Victor Hugo – İdam Mahkumunun Son Günü

2002 yılında, Victor Hugo’nun doğumunun 200. yıldönümünü kutladık. Hem dünya hem Avrupa hem de Fransa’nın gözünde XIX. yüzyıla damgasını vurmuş kişilerden biri sayılan bu büyük insanın yapıtlarını hepimiz tanıyoruz; ne var ki Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, onun en az tanınan yapıtları arasındadır. 1829 yılında, daha yirmi yedi yaşındayken yazdığı bu kitabı, kendi adını açıklamadan yayınlamıştır. Nitekim bu davranışının gerekçesini, sonradan açıklamıştır. Kitabın yayınlanması belirli çevrelerde olumlu karşılanmıştır. Ancak Fransız Devrimi’nin üzerinden kırk yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ devrim coşkusunu yaşayan çevrelerden gelen olumsuz tepkiler dikkat çekicidir. Bu değişik düşünceleri; kitabın yeni baskısında yer alan oyun bölümünde kişilerin ağzından ve 1832 yılında kitabın üçüncü baskısının başında yer alan önsözdeki açıklamalardan öğreniyoruz. Elinizdeki kitap 1829 tarihli önsöz, yukarıda sözü edilen oyun metni ve romanın kendisinden oluşmaktadır. Aslında bir dönem Fransa tarihinin çok özel ayrıntılarına değindiği için bu kitaba almadığımız ikinci önsöz, yani 1832 tarihli olanı, birincisinden daha çok açıklayıcı ve siyasal bir görüş bildiren bir nitelik taşımaktadır. Nitekim kitabın ilk basım yılı olan 1829 yılı, tarih olarak, üç yıl sonrasınınkinden çok farklıdır. Fransa tarihine baktığımızda, 1829 yılında, tahtta X. Charles oturmaktaydı ve 1789 öncesine dönme yönündeki düşlerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Çevresine Cumhuriyet ve Napoléon karşıtı insanları toplamıştı. Fransız siyasal tarih literatüründe “aşırılar” adıyla anılan aşırı kralcıların egemen oldukları bir dönemdi bu. İkinci önsözün yazıldığı yıl, Temmuz Devri olarak adlandırılan 1830 ayaklanmalarının ardından tahta çıkartılan Louis-Philippe’in ve liberal burjuvaların dönemidir. Bu iki önsözün, yazıldıkları döneme egemen olan rejimi yansıttıklarını da bir ölçüde söyleyebiliriz. Ancak Victor Hugo’nun ikinci önsözde uzun uzun üzerinde durduğu konu, Temmuz Devrimi’ nin ardından, sorumlu tutulan bakanları bağışlatmak için idamın siyasal bir polemik haline getirilmesine karşı olduğunu belirtmek istemesidir. Nitekim bu görüşlerini de liberal bir ortam içinde duyurabilmiştir. Büyük bir devrimin üstünden henüz kırk yıl geçtiği halde, halk kitleleri, Napoléon zamanında olsun Napoléon sonrası dönemde olsun, aynı hırçın coşkularını sürdürmüşlerdir. Romanın içinde tam bir tarih bilgisi verilmese de, öykünün 1826-1828 yılları arasındaki bir zaman diliminde geçtiği göz önüne alınırsa bu devrimsel coşkunun izlenimini yorumlamamız daha da kolaylaşacaktır. 1789 ve 1848 devrimleri arasında yer alan 1830 Devrimi’nin beklenilen sonuçları vermemesi, her ne kadar 27-29 Temmuz 1830 tarihleri arasında gerçekleşen halk hareketinin parlaklığına gölge düşürmüş olsa da Victor Hugo’nun bu umut dolu beklentilerini dile getirdiğini ikinci önsözde daha açık bir biçimde görüyoruz. Victor Hugo’nun romanlarında en sık kullandığı sözcük olan “sefil” sıfatıyla ilk kez bu romanda karşılaşmaktayız. Yazarın, zavallı, belirli yaşamsal olanaklardan yoksun, evrensel değerlere sahip olmayı umut eden ve yaşamın her ânından, rastlantı da olsa, bir şeyler bekleyen her çeşit insan için kullandığı bir sıfat, bir addır bu sözcük. Victor Hugo’nun her romanındaki başkahramanına baktığımızda, gerçekten karşımıza sefil bir insan portresi çıkmaktadır; Notre Dame’ın Kamburu’nda, Ortaçağ dekoru içine yerleştirilmiş, duygusal bir saflık içinde belirli duygulara erişmenin coşkusunu yaşayan, sefil bir zangoç; Deniz İşçileri romanındaki gizemli Breton manzarası içindeki sefil insanların yaşam savaşımları; “Gülen Adam”da on altıncı yüzyıl İngilteresi’nde arabesk sosyetenin içine girmiş, yüzünün deformasyona uğraması nedeniyle gülen bir suratı olan, ancak gönlünde acı dolu duygular taşıyan, sefil ama farklı bir anlamda sefil olan roman kahramanı ve onun çevresini saranlar; Doksan Üç romanında yer alan, Fransız Devrimi sırasında birbirleriyle çatışan sefil insanlar ve yazarın en büyük romanı Sefiller’ deki sefil insanların öyküsü. Kısaca özetlersek, Victor Hugo’nun yapıtlarını hepsi sefil insanlardan oluşan bir “İnsanlık Komedyası” olarak tanımlayabiliriz… Victor Hugo’nun yazarken, gözlemlerinden sıkça yararlandığı; kanıtlar ve belgeler toplayarak bunları yapıtlarında kullandığı yazın tarihçilerince söylenir; hatta her romanın yazılmasına neden olan bir örnek olayın varlığı da yadsınamaz. Her romanı gibi, bu yapıtın da bir örnek olaydan yola çıkılarak yazıldığını, bir okur olarak duyumsamamak olanaksız gibi. Hatta bu romanın örnek olayını Victor Hugo’nun Yaşamın Bir Tanığından adlı kitabındaki “İdam Sehpası” başlıklı metinden de anlayabilirsiniz: Bir gün Victor Hugo, bir arkadaşı ile Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık dikkatlerini çeker. Yaklaştıklarında, bir suçlunun cezasının infazının yapılmakta olduğunu görürler ve bu olayın ardından yazar, hemen oradan uzaklaşır. Kuşkusuz böylesine acı bir görsel olayın böylesi bir romana kaynaklık etmiş olması, bu yapıtın anlamını ve önemini artırmaktadır. Victor Hugo, idam gerçeğini daha yirmi yedi yaşındayken ve 1829 Fransası’nda kavramıştır. “Devrimlerin yok edemediği kaide” diye nitelendiriyor giyotini ya da örtülü olarak bunun altında yatan “idam”ı. Fransa açısından bu cezanın yürürlükten kaldırılmasının, ancak 1981 yılında Sosyalist Parti iktidarında gerçekleştirildiğini de belirtmeliyiz. Bu, kitabın yazılmasından 152 yıl sonra gerçekleşmiş bir olgudur. Ne yazık ki birçok Batı ülkesinde bu uygulama sürmektedir. Doğal olarak, bunun siyasal ve ahlaksal yönleri de vardır. Toplumun düzenini sağlamak için bu cezayı, bir caydırıcılık öğesi olarak görenler de vardır. Victor Hugo, bu düşünceyi taşıyanlara daha 1830’lu yıllarda karşılık vermektedir. Cezayı verip 7/136 insanı yok etmenin yerine, suçluları iyileştirmeyi öğütlemektedir. Yok etme gücünün Tanrı’ya özgü olduğunu vurgulamaktadır; çünkü bu yok etme eyleminde bulunan insanoğlu, bunu yaparken içindeki nefret dolu duygularını boşaltmakta ve yabanıl bir tören için ortam yaratmakta ve onu süslemektedir. İşte Victor Hugo, insanoğlunun yarattığı bu vahşet sahnesini yıkmak istemektedir, çünkü uygar dünyada bu sahnenin yeri yoktur. Uygar insanoğlu bu vahşet gösterisine layık değildir ve onun hak ettiği konum da bu değildir. Bütün yaşamsal haklarından yararlanamayan ya da yararlandırılmayan bir insan, gerçek anlamda bir insan değildir onun gözünde. Victor Hugo’nun bu idealleri, bugünkü uygar dünyada bir ölçüde gerçekleştirilmiştir; çünkü insanoğlu ancak böylesi haklara layıktır ve yüreğinde sevgi taşıdığı sürece buna layık olacaktır. İdam sehpası, insanoğlunun kaldırması gereken tek engel değildir, yalnızca engellerden biridir; ancak kaldırılması gerekenlerin en başında yer almaktadır. Bu kitaptaki adsız, suçu belirtilmemiş herhangi bir suçlunun son gününde hissettiklerini okuduğumuzda, bu sorunun daha iyi anlaşılacağını umut ediyorum. ERHAN BÜYÜKAKINCI 8/136 1829 Basımına Önsöz Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sefil bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış, düzensiz bir kâğıt tomarı söz konusudur ya da bu adam; bir insana, sanatın yararına doğayı inceleyen bir hayalpereste, bir filozofa, bir şaire rastlamıştır, kim bilir? Belki de kendisine egemen olan ya da daha doğrusu kendisini teslim ettiği ve ancak bu kitaba aktararak kurtulabildiği bir düşlemdi onun bu düşüncesi. Okur, bu iki açıklamadan istediğini seçebilir, istediği gibi yorumlayabilir. VICTOR HUGO 1832 Basımına Önsöz İlk basımında yazar adı olmadan yayımlanmış bu yapıtın başında, yalnızca altta okuyacağınız satırlar vardı: “Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sefil bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış, düzensiz bir kâğıt tomarı söz konusudur ya da bu adam; bir insana, sanatın yararına doğayı inceleyen bir hayalpereste, bir filozofa, bir şaire rastlamıştır, kim bilir? Belki de kendisine egemen olan ya da daha doğrusu kendisini teslim ettiği ve ancak bu kitaba aktararak kurtulabildiği bir düşlemdi onun bu düşüncesi. Okur, bu iki açıklamadan istediğini seçebilir, istediği gibi yorumlayabilir.” Görüldüğü üzere, bu kitabın ilk yayımlandığı dönemde yazar, bütün düşüncelerini söylemek konusunda tam bir kanaate varamamıştır. Bu düşüncelerinin anlaşılmasını beklemeyi ve bunların anlaşılıp anlaşılmadığını görmeyi yeğlemiştir. Nitekim istediği gibi olmuştur. Bugün yazar, bu masum ve içten yazınsal biçim çerçevesinde halkın anlayabileceği bir dille anlatmak istediği siyasal ve toplumsal bir düşünceyi ortaya koyabilmektedir. Öncelikle şunu da ifade etmekte ya da daha doğrusu yüksek sesle söyleyebilmektedir ki Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, doğrudan ya da dolaylı olarak, ölüm cezasının kaldırılması için yapılan bir söylevden başka bir şey değildir. Yazarın yapmak niyetinde olduğu şey; çok az şeylerle uğraşsalar da gelecek kuşakların onun yapıtında görmelerini istediği şey; seçilmiş herhangi bir katil ya da bir suçlunun, her zaman için kolay ve geçici olacak özel bir savunmasını yapmak değildir; bugünkü ve gelecekteki tüm suçlular için geçerli olan genel ve sürekli bir davanın savunulmasıdır; bu, en büyük yargısal güç olan toplumun önünde, bütün kuvvetiyle tanık olarak gösterilen ve savunulan insan haklarının en yüce noktasıdır; bu, sonsuza dek, tüm ceza davalarının önünde yer edinmiş olan, “abhorrescere a sanguine” 1 , dava reddinin bitişidir; bu, kralın adamlarının kanlı söylevlerinin tumturaklı sözcük cümbüşünün kuşattığı, bütün önemli davaların temelinde ardında kendisini gösteren karanlık ve uğursuz bir sorundur; Yargıçlar Kurulu’nun uğuldayan kargaşasının içinden çıkmış, apaçık, beklenmedik bir anda gün ışığına sunulmuş ve görülmesi gereken yere; olması gereken, gerçekten olduğu yere; asıl korkunç yerine; mahkeme salonuna değil, idam sehpasına; hâkimin önüne değil, celladın önüne konmuş bir ölüm kalım meselesi diyeyim ben buna. İşte yazarın yapmak istediği de budur. Eğer bir gün, yazgı, umut etmeye cesaret bile edemediği şeyi, bunu yapmanın zaferini ona verirse, başka bir ödül istemeyecektir. Masum ya da suçlu olsunlar, bütün olası sanıkların adına, bütün mahkeme salonlarında, bütün yargılayanların, bütün yargı organlarının önünde uğraşıyor, bunu ifade ediyor ve bunu yineliyor yazar. Bu kitap herhangi bir yargıca yöneltilmiştir. Ve yazar, savunmanın dava kadar anlamlı olması için, –ve işte böylelikle Bir İdam Mahkûmunun Son Günü ortaya çıkmıştır– yapıtın içeriğinden her türlü katkıyı, rastlantıyı, özeli, seçkini, öznel olanı, değişebileni, ayrıntıyı, olayı, özel adları çıkarmak ve herhangi bir suçtan ötürü, herhangi bir günde idam edilmiş herhangi bir mahkûmun davasını savunmak ile yetinmek zorunda kalmıştır (yetinmek denilebilirse buna). Düşüncesinden başka hiçbir aracı olmaksızın, yargıcın “oes triplex”inin2 altındaki yüreğini kanatmak için önceden yeterince çaba sarf etmişse, ne mutlu ona! Yargıcın ruhunu kemire kemire, onun içinde bazen bir insan ruhu bulmayı başardığı an, yine ne mutlu ona! Üç yıl önce, bu kitap çıktığında, birkaç kişi yazarın düşüncesinin tartışılmaya değeceğini düşünüyordu. Bazıları, bunun bir İngiliz kitabı olduğunu ileri sürüyorlardı; bazıları ise bu bir Amerikan kitabıdır, diyorlardı. Ne garip, olayların kökenini binlerce fersah ötede aramak merakı, sokaklarımızı yıkayan dereyi Nil’in kaynaklarından akıtmak kadar saçma! Ne yazık! Bu, ne bir İngiliz, ne bir Amerikan, ne de bir Çinlinin kitabıdır. Yazar, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nü yazma düşüncesini bir kitaptan değil –zaten düşüncelerini o kadar uzaklarda aramak gibi bir alışkanlığı da yoktur onun– hepinizin onu görebileceği, belki de görmüş olduğunuz bir yerden (çünkü hangimiz bir idam mahkûmunun son gününü zihninde canlandırmamış ya da düşlememiş olabilir ki?), temiz bir yürekle, halk meydanından, Grève Meydanı’ndan almıştır. İşte bir gün oradan geçerken, giyotinin kırmızı kesik beden parçalarının altındaki bir kan birikintisinin içinde yatan o iç karartıcı düşünceyi görmüştür. O zamandan beri yazar, her keresinde, temyiz mahkemelerinin kara perşembelerinden, Paris’te bir idam hükmü çığlığının yankılandığı o günlerden birini yaşıyordu; her keresinde Grève için izleyicileri kışkırtan o boğuk bağırışların penceresinin altından geçişini duyuyordu; her keresinde bu korkunç düşünce onun benliğini sarıyor, ele geçiriyor, kafasının içini jandarmalarla, cellatlarla ve kalabalıkla dolduruyor, can çekişen sefilin son ıstıraplarını anbean ona anlatıyor; –işte şu anda ona günah çıkartıyorlar; işte şu anda saçlarını kesiyorlar onun; işte şu anda ellerini bağlıyorlar– ondan, zavallı şairden, bu korkunç olay gerçekleşirken kendi hesabını gören topluma bütün bunları anlatmasını söylüyor, ona baskı yapıyor, onu itiyor, sallıyor, her ne kadar bir şeyler yaratmaya koyulmuşsa da ruhundan mısraları çalıyor ve onları tasarlanır tasarlanmaz öldürüyor, onun bütün çalışmalarını karalıyor, her şeyi tersine koyuyor, onu kuşatıyor ve yakasını bırakmıyordu. Bir işkenceydi 11/136 bu; gün ışığıyla birlikte başlayan ve aynı anda azap çektirilen bir sefilinki gibi saat dörde kadar süren bir işkence. Yalnızca saatin dokunaklı sesi ile “ponens caput expiravit”3 yankılandığı zaman, yazar, rahat bir soluk alıyor ve ruhu biraz olsun özgürlüğüne kavuşuyordu. Nihayet bir gün, anımsadığı kadarıyla Ulbach’ın idamının ertesi günüydü, bu kitabı yazmaya koyulmuştu. O zamandan beri ruhu rahatlamıştı. “Adli suçlar” adı verilen bu kamu suçlarından birisi işlendiğinde, bilinci artık buna bağımlı olmadığını söylemiş ve o da, Grève’den toplumsal birliğin bütün üyelerinin başlarına sıçrayan bu kan damlasını alnında hissetmemişti artık. Yine de yetmiyordu bu. Elleri yıkamak iyi, ancak kanın akmasını engellemek daha iyi olacaktır. Bu yüzden, yazar “idamın kaldırılmasına katkıda bulunmak”tan daha yüce, daha ulu başka bir hedefi tanımayacaktı. İşte bu yüzden, devrimlerin bile yıkamadıkları bu yegâne ağacı, darağacını, devirmek için yıllardır çalışıp didinen ulusların bütün yüce gönüllü insanlarının dileklerini ve çabalarını bütün kalbiyle benimsemektedir. Yazar, her ne kadar önemsiz birisi olsa da kendisine düşen görevi coşkuyla yerine getirmektedir: baltasını vurmak ve bundan altmış altı yıl önce Beccaria’ nın,4 Hıristiyanlık âleminin üstünde yüzyıllardır yükselmiş olan yaşlı darağacına açtığı yarığı elinden geldiğince genişletmek. Devrimlerin yıkamadıkları tek kaidenin idam sehpası olduğunu söylemiştik biraz önce. Aslında devrimlerin insan kanıyla yetindikleri hiç görülmemiştir; ve bunlar toplumun dallarını budamak, kesmek, başını koparmak için geldiklerinden, onların büyük güçlüklerle vazgeçebildikleri budama bıçaklarından bir tanesidir idam. Eğer bugüne kadar devrimler ölüm cezasını kaldırmaya layık ve muktedir olsalardı, şimdilik bunlardan, ancak Temmuz Devrimi’nin5 layık olacağını itiraf ediyoruz. Aslında XVI. Louis’nin, Richelieu’nün ve Robespierre’in barbar ceza yasasını ortadan kaldırmak ve kanunun başına insan yaşamının dokunulmazlığını yazmak onuru, modern zamanların bu en yüce halk hareketine ait gibi görünmektedir. 1830, 93 satırını6 parçalamaya hak kazanmıştır. Bir an önce istemiştik bunun kaldırılmasını. 1830 Ağustosu’nda, siyasal atmosferde bağışlayıcılık ve acıma duygusu egemendi; belli bir yumuşaklık ve uygarlık anlayışı kitleleri sarmıştı; güzel bir geleceğin yaklaşması ile açılmıştı her birimizin gönlü; öyle ki idam, bizleri rahatsız eden kötü olaylardan arda kalanlar gibi, örtülü ve toplu bir rıza ile hemen adaletten kaldırılacak gibi görünmüştü. Halk bile, henüz eski rejimin paçavralarından bir coşku ateşi yapmıştı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir