Bu esere niçin ihtiyaç duyduk? Çünkü ne dert değişti, ne de ilâç… Derdimiz, meselemiz, ne bir eserdir, ne de onun muhterem müellifi… Onlar, bütün dünyada hak ettikleri yeri çoktan aldılar. Meselemiz, günden güne, bütün insanlığın müthiş bir arayışla açlığını çektiği iman hakikatleridir. Allah ve Resulullah yoluna bir ışık, bir nur düşürmektir derdimiz… Çünkü insanlık, iyice bunalmış, daralmış ve soluksuz kalmış durumdadır. Bundan dolayı hiç kimsenin malı değildir, eserleri! Yazarının bile sahiplenmediği bu nurlu eserler, kimsenin tekelinde olamaz. Kur’an nasıl “Ey insan!” diye sesleniyorsa, tefsiri de öyledir. Samimiyetle sarılan herkesindir Nur Risaleleri… Ondan her görüş, her anlayış ve hizmet metodu yararlanmalıdır. Bediüzzaman’ın eserleri, sahip çıkan herkesindir. Yani bütün insanlığındır, bıraktığı muhteşem miras… Sadece inananlara değil, onlar kadar inanmayanlara da seslenmektedir. Bizim Bediüzzaman’dan anladığımız budur. Çünkü o, yeryüzündeki herkesin imanı için dertlenen ve her kesimin günahına ağlayan adamdır. Başkasını ağlatanlara inat, başkasının günahına ağlayanı kim sevmez, kim istemez? Kendisi için başkasını feda etmekten çekinmeyen bir anlayışın patladığı çağ, Bediüzzaman’ın çağıdır. Başkasını yok sayanlara karşı Bediüzzaman, herkesi İlâhî bir eser ve sanat mucizesi görerek muhatap aldı. Ve haylazlıklarına üzüldü, şüphelerine iman sundu, günahlarına ağladı. Belki kurtulurlar diye, her çileye katlandı. Çünkü Kâinatın Efendisiydi (a.s.m.) örneği, önderi, baş tacı… * * * Bediüzzaman’ın hayatı, baştan sona muhteşem bir başarı ve mutluluk dersiydi. Zira önüne konan zirveleşmiş zorluklar, onu yolundan hiç alıkoyamadı. En ağır ve acı şartlar dahi yolunu ve hedefini değiştiremedi. Maddî açıdan yokluk içindeydi. Parasız, unvansız ve yalnızdı. Aynı konudan defalarca mahkemeye verildi. Yeri hapisti, haksız yere… Sürgündü, ücra yurt köşelerinde… Yokluğa mahkûm edilmişti, yok olsun diye… Sorgulanırdı mektubu, muhabbeti… Selâmından korkulurdu. İtham ve iftiralara hedefti. Defalarca zehirlendi. Kâğıtsız kalemsizdi. O maddî yokluktan, bir manevî varlık doğdu. İman ve ahlâk seferberliği göz kamaştırdı. Parasızdı, unvansızdı, yalnızdı. Fakat bütün paralıları, unvanlıları aştı. Zorun, baskının, dayatmanın yapamadığını, muhabbetle başardı. Bitti sanılan iman, binlerce yürekten selsebil taşardı. Şaşardı zavallılar, Allah’ın nuru söndü sananlar… İnsanlara başarı ve mutluluk dersi verenler, eğer ondan habersiz iseler, işlerini eksik yapıyorlar demektir. Hindistan’ın Gandi’sini benim insanıma örnek gösterenler! Samimiyetinize nasıl inanayım ki? Gayesi, metodu ve başarısı itibarıyla bin Gandi edecek Türkiye’nin Bediüzzaman’ını görmüyor gözünüz! Neden ki? Bu bir gaflet mi? Korku mu? Kasıt mı? Cahillik mi? Başka bir açıklaması olabilir mi, sizin için gözü yaşlı çırpınanı yok sayıp, uzaklardaki bir muhtereme destan düzmenin? Nedir bizim için önemi Bediüzzaman’ın? Önce yılmaz ve yorulmaz bir dava adamı olması… Kendisini tamamen davasına adaması… Kâinat çapındaki ebedî ve uhrevî davasında fâni olması… Bu sebeple de, dünya zevki namına hiçbir şey bilmemesi, tatmaması… Bu yolda hiçbir engele takılıp kalmaması… Dünya varlığı, zenginlik, evlilik, makam, mevki, şan, şöhret vs. hiç dikkate almadığı, hatta tamamen sırtını döndüğü şeyler olması… Varsa yoksa davası… * * * Genç yaşında fakir ve garip Doğudan başkent İstanbul’a gelirken, hemşehrilerine ilimle imanla hizmet kaygısındaydı. Van Kalesinin yüksek tepesinden düşerken de “Allah’ı kullarına tanıtmak” sevdasındaydı. Kaygısı, sevdası, derdi, davası, çabası, telâşı, hep Allah’ı kullarına tanıtmak, bildirmek ve sevdirmekten ibaretti. Bütün engellere, acılara, işkencelere, hapislere, sürgünlere, zehirlemelere rağmen Kur’an’a, imana, İslâm’a hizmet duygusundan hiç ayrılmadı. En mühimi de, en zor şartlarda bile hiç ümitsiz olmadı. En olumsuz şartlardan, daima en olumlu sonuçlar çıkardı. Kendisini batırmaya, bitirmeye çalışanları da huzura ve mutluluğa, yani kulluğa çağırdı. Çünkü ona göre, kul olmak, “kurtulmak” demekti. Kendisine en acımasız hakareti ve dayanılmaz işkenceyi lâyık görenleri bile iman hakikatleriyle tanıştırmak ve kurtarmak telâşındaydı. Güle oynaya günah bataklıklarına batanlara da merhametle baktı. Günahına ağlayamayanların günahına da ağladı. Çünkü onun insana ve olaylara bakışı, veli bakışıydı. Geçitlerde, köprülerde, uçurum başlarında titreyenlere, “İnşaallah geçer.” duasındaydı. “Ha geçti, ha geçecek!” şevkiyle, dertlerini dert edinirdi. Her düşenin acısı, önce onun yüreğine yansırdı. Her ezilenle, evvelâ onun içi ezilirdi. Çünkü o, şefkatten ibaretti. Sevgiyle sarıp sarmaladı yaralı yürekleri. Manevî kiri, pası, yarayı acısız ameliyatlarla tedavi etti. Gönülleri çelen, ruhları çeken bir muhabbet merkeziydi. Benim sevdalandığım yürek, bu yürekti. Benim ve neslimin kendine gelişiydi. Uyanmamızdı heyecanla ve gafletten silkinmemizdi. Uyanalım diye uyanıktı. Ebediyen gülelim diye ağlıyordu. İnanalım görürcesine diye daima Allah’a ve âhirete yönelikti. Emsali en az olan yanı, samimiyetiydi. Eseri hayatı, hayatı da eseriydi. Yazdıkları yaşadıklarıydı, yaşadıkları da yazdıkları… Bu harika samimiyeti sebebiyle sözü de, yazısı da dalgalandırdı ruhları… Bu derecede, eseriyle hayatı aynı olan büyük sayısı çok azdır yeryüzünde… Ruhaniyetine binlerce bin kere selâm olsun. Hayır, huzur, nur dolsun. Mevlâ, makamını daha da, daha da yüceltsin. Sevenlerini yolunca yürütsün. Yüreklerini yüreğine benzetsin. Ve sesini duyursun arayan herkese… Vehbi VAKKASOĞLU Eylül 2005, Bahçelievler-İstanbul Göz Yaşlarım Dert etme mezarımda mezarsız taşımı Bir an bile ağrıtmadı bunlar başımı… Görmüşsem eğer mutsuz bir kimseyi ben Asla tutamam hiç kanayan göz yaşımı. —Kenan Seyithanoğlu Başkasının Günahına Ağlayan Adam “Mesleğimizin dört esasından biri, şefkattir.” der, bunu da hayatının her safhasında en güzel örnekleriyle gösterir. “Karşımda müthiş bir yangın var!” feryadıyla harekete geçer, baştan ayağa yürek kesilerek, kim olduğuna, ne olduğuna bakmadan, hiçbir ayrım ve seçme yapmadan, gönüllere manevî iksiri, imanı sunmaya çalışır. Bazen sorumluluk bilinci göstermeyen gençler için ağlar, bazen sonbaharda dökülen yapraklar için hüzünlenir. Ona göre Allah’ın yarattığı hiçbir varlık boşuna değildir, işlevi bir anlık olamaz… Onlar kıymetlerine göre, ebediyeti kazanmalı ve yaşamalıdır… Bütün gönüllerin en büyük ve müşterek arzusu olan ebediyeti kazanmalarına vesile olmayı, hayatının gayesi bilir… İşte gerçek acıma, hakiki şefkat, katıksız muhabbet budur. * * * Var oluşu ebedî bir mutluluk dünyasında sürdürmek… Bunu da herkes için istemek… Yine bu sebepledir ki, şefkat dolu gönlüyle sızlanır: “Âlem-i İslâm’a indirilen darbeleri en evvel yüreğimde hissediyorum..” Dünyada en çok zarara uğratılan, düşmanlığa maruz bırakılan, acımasızlık hedefi yapılan Müslümanlardır. Bu gariplere hamilik yapan, yapması gereken Osmanlı’nın güçlü olmasını istedi. İstedi ki dünya Müslümanları sahipsiz, kimsesiz, yalnız kalmasınlar… Bu sebeple Osmanlı Devletinin güç aldığı İslâmî vasıfları ayakta tutmaya çalıştı. Bu amaçla üniversite açma teşebbüsüne girdi… Siyaseti İslâm’a hizmet ettirmeye uğraştı. Savaş çıktığında talebelerini askerleştirdi ve komutayı eline alarak cephede çarpıştı. Esir oldu… Birinci Dünya Savaşından sonra ise manevî cihada yöneldi. İlimle irfanla, İslâm ahlâkıyla çıktı ortaya… Silâhı, eserleriydi. Bu defa, yüreğindeki coşkun şefkatin dışarıya yansıması, “cemiyeti İslâm ahlâkıyla ahlâklandırmak” şeklinde oldu. Bütün cumhuriyet dönemi boyunca, her yolsuzluğun, her ahlâksızlığın, her sevgisizliğin ağlattığı ve çabasını artırdığı bir adam vardı karşımızda… İnsanı Kur’an ahlâkına çağırırken öylesine yürek yangınları yaşıyordu ki, sesi Yunusça, Mevlânaca güzelleşiyor: “Bu milletin imanını selâmette görürsem cehennem alevleri içerisinde yanmaya razıyım.” diyebiliyor. Bütün varlığıyla açtığı savaşın adını “mânevî cihat” koyuyor. Bu cihadın hedefi sadece nefis ve şeytandır. O, günahkâra değil, günaha karşı çıkan “adam”dı. Bu sebeple, kâfire, sarhoşa, kumarbaza, yolsuza sadece acıyor ve yüreğini izinden gittiği Resulullah’a (a.s.m.) sonuna kadar açıyordu. * * * Yüreğinin sevgi, şefkat titreşimlerini önleyecek, engelleyecek ve duyurmayacak şeyle mücadele etti. Toplumda kargaşa, kavga, kaos istemiyordu. O, gücünü bildiği imanına, ahlâkına ve şefkatin tatlı cazibesine güveniyor. Sükûnet içinde çıkardı gerçekleri açığa… Zikirsiz, fikirsiz ve sevgisizler gibi, bulanık suda balık avlamadı hiçbir zaman. Talebelerini, asayişe yardımcı olmaya çağırdı bu sebeple. İstikrarlı ortamlarda, durmuş oturmuş-huzur bulmuş çevrelerde yapacaktı yürek hareketlerini. “İslâmiyet, selm ve müsalemettir, dâhilinde niza ve husumet istemez.” diyordu. Bunun için fedakârlık yaptı. Dışlanmaya, horlanmaya, hapse, gözetim altında yaşamaya başkaldırmadı. “İlâhî takdir” olarak gördü; sebepli hikmetler, örtülü manalar aradı yapılanlarda. İşi daima “rıza” oldu. Paradan, puldan, makamdan, mevkiden, şöhretten, şandan hep kaçtı. En yakınlarından hediye bile almadı. Dünyevî maksatlar için ziyaretine gelenleri kabul etmedi. Ders isteyene eserlerini gösterdi, “Bunlar benim bedelime size konuşur.” dedi. Daima kendini geri çekiyor, inancını şefkatini, muhabbetini, yani olanca güzelliğiyle yüreğini öne çıkarıyordu. Bütün maddî çıkar unsurlarına sırtını dönmekle kalmadı, bir de “manevî fedakârlık” prensibi koydu ortaya… Manevî feyzinden, zevkinden ve sevaplarından da, başkalarına hizmet adına fedakârlık yapacak kahramanlar aradı. Yani kendisini izleyecek gerçek gönül adamlarına talip oldu. Buldu da… Anadolu’nun garip, mahzun, mağdur varlığı hâlâ böylelerini barındırıyordu sinesinde. Ayakkabıcıydılar, bakkaldılar, berberdiler, işçiydiler, çiftçiydiler, marangozdular, memurdular. Ama onun, o şefkat dolu gönül tezgâhından geçerek, birer müspet hizmet adamı hâline geldiler. Hatta katildiler, hırsızdılar, yolsuzdular, anarşisttiler, sevgisizdiler. Onun “görklü nazarı” ve Hz. Peygamber ilhamlı eserleriyle örnek insanlar hâline geldiler. * * * O yürek, hapishaneleri “ıslahhaneler” hükmüne getirdi. Kendisi sadece hapse girmedi, hapishanedeki mahkûmların yüreklerine de girdi. O sıcacık ısınan ve şefkat gezegenlerine dönüşen gönüller, hapishaneyi bir mutluluk köşesi hâline getirdiler. O kadar ki, o içeride kaldığı sürece hapis hayatını sürdürmeyi istediler. Gönüllere girme işini, ilimle, fikirle, iknayla, ihlâsla başarma dersini verdi. Hapishaneyi “medrese-i Yusufiye” adıyla mektebe çevirdi. Onu tanımadan önce kanlı katil olanlar, o okulun öğrencisi olduktan sonra biti, pireyi, tahta kurusunu öldürmekte tereddüde düştü. Çünkü o, hepsi de eşsiz bir “Samed” eseri olan varlık âleminden Allah’ın güzel isimlerinin tecellilerini seyrediyordu ve kendisine gelenleri “Allah’a kul olma”ya çağırıyordu. Dili, “nezihâne, nâzikâne ve kavl-i leyyin” idi… Üslûbu Resûlullah’ın (a.s.m.) üslûbu idi… Yaklaşımı da, Kur’an’dan yansıyordu. Bu sebeple, sebep olduğu hiçbir güzelliği şahsı adına sahiplenmedi. Her başarısına, “Kur’an’ın mucizesi” olarak baktı. Allah’ın ikramı, ihsanı ve hediyesi bildi. “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur.” diyerek, şahsını ihlâs havuzunda eritti. Şahsı, Kur’an nuruyla şeffaflaştı ve hep imânı, ahlâkı, Kur’an’ı gösterdi. Çünkü bunlara hizmeti, yaşama sebebi bildi. Kulluğu, hayatının görevi haline getirdi. * * * Şefkat dolu yüreğiyle, manevî sefaletin temsilcilerine yanıyordu. Bu sebeple de şefkat kahramanı olan kadınları en çok o anlıyordu. “Şefkat” gibi emsalsiz güzel bir duyguyu istismar etmemeleri için çırpınıyordu. Ana yüreğiyle çocuklarına dünyevî makamlar dileyenleri, önce Hakka kulluk duasına davet ediyordu. Âhirete gidenlerin son durağı cennet olsun diye kendisini paralıyordu. Kavlî ve fiilî dualarla hep bu asıl kurtuluşa yardım etmek peşindeydi. Alman kadar kuvvetli, İngiliz kadar parası olsa bile, bundan başka yapacak şey düşünemiyordu. “Rahman” ve “Rahim” sıfatlarının güzel bir tecellisiyle, tanıdığı tanımadığı herkesi şefkatine muhatap kılmak için çırpınıyordu. Bunun içine meczuplar da dâhildi. Dağlarda iken karşısına çıkan ve kendisinden sigara isteyen zekâ özürlü insanı bile kırmaktan çekiniyordu. Dağdan kekik topluyor, kurutuyor, sonra da sigara şeklinde kâğıda sararak, ikrama hazır hâle getiriyordu. Aynı yürek, özüne şefkat kattığı imanî eserlerini, her türlü imkânsızlıklar ve baskılar altında soğuk hapishane köşelerinde kaleme alıyor, ancak istifade edeceklere ulaştırmak için de, ince uzun kesilmiş kâğıtları kibrit kutularına saklayarak dışarıya çıkarıyordu. Hapishanedeki arsızı, hırsızı, katili “müstesna ve seçkin insanlar” hâline getiriyor. Namazı uzun, zor ve zahmetli bulan birine, “Sen farzları kıl, sünnetleri ben senin yerine kılarım.” diyor. Bu zât, epey zaman sadece farz namazları kılıyor. Fakat daha sonra, bir gün vicdanlı ve şefkatli bir düşünceyle, ihtiyar ve hasta hocaefendiye acıyor. Yani şefkat iletişimi gerçekleşiyor, gelip diyor ki: “Artık benim sünnetleri kılmasanız da olur. Çünkü ben onları da kılmaya karar verdim…” O bir çığlıktı, feryattı, gözyaşıydı… Etkilenmemesi mümkün müydü? Katıksız bir ihlâsın, halis bir şefkatin titretemeyeceği, kendine getirmeyeceği kaç adam vardır bizim toplumumuzda? * * * Bu hayatî tamirde önüne çıkanlara, engel olanlara, hatta kendisini imha etmek isteyenlere bile şefkatle yaklaştı. İdamını talep eden savcının üç yaşındaki kızını hapishane penceresinden görüverince, babasına beddua etmekten vazgeçti. Risale-i Nur’la imanını kurtarmasını diledi. O şartla hakkını helâl edeceğini söyledi. Tariflere sığmaz derecede coşkun bir şefkat timsali olan Bediüzzaman Hazretleri, “hukuk-u umumiyenin hukukullah olduğunu bilmek” şartıyla, kendisine zulmeden, eziyet çektiren bütün savcılara da hakkını helâl edeceğini açıkladı. Bu şefkatli yürek, hayatı bir oyun ve eğlence sayan, “kulluk” bilincinden uzak, günübirlik yaşayan gençlere ağladı. Çözüm olarak da İslâm ahlâkının hakkıyla yaşanmasını teklif etti. O zaman, “sair dinlerin tâbileri de büyük kalabalıklar hâlinde İslâm’la şerefleneceklerdir.” dedi. Şefkatini gayrimüslimlere de yöneltti. Onları, Kur’anî bir üslûpla, “aramızdaki müşterek olan kelime”ye çağırdı. Hatta “İhtilâf konusu olan bazı hususları geçici olarak bir yana koyalım, dinsizliğe karşı samimî Hristiyan ruhanîleriyle birlikte çalışalım.” diye düşündü. Bu sebeple, bir eserini Vatikan’a papaya gönderdi. Ortodoksların lideri Patrik Athenagoras’la bizzat görüştü. Bütün meselesi, “herkesi İlâhî hakikate yaklaştırmak”tı. Onun şefkatli yüreği diyordu ki: Kesin olarak inançsız olan bir kişiyi, inançsızlığından şüpheye düşürmek, hizmettir. Bu kişi, Allah’ı inkâr edeceği yerde, sizin telkininizle, ‘Acaba Allah var mı?’ diye düşünse, siz büyük bir hizmet etmiş sayılırsınız.” Bütün Hayatı İmana Hizmetti Bediüzzaman, bütün ömrünü, insanın mana motorunu çalıştırmaya hasretmiştir. Toplumu durağanlıktan kurtaran, yaşama sevinciyle hareketlendiren ve daima hayra yönelten güç kaynağı olarak, sadece imana sarılmıştır. İman sağlam, sağlıklı ve istikametli oldu mu, ona bağlı olan ibadet ve ahlâk çarkları da çalışmaya başlar. Bediüzzaman’ın bütün hayatı, “imana hizmet” olarak özetlenecek çalışmalardan ibarettir. İman, bütün nimetlerin kaynağıdır. Nimetlerin “nimet” olarak bilinişi, tatlarını ve lezzetlerini kat kat artırır. Çünkü iman, nimetleri şeffaflaştırır; bakıldığında sahibini gösterir. Nimete bakıp, onda nimetin sahibini, malikini ve yaratıcısını görmek, çok mühim bir ayrıcalık ve üstünlüktür. Zira nimette nimetin sahibini görmek, hem nimetin lezzetini çoğaltır, hem de insanın dünyasını ve hayata bakışını genişletip zenginleştirir. İman, bir insanı, bin insan kadar donatır. Bu bakımdan Bediüzzaman şöyle der: “İman, insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.” “İmansızlık” felâketini “bütün musibetlerin anası” olarak gören Bediüzzaman, başka hiçbir işi, iman meselesi kadar ciddiye almamış; kendisini “Allah’ı kullarına tanıtmak ve sevdirmek”te fâni etmiştir. Bütün ilmini, duygusunu, düşüncesini “iman” istikametinde seferber etmiştir. Dış dünyanın en cazip, en gürültülü, en korkulu gündemleri bile, onu iman hizmetinden asla alıkoyamamıştır. Hizmetindeki samimiyetinin en büyük ispatı budur. Hayatının bütün safhalarında bütün meşgalesi “Hakka kulluk” olmuştur. Kulluk bilincini, Kur’an ve sünnet çerçevesinde yaşamak ve yaşatmak, hem hayatının, hem de eserlerinin hedefidir. Bu sebeple, onu dünya boyutlu bir düşüncenin, maddî endişelerin, siyasî eylemlerin adamı gibi görmek çok yanlıştır. O, daima âhiret boyutlu düşünmüştür. Bu sebeple, iman konusunda inkârcı filozoflara meydan okumasına rağmen onu bir “filozof” olarak göremeyiz. Bir yanıyla mütefekkirdir. Kâinat kitabını satır satır okur ve muhteşem tevhit delillerine dikkatimizi çeker. Ama bu özelliğinden dolayı da, onu sadece düşünür olarak ilân edemeyiz. Hayatı ve olayları, neşeleri ve üzüntüleri, insanın yaşama sevinci adına harika bir biçimde yorumlar ve böylece dünya hayatını âhiret mutluluğuna çevirmeye çalışır. Kolaylaştırır, ümit verir; şefkatiyle kucaklar herkesi ve her kesimi… Ama onu “psikolog” veya “sosyolog” olarak da tarif edemeyiz. Davası uğruna fedakârdır, cesurdur; maddî manevî cihadın kahramanıdır, ama onu sadece “cesur bir kumandan” olarak da tanımlayamayız. Binlerce sayfalık muhteşem bir eser bıraktı insanlık âlemine… Onu sadece “başarılı bir yazar” olarak anlatabilir miyiz? Kaldı ki Bediüzzaman, eserine sahip çıkmayan ve yazdıklarını Kur’an’dan bilen bir âlimdir. Bediüzzaman’ı, ne bu sınırlı tariflerin içine alabiliriz, ne de Batı kaynaklı akımlardan birinin kapsamına sokabiliriz. O, Bediüzzaman’dır. Sınırlı tahsil hayatında edindiği bilgileri merdiven yaparak Kur’an hakikatlerine ulaşmış ve onları insanlıkla paylaşmıştır. Allah’ın kitabından aldıklarını, Allah’ın kullarına selsebil sunmuştur. Bediüzzaman, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerimin talebesidir. O, mukaddes kitaptaki gerçeklerin ilân edicisi, duyurucusu ve dellâlıdır. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyettir. Bu sebeple, özel ve orijinal bir insandır. İman hizmetini hayatının maksadı bilmiş, bunu da Kur’an’ın tarifine ve Efendimizin (a.s.m.) uygulamasına göre anlatmış bir insan, başka nasıl tarif edilebilir? İslâmî bir tarif aramalıyız. Bediüzzaman’ı en iyi ifade edecek tarif, “müceddit”tir. Her asırda geleceği hadis-i şerifle müjdelenmiş olan mücedditler, dine, dinde olmayan bir yenilik katmazlar. Ancak din dışı karışıklıkları ayıklarlar; dini, özüne ve aslına uygun biçimde yeniden çağın anlayışına uygun biçimde bir kere daha açıklarlar. İmanı, aslına uygun olarak topluma mal etmeye ve yaşanılır kılmaya çalışırlar. Bediüzzaman, sağlığında Batılı kılık kıyafetlere itibar etmemiştir. Elbisesi tamamen kendine mahsus ve yerli olmuştur. Kıyafetini bile, bütün baskılara rağmen tamamen yerli yapmış bu insanın fikir ve davranışlarına, Batı patentli bir manevî libas giydirmek mümkün müdür? Zaten tamamen Kur’an kaynaklı ve orijinal olan Bediüzzaman modeli, hiçbir yaban tanıma sığmaz. Kendisi Batı taklitçiliğini anlatırken, Osmanlı insanının onlara benzemeye çalışmasını, “jandarmaya tango kadın elbisesi giydirme”ye benzetir. Onu anlamak için, Batılı deyim ve kelimelere ihtiyaç yoktur. Hangi Batılı filozof, ilim adamı ya da kanaat önderi, Doğulu ya da İslâmî bir tarife göre değerlendiriliyor ki? Maddeci Batının bakış açısı, dışa dönüktür. Nüfuz kabiliyeti yoktur. Görünüşü değerlendirir. Anlam derinliklerini idrak edemez.
Vehbi Vakkasoglu – Baskasinin Gunahina Aglayan Ada
PDF Kitap İndir |