Vercors – Soysuzlaşmış Hayvanlar

Biri çıkıp sizi sabahın beşinde uyandırsa ve siz hekim dahi olsanız, bu yüzden pek keyiflenmezsiniz doğrusu. Ve yatakta yapılmış güzel bir kahvaltıdan sonra sizin, le beni muhakkak neşelendirecek olan bir işi, böyle sabah karanlığında bir yere çağırılmış olan Dr. Figgins’in bambaşka tarafından alışma da şaşmamalıyız. Hattâ Douglas Templemore’un hali tavrı da -haklı olarak, daha çok dramatik bir eda taşımaktaydı ve bu da bizim için, bu dolambaçlı işlerin komikliğini daha arttırırdı ama, Dr. Figgins, tersine olarak, bunda da surat asmak için yeni bir sebep buldu. Kendisine gösterilen cesedin hiç beklenmedik niteliği de sebep oldu buna. Çünkü bu hikâye, gayet tabiî, bir cesetle başlamaktadır. Böyle bir başlangıcın bayağılığından ötürü özür dilerim ama, suç bende değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, ufacık bir cesetti bu. Meslek hayatı boyunca da Dr Figgins, ufak olsun, büyük olsun, birçok cesetlerle karşılaşmak fırsatını bulmuştu. Onun için, ilk önce bu ceset yüzünden hiç hayret duymadı. Sadece, beşiğin üzerine bir saniye eğildikten sonra kalktı ve Houglas’ın yüzüne “meslekî” bir ifade Ue baktı. Yani yüzünde ciddiliği, ayıplamayı, bilgiyi, acımayı bir arada açığa vuran çizgileri ustaca birbirine karıştırmasını bildi. Birkaç saniye mânalı mânalı sustu. Sonra gür bıyığının kılları arasından konuşarak: — “Korkarım ki beni çağırmakta biraz geç kaldınız…” dedi.


Bu sözler sabahın erken bir saatinde olduğunu ona hatırlattı, bunun için de içerlemekten geri durmadı. Douglas ise başını eğmişti; sakin bir sesle: — “Ben de bunu göresiniz istemiştim,” dedi. — “Efendim?” — “ Çocuk otuz beş, kırk dakikadan beri ölmüş olsa gerek.” Bunun üzerine Dr. Figgins saati de, başka şeyleri de unuttu ve bıyığının kılları gerçek bir öfkenin rüzgârıyla kımıldadı: — “Allah Allah, ne diye daha önce çağırmadınız beni öyleyse?” diye sordu. Douglas: “Beni anlamadınız,” dedi. “Kuvvetli bit striknin iğnesi yaptım ona.” Hekim bir adım geriledi, bir sandalyeyi devirdi, sonra tutmağa çalıştı, beri yandan da aptal aptal: — “iyi ama, buna cinayet derler,” diye bağırmaktan kendini alamadı. Douglas: “Bundan hiç şüpheniz olmasın,” dedi. — “iyi ama, niçin… nasıl yaptınız?.” — “izin verirseniz bunu daha sonra anlatırım.” Doktor telâşla: “Polise haber vermek gerek,” dedi. — “Ben de bunu rica edecektim sizden.” Figgins hafifçe titreyen eliyle telefonu açtı. Guildford emniyet komiserliğini aradı.

Bir polis memuru istedi ve nihayet tabiî halini bulan bir sesle: — “ Sunset Cottage’e birisini gönderin, yeni doğan bir çocuk öldürülmüş,” dedi. — “Çocuk mu öldürülmüş?” — “Evet. Babası herşeyi itiraf etti bana.” — “Yaa! Aman, kaçırmayın onu!” — “Kaçmağa hiç niyeti yokmuş gibi görünüyor.” Doktor telefonu kapadı. Yine çocuğun yanma geldi, onun gözkapaklarmı, ağzını açtı. Sonunda da lop’lan olmıyan, fazlaca yüksek kulaklara biraz şaşırarak baktı ama, aklına bir şey gelmemiş olacak ki, sesini çıkarmadı. Çantasını açtı, ağızda kalmış olan salyayı bir parça pamuğun üzerine aldı. Pamuğu küçük bir kutuya koydu, çantasını yine kapadı. Sonra gidip oturdu. Douglas ise kendi hesabına çoktan oturmuştu. Polisin gelişine kadar sessiz sessiz durdular. Sivil polis sevimli bir adamdı. Çok sarışındı, utangaç görünüşlüydü, gayet kibardı. Douglas’ı saygı dolu bir yumuşaklıkla sorguya çekti.

