Vamık D. Volkan – Kusursuz Kadının Peşinde

Massachusetts Stockbridge’ de bulunan Austen Riggs Merkezi’nin Medikal Direktörü, Yönetim Kurulu Başkam Dr. Edward R. Shapiro ve Erik H. Erikson Enstitüsü Başkam Ph. D. M. Gerard Fromm 2003 başında beni, merkeze, Erik H. Erikson Fahri Profesörü olmam için davet ettiler. Davetlerini kabul ettim ve yılın dört ayını Stockbridge’ de geçirmeye başladım. En tanınmış Amerikan psikanalistlerinden biri olan müteveffa Erik H. Erikson, Austen Riggs Merkezi’nde çalışmışh. Erikson’un, Narman Rockwell tarafından yapılmış olan portresi, yine aynı ressam tarafından yapılmış olan diğer önemli psikanalist ve psikiyatrların portreleriyle birlikte merkezin girişindeki duvarda asılıdır. 1970’lerin sonlarına doğru, yılda bir düzenlenen, bir hafta süren ve Erik ile Joan Erikson’un da yer aldığı; psikanalistler, politika bilimcileri, antropologlar ve felsefecilerle eşlerinden oluşan küçük bir grup tarafından gerçekleştirilen disiplinler arası tarhşmalara ABD’li eski bir diplomat olan dostum Joseph Montville’in çabaları sayesinde eşim ve ben de kahldık. Bu toplantılar için Califomia’ daki sakin bir tatil yeri seçiliyordu ve o yıl da toplanh Big Sur’ da düzenlenmişti. Bu program ancak 5 yıl sürebildi, çünkü Erik Kusursuz Kadının Peşinde 10 Erikson’un yaşı ve sağlığı arhk bizimle toplanıp çalışmasına elvermiyordu.


Eylül 2003’ten Mart 2004’e dek Austen Riggs Merkezi’nde görev yapmak üzere çağrıldığımda, Erikson’ları ve grubun zengin disiplinlerarası tarhşmalarını özlemle bir kez daha andım. Erik Erikson psikanalizde anahtar bir isimdi ve bize yaşamın farklı aşamaları boyunca, iç ve dış dünyalarımıza nasıl uyum sağladığımıza, ayrıca içsel psikolojik süreçlerimizle dış dünyadaki olaylar arasındaki etkileşime dair çok şey öğretti (Erikson, 1950, 1964, 1985). Ben de meslek yaşamım boyunca dünyanın dört bir yanında dolaşıp insanlar üzerinde savaşların veya savaş benzeri durumların (hem bireylerde hem de büyük gruplarda) yarattığı gerilemelerin (regresyon) etkilerini araşhrırken, Erik Erikson’un açhğı yoldan kendi tarzımca ilerledim (Volkan, 1988, 1997, 2004a, 2006a). Austen Riggs Merkezi’ne gitmeye hazırlanırken, oradaki görevlerimden birinin travmaya bireysel ve toplumsal yanıtların ve bu tür yanıtlar arasındaki ilişkinin araştırılması amacıyla diğer akademisyenlerle birlikte çalışmak olduğu söylendi. Buna şaşırmadım. 11 Eylül 2001’den beri özellikle ABD’de travma çalışmalarının ne kadar önemli ve gerekli olduğu anlaşılmış durumda. Riggs’ deki görevim sırasında benden beklenenleri duyunca aklıma analizanlarımdan biri geldi; bu, adına Hamilton diyeceğim adamdı. 1986 güzünün başlarında, haftada dört kez benim psikanaliz divanıma yatmaya başladığında 57 yaşındaydı. Analizini 1991 yazının ortalarında, dört yıl on ayda bitirdi. Kendilerinde bazı duygusal sorunlar fark eden ve yaşamlarının geri kalanını daha rahat geçirmelerini sağlayacağı ümidiyle psikanalitik tedavi arayışına giren danışanlar, genelde çok daha gençtirler. Bir psikiyatr olarak ileri yaştaki (hatta bazıları 80 ya da doksanlarında) birÖnsöz çok kişiyi depresyon veya psikotik sendromlar nedeniyle tedavi etmişimdir. Bununla birlikte, Hamilton divanıma yatanların en yaşlısıydı. Erik Erikson’un ayrınhsıyla tanımladığı, psikanalize önemli katkılarından biri olan “yaşam döngüsünün” çoğu aşamasını zaten geride bırakmıştı. Bazen, çok daha erken bir yaşta psikanalize girmiş olsaydı nasıl bir yaşamı olurdu diye merak ederim. Hamilton, altmış yıla yaklaşan kendi yaşamına ilişkin veriler sunmasının yanı sıra bir Amerikan ailesinin 1861′ de başlayan Amerikan İç Savaşı’ndan 1991′ deki İran Körfez Savaşı’nın sonuna dek geçen zamanda yaşamış altı kuşağından da bahsediyordu.

Bu da yalnızca anne-babaların başına gelmiş kişisel örselenmelerin değil, aynı zamanda ataların uğradığı tarihsel örselenmelerin de günümüzdeki kuşaklarda nasıl yankılandığını çok açık biçimde ortaya koyar. Atalarımızın savaşlarda çektiği ıstıraplar onların ölümüyle ya da savaşların bitmesiyle ortadan kalkıvermez, etkilerini çocukları üzerinde sürdürürler. Yakın zamanlara dek, psikanaliz, analistin ofisinde yaşananlarla tarihsel arenada olup bitenler arasında bir bağlanh kurmakla pek ilgilenmemiştir. Elbette bunun da kendine göre nedenleri var. 1932 yılında Albert Einstein psikanalizin babası Sigmund Freud’ a yazdığı mektupta yeni bir bilim olan psikanalizin insanlığı savaş tehdidinden kurtarabilecek içgörüler sunup sunamayacağını sormuştu. Freud (1932) Einstein’ a verdiği yanıtta savaşın ve şiddetin sona ereceğine ve psikanalizin insan davranışım bireysel düzeyin ötesinde değiştirme işlevi görebileceğine dair pek az umut taşıdığını yazmıştı. Jacob Arlow (1973) gibi bazı analistler Freud’un yazdıklarında tedbirli bir iyimserlik görmüş olsalar da, Freud’un genel karamsarlığı ardıllarının çoğunda Kusursuz Kadının Peşinde 1 12 yineleniyordu. Bence bu psikanalizin genelde uluslararası ilişkilere, bireysel durumlarda dışsal ve içsel savaşların ne şekillerde iç içe geçtiğinin araşhrılmasına yaptığı katkıların kısıtlanmasında anahtar rol oynadı. Bu tür psikanalitik katkıları kısıtlayan diğer bir etmenin de Yahudi Soykırımı’nın psikanaliz uygulaması üzerindeki etkileri olduğuna inanıyorum (Volkan, 2006b ). Bunu açıklayayım: Freud, psikanalitik kuramları geliştirmek üzere gösterdiği çabaların başlarında çocuklarda psikopatoloji oluşması için dış dünyadan gelen cinsel baştan çıkarmanın birincil rol oynadığı fikrinden vazgeçmiş, çocuğun kendi arzuları ve düşlemlerinden gelen uyarılara odaklanmıştı. Zamanın psikanalistleri de bu geleneği izlemişti. Bu şekilde, çocuğun gelişmekte olan psişesi üstünde dış dünyadan gelen gerçek baştan çıkarmalara verilen önem giderek azalmış ve bu genelde dışsal olayların örseleyici rolüne verilen önemin de azalmasına doğru genelleşmişti. Dahası, uzun bir süre, soykırımın psikolojik açıdan araştırılması da tek tük analistler haricinde (Frankl, 1963) başa çıkılamayacak kadar sancılı bir konu olmuştu. Soykırımın bundan doğrudan etkilenenler ve insan psişesi üzerindeki psikolojik etkileri genellikle kaçınılan bir alandı. Harold Blum (1985) ikinci bir analiz için kendisine gelen Yahudi bir hastayı betimlerken, hem analist hem de analizan tarihsel bir olay tarafından topluca örselenmiş aynı büyük gruba ait olduklarında karşılıklı dirençlerin analize hangi dereceye kadar egemen olabileceğini ortaya koyar.

Blum’un hastasının yine Yahudi olan ilk analisti, analizanının getirdiği malzemede büyük gruplarının Nazilerin elinden yaşadıkları paylaşılmış travmayı “işitmeyi” başaramamıştı. Sonuç olarak, karşılıklı onaylanan sessizlik ve yadsıma analitik yaşantının tamamını ele geçirmiş, analiÖnsöz zanın belirtilerinde soykırımla bağlantılı meselelerin analiz edilmeden kalmasına yol açmıştı. ABD ve başka ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrasında kaç analistin bu ilk analiste benzer davrandığını ve kaçının farkında olmaksızın ABD ve diğer yerlerde soykırımla bağlantılı dış gerçekliği görmezden gelmeye eğilimli bir psikanalitik tedavi uygulamış olduklarını merak ediyorum. Hatta, bunlar arasında analiz alanında çok nüfuzlu olan bazılarının cU1alitik tedavi sırasında yalnızca analizanın içsel arzularına ve düşlemlerine odaklanan ve “klasik analiz” denen kuramsal konuma doğru abartılı bir yanlılık gösterdiklerini öne sürebilirim. Şimdi biliyoruz ki 2. Dünya Savaşı sonrası Almanyasında da hem Alman hem de Alman Yahudisi analistlerin bazılarının analizanlarının psişelerinde soykırımla bağlantılı meseleleri ve dışarıdaki savaşla içsel savaşların nasıl karıştığını araştırmaya direnç göstermişlerdi Gokl,1997; Grubrich-Simitis, 1979; Eckstaedt, 1989; Streeck-Fischer, 1999; Kestenberg &Brenner, 1996; Volkan, Ast & Greer, 2002). 1950’lerin başlarından itibaren, hem ABD’ de hem de başka ülkelerde tanınmış psikanalistler (A. Freud, 1954; Jacobson, 1954; Stone, 1954; Weigert, 1954) “psikanalizin genişleyen erimi” olarak bilinen konuyu araştırmaya ve makaleler yazmaya başladılar. Bu genişleyen erimin analistlerin Nazi döneminin korku dolu ortamını anımsamaya ve yeniden yaşantılamaya karşı dirençlerinden vazgeçmeleri yolundaki çabaları da içermesi için onlarca yıl geçmesi gerekti. 1970’lere gelindiğinde Üçüncü Krallığın (Third Reich) sağ kalanların (kurbanlar ve zulmedenler) psişeleri üzerindeki etkileriyle ilgili çalışmalar arttı. (Bu konudaki yazını gözden geçirmek için bkz. Kestenberg &Brenner, 1996; Kogan, 1998; Volkan, Ast & Greer, 2002) Kusursuz Kadının Peşinde 14 “Klasik” yönelimli psikanalistler herhangi bir tarihsel olayın kendine özgü doğasının önemli olduğunu ve simgesel olarak preödipal veya ödipal çahşmalarımızın ve bunlara karşı savunmalarımızın bir aynası haline gelebildiğini kavramaya başladılar. 1986’da Sander Abend şunları yazmışh: “İster içsel ister dışsal olsunlar, gündelik olayların etkisi psişik bütünlüğümüz üstünde rol oynar ve güya normal kişiliklerimizin parçası olan duygudurum, düşünce ve davranış dalgalanmalarını yaratır” (s.565).

Yazar ayrıca analistin değişen içsel ve dışsal olaylardan sürekli etkilendiğini de ekler. Abend, analistin sırf değişmeyen ve saf bir “analiz etme gereci” olarak kalamayacağını da öne sürer. Eski Yugoslavya’da, Afrika’da ve diğer ülkelerde 19- 90’larda Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen dünya olayları ve 11 Eylül 2001 sonrası dünyası, travma çalışmalarında, savaş ve savaş benzeri durumlar üzerine psikolojik araştırmalarda patlama yarath. Bu tür çalışmalar psikanalistleri büyük oranda etkiledi (Varvin and Volkan, 2003). Bazı analistler klinik çalışmalarını önceki kuşakların travmalarının analizanın belirtilerinde nasıl ortaya çıkhğını ve analizanın tedavide iyileşmeye gösterdiği dirençte ne rol oynadığını anlamaya odakladılar (Fromm, 2006; Kogan, 2004; Volkan, Ast & Greer, 2002). Hamilton’un durumunda, toplumsal olaylar onun bireysel psikolojisini muazzam etkilemişti. O bana, ABD’ de beyaz efendiler, siyah köleler, ırksal ilişkiler, önyargılar ve ayrılıklara ilişkin kendi içsel algılarıyla, savaş gibi kitlesel hareketlerin ve politik liderlerin srradan insanlar tarafından içsel olarak nasıl algılandıklarını öğretti. Çocukluğunda Hamilton’un ”birden çok annesi” olmuştu; biyolojik annesi, babaannesi Dolly ve siyah dadısı Abigail. Çocuklukta Önsöz “birden çok annesi” olmak, ille de erişkinlikte duygusal sorunlara yol açar diye bir kural yoktur. Ancak, “anneler” birbirlerinden nefret eder, dövüşür veya birbirlerini aşağılarlarsa çocuk onlarla olan yaşantılarını bir duygusal sürekliliğe oturtamaz. Diğer bir deyişle çocuk, anne deneyimlerini bütünleştiremez. Bu da tutarlı ve tek bir kimlik arayışında çocuğa zorluk yaratabilir. Amerika’nın güneyinde yaşayan Hamilton’un “beyaz” ve “siyah” anneleri vardı ve görünürde tezat bu annelik deneyimlerini bir türlü uzlaştıramıyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir