yıl gibi geçiyor.” “Bu da zamanından önce yaşlanacağımızı gösterir, değil mi?” “Belki… Ya da değil. Bir salonda en parlak ışık yayan kandil en önce söner, ama konuklar şölen sırasında onun ne denli parlak ve güzel bir ışık yaydığını asla unutmazlar.” Sonra Kral, çadırın girişini örten perdeyi kenara çekerek Ptolemaios’la birlikte dışarıya çıktı. Çölün üzerindeki gökyüzünde sayısız yıldız parıldıyordu; iki genç arkadaş gözlerini bu büyük, ışıklı kubbeye çevirdiler. “Kimbilir, belki gökyüzünün en parlak yıldızlarının yazgısı da aynıdır. Gecenin serin geçmesini dilerim, dostum.” “Senin gecen de serin geçsin, İskender” diye yanıt veren Ptolemaios, kampın sınırında bulunan kendi çadırına yürümeye başladı. Beş gün sonra Memphis’te Nil’in kıyılarına ulaştılar ve onları beklemekte olan Parmenion ve Nearkhos ile buluştular. İskender aynı gece Barsine’yi yeniden gördü. Barsine, gösterişli bir firavun sarayının en yüksek dairesinde kalıyordu; akşamları kuzeyden, Akdeniz’in esintilerini taşıyan rüzgârlar bu kata tatlı bir serinlik taşıyor, kelebek kanadı gibi hafif, mavi keten perdeleri tatlı tatlı uçuşturuyordu. Barsine, Ion tarzı hafif bir iç giysisi giymiş, kolçakları altın ve mine kabartmalarla bezeli bir koltuğa oturmuş, konuğunu bekliyordu. Menekşe parıltılı kara saçlarını omuzlarına ve göğsüne dökmüş, hafif bir Mısır makyajı yapmıştı. Kaymaktaşı setlerin arkasına gizlenmiş kandillerin ve ayın ışığıyla aydınlanan odaya sarısabırların ve zambakların baygın kokusu yayılmıştı; su doldurulmuş oniks kaplarda nilüfer çiçekleri ve gül yaprakları yüzüyordu. Üzerine sarmaşık dalları ve uçuşan kuşlar oyulmuş bir paravanın arkasındaki flüt ve arplardan hafif, tatlı bir müzik sesi gelmekteydi. Duvarlar küçük, çıplak kızların, tahtta oturan kraliyet çifti önünde, lavtalar, tefler eşliğinde dans edişlerini gösteren antik Mısır resimleriyle süslüydü ve odanın bir köşesinde, tepesi bir nilüfer çiçeği biçiminde sonlanan dört altın sütunlu baldaken biçiminde bir yatak duruyordu. İskender içeriye girdi ve alev alev yanan gözleriyle Barsine’yi seyretmeye daldı. Çölün göz kamaştırıcı ışığı hâlâ gözlerini yakar, Amon orakllerinin gizli sesleri kulaklarında yansırken bedeni büyüleyici bir hale ile ışıldıyordu: Omuzlarını okşayan altın rengi saçları, yara izleriyle dolu, kaslı göğsü, rengi ışığa göre değişen gözleri, mavi damarları görünen ince ve sinirli elleriyle odanın ortasında duran İskender’in çıplak bedenini yalnızca hafif bir khlamys örtüyordu; giysinin omuzlarında takılı gümüş fibula’lar yüzlerce yıldır hanedan üyelerince kullanılmış el yapımı tokalardı. Kral alnına altın bir şerit bağlamıştı. Barsine ayağa kalktı ve o anda erkeğin gözlerindeki ışığın içinde yok olup gittiğini hissetti. “İskender…” diye mırıldanırken, erkek onu kollarının arasına almış, olgun hurmalar gibi etli ve ıslak dudaklarını öpmeye başlamış, kalçalarını ve mis gibi kokan göğüslerini okşayarak yatağa yatırmıştı. Ama Kral ansızın kadının teninin soğuduğunu, ellerinin altındaki bedenin buz gibi katılaştığını fark etti; uykuya dalmış olan savaşçı ruhu birden uyandı ve havada tehditkâr bir titreşim sezdi. Ansızın yataktan ayağa fırlayıp üzerine hamle yapan kişinin havaya kalkmış elindeki hançeri fark ettiği anda, sarayın bir sevdaya tanık olmaya hazırlanan odasının duvarlarında tiz bir çığlık yankılandı; kederle inleyerek ağlamaya başlayan Barsine’nin sesi de ona eklendi. İskender saldırganı hemen yakalayıp hançerini düşürmek için bileğini kıvırarak yere çiviledi. Şimşek gibi yakaladığı büyük şamdanla saldırganın yüzünü paramparça edecekti ki, yerde yatanın on beş yaşında bir genç olduğunu gördü ve onu tanıyıverdi: Bu, Memnones ve Barsine’nin büyük oğlu Heteokles idi! Çocuk tuzağa düşürülmüş genç bir aslan gibi çırpınıyor, bin türlü hakaret savuruyor, hançerini kullanamadığından Kral’ın ellerini ısırmaya, tırmalamaya uğraşıyordu. Kopan gürültüyle odaya giren muhafızlar saldırganı etkisiz hale getirdiler. Muhafızlara emirler yağdıran subay, olan bitenin önemini kavradığından, “Kralımızı öldürmek istemiş! Onu hemen aşağıya götürüp işkenceye çekin ve cezalandırın!” diye bağırıyordu. Ama Barsine İskender’in ayaklarına kapanmış, “Efendim, bağışla onu, oğlumun canını kurtar, yalvarırım sana!” diye inliyordu. Heteokles annesine hor gören bakışlarla baktı, sonra İskender’e dönerek, “Beni öldürtmek işine gelecektir, çünkü babamın canının ve onurunun intikamını alana dek, az önce denediğimi bin kez daha yineleyeceğim!” dedi. Yüreğindeki nefret ve çatışmanın heyecanı ile titriyordu. Kral, muhafızlara çekilmelerini işaret etti. “Ama efendim…” diye karşı koymak istedi subay. “Çıkın!” dedi İskender. “Onun yalnızca bir çocuk olduğunu görmüyor musunuz?” Sonra yeniden delikanlıya dönerek, “Babanın onuru çiğnenmedi ve canını alan da kötü bir hastalıktı,” dedi. “Bu doğru değil!” diye bağırdı çocuk. “Onu sen zehirlettin ve şimdi… şimdi onun kadınına el koyuyorsun. Sen şerefsiz bir erkeksin!” İskender ona yaklaştı ve kararlı bir ses tonuyla şöyle dedi: “Babana hayrandım, onu kendime layık tek hasım olarak görüyordum ve günün birinde onunla teke tek dövüşebilmenin hayalini kuruyordum. Onu asla zehirletmeyi düşünmedim; ben düşmanlarımla yüz yüze karşılaşmayı, kılıcımı ve mızrağımı kullanmayı yeğlerim. Annene gelince; aslında kurban benim; her an onu düşünüyorum, uykularım ve huzurum kaçtı. Aşk bir tanrıya ait olan, önlenemeyen, kaçınılmaz bir güçtür. İnsanoğlu yağmuru ve güneşi, doğumu ve ölümü engelleyemediği gibi, ne aşktan kaçabilir, ne önüne geçebilir.” Barsine odanın bir köşesinde yüzünün ellerinin arasına almış, hıçkırıyordu. Kral, “Annene bir şey söylemeyecek misin?” dedi. “Ellerin ona değdiği andan beri o artık benim annem değil, o bir hiç! Beni öldürün, bu sizin işinize gelecektir. Yoksa ben sizi öldüreceğim; Hades’te huzur bulabilmesi için, kanını babamın gölgesine kurban edeceğim.” İskender Barsine’ye döndü. “Ne yapmalıyım?” diye sordu. Barsine gözlerini kuruladı ve kendini toparladı. “Sana yalvarırım onu serbest bırak. Ona bir at ve yiyecek ver; sonra bırak gitsin. Bunu benim için yapacak mısın?” Delikanlı yeniden söze karışarak, “Seni uyarıyorum,” dedi. “Beni serbest bırakırsan Büyük Kral’a gidecek, ordusunda sana karşı savaşabilmek için bir silah ve zırh isteyeceğim.” “Öyle olması gerekiyorsa, öyle olsun,” dedi İskender. Sonra muhafızları çağırıp çocuğu serbest bırakmalarını, ona bir at ve azık vermelerini emretti. Heteokles sessizce kapıya yönelirken ruhunu sarsan şiddet dolu heyecanları gizlemeye çalışıyordu, ama annesi onu çağırdı: “Bekle.” Delikanlı bir an durdu, sonra yeniden arkasını dönüp koridora çıktı. Barsine yeniden seslendi: “Yalvarırım dur!” Sonra bir sandık açtı, içinden kınında duran parlak bir silah çıkarttı ve oğluna uzattı… “Bu babanın kılıcı,” dedi. Çocuk kılıcı alıp göğsüne bastırırken gözyaşları sel gibi akıyor, yanaklarını yıkıyordu. Kendi de hıçkırıklara boğulan Barsine, “Elveda oğlum,” dedi. “Ahura Mazda seni korusun, babanın tanrıları seni korusun.” Koridor ve merdivenler boyunca koşan Heteokles, avluda kendini bekleyen muhafızın bir atın yularını eline vermesiyle durdu. Ama tam eyere atlamak üzereyken yan kapıdan bir karaltının çıktığını fark etti. Bu kardeşi Phraates idi. “Yalvarırım beni de al yanına. Artık bu yauna’ların tutsağı olarak kalmak istemiyorum,” dedi. Heteokles bir an kararsız kaldı; bu sırada kardeşi ısrar ediyordu: “Beni de al, yalvarırım sana al beni de. Ağır değilim, at ikimizi de taşır, sonra bir at daha buluruz.” “Yapamam,” dedi Heteokles. “Çok küçüksün ve sonra… birimizin annemizle kalması gerekir. Elveda Phraates. Bu savaş biter bitmez görüşeceğiz. Ve seni kurtaran ben olacağım.” Kardeşini uzun uzun kucakladı; küçük çocuk hıçkıra hıçkıra ağlarken o atına atlayıp hızla uzaklaştı. Barsine odasının penceresinden bu sahneyi izlemişti ve on beş yaşındaki bir çocuğun gecenin karanlığında bilinmeze doğru at sürmesi yüreğini paralıyordu. O da çaresizce ağlıyor, insanoğullarının yazgılarının ne denli acı olduğunu düşünüyordu. Bir süre önce kendini yauna sanatçıların heykellerinde ve tablolarında gördüğü Olympos tanrıçalarından biri gibi hissederken, şimdi içinde bulunduğu koşulları en sefil köleninkiyle değişmeye hazırdı. 2 İskender ordusunu Nil’in karşı kıyısına geçirebilmek için teknelerden iki köprü yaptırttı. Orada ülkenin yönetimi için yetki verdiği subaylar ve askerlerle buluştu; çalışmalarından hoşnut kalarak bu varlıklı ülkenin tüm gücünün tek kişinin elinde toplanmaması için sorumluluğu iki kişiye böldü. Mısır onu Amon Tapınağı’nda konuk olmuş bir tanrı olarak onurlandırır, bir firavun gibi taçlandırarak karşılarken, ne yazık ki hüzünlü olaylar, mutluluğuna gölge düşürüyordu. Her gün anımsadığı sahne ona Barsine’nin umutsuzluğunu anımsatıyordu, ama daha büyük bir felaket yaşanmıştı. Parmenion’un, Philotas dışında iki oğlu daha vardı: Nikanores hetairoi taburlarından birinde subaydı, Hektor ise komutanın pek sevdiği, henüz on dokuz yaşındaki küçük oğluydu. Irmağı geçen ordunun görüntüsüyle heyecanlanan Hektor da Mısırlıların papirüs teknelerinden birine binmiş ve bu gösteriyi akıntının ortasından izlemek istemişti. Delikanlı genç yaşının coşkusuyla ağır bir zırh, gösterişli bir geçit pelerini giymiş, herkesin hayranlıkla onu seyretmesi için pruvaya dikilmişti. Tekne ansızın bir şeye çarptı ve dengesi bozuldu; bu belki de o anda su yüzeyine çıkmakta olan bir suaygırının sırtıydı. Delikanlı suya düştü ve zırhın, suyla ıslanan pelerinin ve giysilerin ağırlığıyla bir anda suyun dibine indi. Teknedeki Mısırlı kürekçilerin yanı sıra bazı Makedon gençler ve ağabeyi Nikanores, hiç zaman yitirmeden, akıntıya ve o bölgede bolca bulunan timsahların güçlü dişlerine aldırmadan suya atladılar; ama çabalar hiç yarar sağlamadı. Parmenion, bu tragedyayı, ordunun düzenli geçişini sağlamak için beklemekte olduğu noktadan, ırmağın doğu kıyısından izledi. İskender olup biteni kısa süre sonra öğrenince Fenikeli ve Kıbrıslı denizcilere çocuğun hiç olmazsa cansız bedenini bulup çıkartmalarını emretti, ama onların çalışmaları da sonuç vermedi. Aynı akşam, saatlerce süren, zorluklarla dolu çalışmalara bizzat katılan Kral, acıdan taşlaşmış yaşlı General’in yanına gitti. Babasının çadırının kapısında bir yalnızlık anıtı gibi nöbet tutan Philotas’a, “Baban nasıl?” diye sordu. Arkadaşı, başını umutsuzca salladı. Parmenion karanlıkta tek başına yere oturmuştu, yalnızca beyaz saçları görünüyordu. İskender dizlerinin titrediğini hissetti; bu değerli ve sadık adam kaç kez onu temkinli davranmaya çağırarak, babasının büyüklüğünü anımsatarak kızdırmıştı. O anda Parmenion, gözüne yıllar boyunca fırtınalara, boralara meydan okumuş ve şimdi bir yıldırımla yanmış asırlık bir meşe gibi göründü. “Bu gerçekten pek hazin bir ziyaret General,” derken sesi titriyordu. İskender karşısındaki yaşlı adama bakınca, çocukken babasının savaş kurulunda onu beyaz saçlarıyla gördüğünde söylediği tekerlemeyi anımsamadan edemedi. Savaşa giden yaşlı asker yere düşer, yere düşer. Parmenion, Kral’ın sesini duyunca ayağa fırladı ve kırık bir sesle, “Geldiğin için minnettarım, efendim,” diyebildi. “General, oğlunun bedenini bulabilmek için elimizden geleni yaptık. Ona en büyük töreni yapardım… eğer… onu…” “Biliyorum,” dedi Parmenion. “Atasözümüz barış zamanında oğulların babalarını, savaş zamanında babaların oğullarını gömdüğünü söyler, ama ben son zamana dek bu acıyı yaşamayacağımı umut ediyordum. Okun ya da kılıcın önce benim göğsüme saplanmasını istiyordum, oysa…” “Bu korkunç bir yazgıydı, General…” dedi İskender. O sırada gözleri karanlığa alışan Kral, Parmenion’un yüzündeki acı ifadesini gördü. General bir anda on yıl yaşlanmış gibiydi; gözleri kızarmış, teni kurumuş ve kırışmış, saçları karmakarışık olmuştu; en büyük savaşlarda bile onu böylesine perişan görmemişti. “Şehit düşseydi…” dedi General, “elinde kılıcıyla savaşırken şehit düşseydi, bunu anlardım; bizler askeriz. Ama böyle… böyle… Bu çamurlu ırmakta boğulmak, o canavarlara yem olmak!.. Ah tanrılar, göklerdeki tanrılar, neden? Neden yaptınız bunu?” Sonra elleriyle yüzünü örttü ve Kral’ın yüreğini paralayan hıçkırıklara boğuldu. Bu büyük acı karşısında İskender söyleyecek söz bulamıyordu. Yalnızca şunları mırıldanabildi: “Üzgünüm… üzgünüm…” Ve ürkek gözlerle arkadaşı Philotas’ı selamlayarak çadırdan ayrıldı. O anda acı ve bitkinlikten perişan durumdaki öteki ağabey Nikanores de çamur ve pislik içinde çadıra yaklaşıyordu. Ertesi gün Kral, genç askerin onuruna boş bir mezar hazırlattı ve cenaze törenini bizzat kendi yönetti. Rütbelerine göre dizilmiş olan askerler, ölmüş gencin anısının yitmemesi için yüksek sesle on kez adını yinelediler, ama sesleri daha sonra Trakya ve Illyria dağlarının karlı tepelerinde, safir semaların altında şehit düşen arkadaşlarının adlarını anarken olduğu gibi gür çıkmıyordu. Bu ağır ve sıcak hava, bu balçıklı sular Hektor’un adını hemen yuttu ve ortalık yeniden sessizliğe gömüldü. Kral aynı akşam yeniden Barsine’nin yanına gitti. Onu yatağa uzanmış ağlarken buldu. Sütannesi Kral’a, hanımının günlerdir bir lokma yemek yemediğini anlattı. İskender, Barsine’ye, “Kendini böyle umutsuzluğa kaptırmamalısın,” dedi. “Oğluna bir şey olmayacak; başına kötü bir şey gelmemesi için iki adamımı peşine taktım.” Barsine kalkıp yatağının kenarına oturdu. “Sana minnettarım. Yüreğimden utancı değilse de büyük bir ağırlığı aldın. Oğullarım beni yargıladılar ve mahkûm ettiler,” “Yanılıyorsun,” dedi İskender. “Oğlun küçük kardeşine ne dedi, biliyor musun? Bana da muhafızlar ilettiler. Kardeşine, ‘Annemle kalmalısın,’ demiş. Bu, seni sevdiğini ve kendine göre doğru olanı yaptığını gösterir. Onunla gurur duymalısın.” Barsine gözlerindeki yaşı kuruladı. “Olup bitenlerden dolayı çok üzgünüm. Senin için bir sevinç nedeni olmak, o müjdeli anda yanı başında bulunabilmek isterdim, ama şimdi tek istediğim ağlamak.” “Gözyaşları, gözyaşlarını çekiyor…” dedi İskender, “Parmenion en küçük oğlunu yitirdi. Bütün ordu yasta ve ben bu kazayı önleyemedim. Bir tanrı olmak şu anda pek keyif vermiyor… Ama şimdi yalvarırım otur ve benimle birlikte yemek ye; kıskanç yazgının elimizden almaya çalıştığı mutluluğu yeni baştan birlikte yakalamalıyız.” Amiral Nearkhos, Fenike’ye doğru yelken açılmasını emrettiğinde, ordu çöl ile deniz arasında uzanan yoldan geri dönüyordu. Gaza yakınlarına vardıklarında Sidon’dan gelen bir ulak kötü haberler getirdi. Atından yere inip soluk bile almadan, “Kralım,” dedi. “Samarialılar, senin Suriye Valin Komutan Andromakhos’u uzun işkencelerden geçirdikten sonra diri diri yaktılar!” Son olaylar nedeniyle zaten altüst olmuş durumdaki İskender öfkeden delirdi. “Kim bunlar? Kim bu Samarialılar?” “Yuda Dağı’yla Karmelos dağları arasında bulunan Samaria kentinin barbar halkı efendim,” dedi ulak. “Peki, onlar İskender’in kim olduğunu bilmiyorlar mı?” Lysimakhos söze karışarak, “Belki biliyorlardır,” dedi, “ama önemsemiyorlardır. Senin öfkene karşı durabileceklerini sanıyorlardır.” “O halde beni tanımaları iyi olur,” dedi Kral. Ve derhal yürüyüşe geçme emrini verdi. Hiç mola vermeden Akre’ye dek ilerlediler ve doğudan iç bölgelere yöneldiler. Triballilerin ve Agrianların hafif süvarileri ve Uç Birliği savaş düzenine girmişlerdi. Kral, yanında arkadaşlarıyla onlara bizzat yol gösteriyordu; ağır piyadeler, yardımcı güçIer ve hetairoi süvarileri Parmenion kumandasında kıyıda kalmışlardı. Akşam çökerken hiç beklenmedik bir anda kente girdiler: Samaria halkı gerçekte çobanlıkla uğraşan ve dağlarda, tepelerde sürülerini otlatan insanlardı. Üç gün içinde bütün köyler ateşe verildi; öteki köylerden biraz daha büyük olan, surlarla çevrili başkent yerle bir edildi. Bir heykelin bile bulunmadığı pek yoksul tapınakları da kül oldu. Akın sona erip üçüncü gecenin karanlığı çökmeye başladığında Kral, adamlarıyla dağlarda kamp kurmaya ve deniz kıyısına doğru sürdüreceği yolculuğa ertesi sabah başlamaya karar verdi. Beklenmedik saldırıları önlemek için çift sıra nöbetçiler dizildi, koruma noktalarında büyük ateşler yakıldı ve gece sakin bir biçimde geçirildi. Tanyeri ağarmadan az önce Kral, son nöbeti tutan ve Larissalı bir Thessalialı olan Eurialos adındaki nöbetçi tarafından uyandırıldı: “Efendim, gel şuraya bak!” İskender ayağa kalkarak, “Ne var?” diye sordu. “Güneyden gelen birileri var. Bir elçi heyeti galiba.” “Elçi mi? Kim tarafından gönderilmiş olabilir ki?”
Valerio Massimo Manfredi – Buyuk Iskender Dunyanin Hakimi
PDF Kitap İndir |