Kimliği ile ilgili birkaç sualden sonra sordu: — “Babası sîzsiniz, değil mi?” — “Evet.” — “Eşiniz yukanda mı?” — “Evet. İsterseniz söyliyeyim, aşağıya insin.” Sivil polis: “Yok canım,” dedi, “bir lohusayı kaldırmak istemem. Birazdan gidip görürüm onu.” Douglas: “Bir yanlışlık yapıyorsunuz korkarım,” dedi. “Bu çocuk ondan değil.” Polis solgun gözkapaklarını bir iki kırpıştırdı, işi anlaması için biraz zaman geçmesi gerekti: — “Yaaa!. Ha… îyi… Şey… Annesi burada mı öyleyse?” Douglas: “Hayır,” dedi. — “Ya… Nerede?” — “Dün Hayvanat Bahçesine götürdüler.” — “Orada memur mu?” — “Hayır. Oranın hayvanlarından biri.” Polisin gözleri faltaşı gibi açıldı: — “Ne dediniz?” — “Annesi tam anlamıyla kadın değil. Paranthropus Erectus denen ve insana çok benziyen bir türün dişisi.” Doktorla polis, ağızları yan-açık, tek söz söylemeden Douglas’m yüzüne baktılar.

Sonra kaçamaklı bir şekilde, kaygılı kaygılı bakıştılar. Douglas gülümsemekten kendini alamadı: — “Doktor zahmet edip çocuğu biraz yakından in- celese muhakkak ki belirli birtakım anormallikler görecek,” dedi. Doktor ancak bir saniye çekindi. Sert adımlarla beşiğe gitti, küçük vücudun üstünü açtı, bezlerini çekti. Sadece: “Hay Allah müstahakını versin!” dedi, öfkeli bir tavırla çantasını, şapkasını kavradı. Bunun üzerine polis memuru da kaygı dolu bir çabuklukla yaklaştı: — “Ne var?” Doktor: “Oğlan çocuk değil bu, maymun,” dedi. Douglas acaip bir tavırla: “Emin misiniz?” diye sordu. Dr. Figgins kıpkırmızı oldu: — “Emin miyim de ne demek! Aptalca bir şaka karşısında bulunuyoruz, memur bey. Siz ne yapacaksınız, bilemem ama, ben kendi hesabıma…” Sözünü tamamlamak zahmetine katlanmadı: Kapıya doğru yürümeğe başlamıştı bile. Douglas kesin bir tavırla söze karıştı: “Bi dakka müsaade edin Doktor,” dedi. Masanın çekmesinden bir kâğıt çıkarmıştı. Bunu ona uzattı. Kırallık Cerrahî Kurulu’nun başlığını taşıyan bir kâğıttı: “Şunu okuyun lütfen.” Doktor duraladı, kâğıdı aldı, gözlüğünü taktı, okudu: “Ben aşağıda imzası bulunan Kırallık Cerrahî Kurulu Üyesi, Tıp Doktoru S.

D. Williams, bugün saat 4.30 da Par&nthropus Erectus cinsi Derry adlı dişi bir maymundan, bütün uzuvları tam olan erkek bir çocuk doğurttuğumu bildiririm. Bilimsel bir deney amacıyle Sydney’de tarafımdan yapılan sunî bir tohumlama sonucunda 9 Aralık 19. günü döllenen Derry’nin bu gebeliği, Douglas M. Templemore’un eseridir.” Dr. Figgins’in zaten patlak olan gözleri, gözlüklerinin ardında şaşırtıcı bir şekilde, faltaşı gibi açılmıştı. Douglas: “Adamın gözleri yerinden fırlıyacak…” diye düşündü. Doktor tek söz söylemeksizin kâğıdı polis memuruna uzattı, Douglas’a sanki Cromwell’in hayaleti karşısına çıkmış gibi baktı, sonra yine beşiğin yanma geldi. Çocuğu muayene etti. Gözleri hep faltaşı gibi açık olduğu halde babasından yana döndü, sonra çocuğa, peşinden yine Douglas’a baktı. Boğuk bir sesle: “Hiç böyle şey duymamıştım,” dedi. “Bu Paranthropus denen şey neymiş?” — “Henüz kimse bilmiyor bunu.” — “Nasıl?” — “İnsanı andıran bir şey yaratık.

Hayvanat bahçesine otuz tane geldi bunlardan. Şu anda hepsini inceliyorlar.” Doktor: “Peki ama, ne diye siz…” diye söze başladı, durdu. Yine beşiğin yanma gitti. Bir çeşit ferahlayışla: — “Yine de bir maymun bu, dört eli var baksanıza…” dedi. Douglas yavaşça cevap verdi: “Çabucak bir sonuca varmayın.” — “Dört elli insan olmaz ki.” Douglas: “Doktor,” dedi, “örneğin diyelim ki bir tren kazası… bakın, bacaklarını örtelim… işte… ayakları kesik, küçük bir ölü… Şimdi de bu kadar kesinlikle konuşabilir misiniz?” Doktor biraz sonra: “Kollan çok uzun,” dedi. — “İyi ama, yüzü?” Doktor tereddütlü bir sıkıntı ile, hemen hemen şaşkınlıkla başını kaldırmıştı: “Kulakları…” diye başladı. Douglas: “Farzedin ki birkaç yıl içinde okumak, yaz. mak, aritmetik problemlerini çözmek öğretilsin ona…” Figgins omuzlarını silkerek acele acele: “İşin n’ola­ cağı bilinemedikten sonra herşey farzedilebilir,” diye cevap verdi. — “îşin içyüzü öğrenilecek belki. Erkek kardeşleri var onun, Doktor. Hayvanat bahçesinde başka dişilerden bunun gibi iki tane daha dünyaya geldi. Yakında üç tane daha…” Doktor alnındaki terleri sildi: “İşte o zaman mümkün olacak…” diye kekeledi.

— “Ne mümkün olacak?” — “îşin içyüzünü görmek… öğrenmek…” Polis memuru da yaklaştı. Sarışın kirpiklerini kanat çırpan güveler gibi kırpıştırıyordu: — “Mr. Templemore, bizden ne gibi bir şey bekliyorsunuz?” diye sordu. — “ödeviniz neyse onu yapın, memur bey.” — “Hangi ödev, efendim? Bu küçük yaratık bir maymun, besbelli bu. Yani ne diye istiyorsunuz ki…” — “Orası benim bileceğim iş, memur bey.” — ‘Bizim işimiz de böyle şeylere karışmak değil muhakkak…” — “Ben çocuğumu öldürdüm, memur bey.” — “Anladım, ama bu… bu yaratık şey değil… ondaki vasıflar…” — “O vaftiz de edildi, memur bey, ve Garry Ralph Templemore adı altında nüfus kütüğüne yazıldı.” Polis memurunun yüzünü ufacık ter damlaları kaplamağa başlıyordu. Birden sordu: — “Anası hangi ad altında yazıldı nüfus kütüğüne?” — “Kendi adıyla: Yeni Gine yerlilerinden, Derry adıyla anılan bir kadın, diye.” Polis memuru muzaffer bir tavır takındı: “Yalan beyan var, bu nüfus kaydı hükümsüzdür,” dedi. — “Yalan beyan mı?” — “Anne kadın değil ki?” —• “Bunu isbat etmek gerek.” — “Nasıl? îyi ama, siz kendiniz…” — “Düşünceler birbirine aykırı.” — “Aykırı mı ? Hangi noktada aykırı ? Hangi düşünceler?” — “Partmthropus’un hangi cinsten olduğu hakkında bellibaşlı antropologların düşünceleri. Bir ara-tür bu: İnsan mı, maymun mu? İkisine de benziyor.

Alt tarafı, Derry’nin bir kadm olması da mümkündür pekâlâ. Eğer elinizdeyse aksini siz isbat edin. Bu yapılana kadar da onun çocuğu Tanrı ve kanun karşısında benim oğlum.” Polis memuru öylesine şaşkın görünüyordu ki, Douglas ona acıdı. Sevimli bir tavırla: — “Âmirlerinize danışmak istersiniz belki, ha?” diye sordu. Adamın sarışın yüzü ışıldadı: — “Evet, müsaade ederseniz,” dedi. Sonra telefonu açıp Guildford’u istedi. Gülümsiyerek Douglas’a minnetini iletmekten de kendini alamadı. I>oktor da yaklaştı: — “Şu halde… iyi duydumsa… buna benziyen beş küçük maymunun daha babası olacaksınız demek, ha?” diye sordu. Douglas: “Hah, şimdi işi anlamağa başlıyorsunuz,” diye cevap verdi. n Herşey güzel bir Nisan sabahı (Londra’ya iklimi yüzünden çok iftira ederler.) Frances Doran, Regents Park’ın yer yer açmış çiçeklerle bezeli çimenliklerinde gezerken başladı. Genç kız, güneşin nemli çayırlardan kaldırdığı nazlı, saydam sis içerisinde yürüyordu. Bu parka derin ve özel bir sevgi beslemekteydi. Başka bir parkın ta içinde oturan bir kimse için epey acaip, dikkate değer bir sevgiydi bu: Tâ kuzeyde olan bu park, uçsuz bucaksız şehre tepeden bakar.

Adı Hampstead Heath’dir. Londra’nın en büyük, aynı zamanda en yabanî parkıdır. Güneyden geldiğinizde yol ilkin çıplak bir çimenlik alanın kıyısından geçer. Orada da zaman zaman önemli bir panayır kurulur. Dar sokaklardan geçersiniz, ki bunlardan birinde, genç yaşta ölüp giden duygulu şair John Keats oturmuştur. Yol, parkın tümünü sağda bırakarak başlar yokuş-yukarı tırmanmağa. Doğrusunu isterseniz burası bir parktan çok, koyunlann otladıkları vâdilerle, korularla dolu kırlık, köylük bir toprak parçasına benzer. Şimdi de, yokuşun yansında, sessiz sedasız tekrar ağaçların arasına inen sağdaki yılankavi, küçük yola saparsanız tâ aşağıda, yeşillikler içine gömülüp gizlenmiş minicik bir köy bulursunuz karşınızda. Bu taşlar okyanusu ortasında onun o hiç beklenmedik varlığı, dünyanın en dokunaklı şeyidir. Köyün vaid dolu adı Vale of Health’dir ki bu, Sağlık Vâdisi anlamına gelir. Bu belki de ters anlamda söylenmiştir: Galiba, sis özellikle orada toplanırmış çünkü. Fakat ben bu kcyü keşfettiğim zaman hava yine güzeldi… Yanımda Londralı bir kız arkadaşım vardı, o da burayı benimle birlikte keşfediyordu. ikimiz de pek heyecanlıydık. Evleri, dar sokakları, ortasındaki meydanı ve hattâ, buğulu bir gölcüğün kıyısındaki meyhanesiyle gerçek bir köydü burası. Dar sokaklardan birinde yürüyorduk, öylesine dar ki, ancak bisikletle, zar-zor geçilebilirdi buradan.

Minicik bir bahçenin ardında da içerlek, küçük bir evi iyice gördük. Salkım çiçekleriyle, sarmaşıklarla örtülü bir katlı, tahta bir evdi. Birinci katm geniş penceresi minik bahçeye açılıyor ve gösterişsiz, fakat ince bir zevkle döşenmiş rahat bir ev içinin o içten, ılık halini, bu beklemediği köyde kaybolmuş ziyaretçinin gözleri önüne seriyordu. içeride kimse görünmüyordu. Biz de Londra’nın bağrındaki bir parkın ortasında kaybolmuş bir köyün göbeğine kurulu bu küçük evin bir gün meşhur olacağını aklımıza getirmeden durmuş, bakıyorduk. Frances burada oturuyordu çünkü. Genç kıza bu evi ana-babası ma vermişti, yoksa talih mi yüzüne gülmüştü, bilmiyorum. Tek başına orada oturuyor, hiç dışarıya çıkmıyordu. Küçüklü büyüklü hikâyelerini burada rahat rahat yazıyordu. Dergiler bunları pek acele etmeksizin basıyorlar; sonra kitapçılar birkaçını bir araya getirip, daha da acele etmeksizin, yayınlıyorlardı. Genç kızın yine de sadık birkaç hayranı vardı. Bunların içtenliği ve ateşliliği, sayılarının az oluşunu güç karşılıyordu. Onun için Frances sık sık kendinden şüphe ediyor, para sıkıntısı çekiyordu. Ne denirse densin, bu iki şey, işlerin düzelmesi için birbirlerine yardımcı olmaz. Yazdıklarının da bu yüzden zarar gördüğü oluyordu.

Bu da hiçbir şeyi düzeltmiyordu tabiî. Başka seferler ise, tersine, güçlükler onun cesaretini kamçılıyor, uyanıklığını keskinleştiriyordu. Tâ uzaklardaki bilimsiz, tek-tük hayranlan da onu okuyunca benliklerinde sıcak bir coşkunluk duyuyorlar, onunla tanışmağı arzuluyorlardı. Douglas da hayatını yazı yazarak kazanmaktaydı. Fakat o daha çok röportajlar yapıyordu. Acaip insan topluluklan bulup çıkarmasını beceriyor, bunlann tuhaf yaşayışlarını da kıvrak bir üslûpla anlatıyordu. Örneğin Devonshire’da bekâr kalmağa yeminli, bir arada yaşayan yaşlı ve emekli bir binbaşılar topluluğu keşfetmişti. Otuz kişi kadardılar; içinde birkaç tane hayalet bulunan eski, harap bir şatoda oturuyorlardı. Bunlann acaip hayat hikâyeleri, “Ufuk” dergisinin az-buçuk züppe okurlarını şefkat dolu bir gülüşle kırıp geçirmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir