Önce Christina Rosetti, sonra Byron üzerine izlenimlerimi yazmak için defter almayı bekleyeceğime buraya yazsam daha iyi diye düşündüm. İlkin çok sayıda Leconte de Lisle kitabı aldığım için hemen hemen hiç param kalmadı. Göründüğü kadarıyla kendisinin de çok iyi bilincinde olduğu gibi Christina’nın doğuştan ozan olma ayrıcalığı var. Ama eğer Tanrı’ya dava açarsam tanıklığını isteyeceğim ilk kişilerden biri o olurdu. Karaduygulu bir şiir. Önce kendini aşktan yoksun bıraktı ki bunun anlamı hayattan da yoksun kalmaktı; sonra dininin gereği sandığı şeye duyduğu saygı yüzünden, şiirden. İki uygun koca adayı oldu. İlkinin gerçekten kendine özgü alışılmadık yanlan vardı. İnançlıydı. Christina yalnızca Hıristiyanlığın belli bazı özelliklerini taşıyanlarla evlenebilirdi. Adam bu özelliklere bir kerede yalnızca birkaç aylığına ayak uydurabiliyordu. Sonunda Roma Katolik inancına kaydı ve yok oldu. Mr. Collins’in durumu daha da beterdi – gerçekten çok tatlı bir bilgeydi – dünyadan elini eteğini çekmiş biri – kendini Christina’ya adamış, asla sürüye katılmayacak biri. Bu durumda kız sevecenliğini yalnızca onun evine konuk giderek gösterebildi, bunu da hayatının sonuna kadar sürdürdü. Şiiri de kısırlaştı. İlahileri 4 Ağustos, Pazartesi l Virginia Woolf şiire dönüştürmeye koyuldu ve bütün şiirini Hıristiyan öğretisinin kölesi yaptı. Sonuç olarak, bence, deyim yerindeyse Mrs. Browning’inkinden çok daha incelikli bir biçim edinmek için yalnızca özgürlük bekleyen o çok incelikli özgün yeteneği haşin bir açlığın ellerine bıraktı. Çok kolaylıkla yazıyordu; gerçek yeteneklerde genellikle görüldüğü gibi kendiliğinden, çocuksu bir tarzda; hâlâ oldukça ham. Doğuştan gelme şarkı söyleme yeteneği vardı. Düşünüyordu da. Hayal gücü vardı. Din konusunda tarafsız kalan birinin tahmin edebileceği gibi, ağzı bozuk ve hınzır olmayı da becerebiliyordu. Ve gösterdiği bütün özverinin ödülü olarak günahlarından arındığından emin olamadan dehşet içinde öldü. Yine de itiraf ediyorum, yönümü kaçınılmaz olarak zaten tanıdıklarıma çevirirken onun şiirine yalnızca bir göz attım. 7 Ağustos, Çarşamba Asheham günlükleri, kılı kırk yararak gözlemlediğim çiçekleri, bulutları, böcekleri, yumurta fiyatlarını ortaya döküyor: Ve yalnız başıma olduğumdan yazacak başka olay da yok zaten. Başımıza gelen felaket bir tırtılı ezmek oldu; coşkumuz da hizmetçilerin dün gece, L.’nin savaş kitaplarıyla, benim içinse Brailsford’un Milletler Cemiyeti ve Katherine Mansfield’m Bliss [Katıksız Mutluluk] adlı hikâyesi üzerine yazılar içeren İngiliz edebiyat dergisiyle elleri kolları dolu olarak Lewes’ten dönmesiydi. Katıksız Mutluluk’u “Hapı yutmuş!” diye bağırarak yere attım. Gerçekten, böyle bir hikâye yazdıktan sonra, ona kadın ve yazar olarak duyduğum inançtan geriye ne kalabilin, bilemiyorum. Çıplak kayanın üstüne serpilmiş bir iki parmak toprağı andıran, çok yüzeysel bir aldı olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacağım, ne yazık ki. Çünkü Katıksız Mutluluk daha 2 t Bir Yazarın Günlüğü derinlere gitme olanağını ona verecek kadar uzun. Bunu yapmak yerine yüzeysel kurnazlıkla yetiniyor: Kavrayışı bütünüyle zavallı, ucuz ve ayrıca eksikleriyle bile ilginç olabilecek bir hayal gücünün ürünü değil. Çok da kötü yazıyor. Bende uyandırdığı etki, insan olarak onun duygusuz ve katı olduğu izlenimi yaratıyor. Kitabı yeniden okuyacağım; ama düşüncemin değişeceğini sanmıyorum. Kendini ve sevgili Murray’sini mutlu ederek bu tür şeyler yazmayı sürdürecek. Bize gelmedikleri için üstümden bir yük kalktı şimdi. Yoksa onun kişiliğine yaptığım bütün bu eleştiriyi bir hikâyeye yöneltmem saçmalık mı? Her neyse Byron’ıma devam ettiğim için çok mutluydum. En azından onda erkekçe erdemler var. Aslında, onun kadınlar üzerindeki etkisini bu kadar kolaylıkla hayal edebilmem beni eğlendirdi – özellikle de kendisine karşı çıkamayacak biraz salak ve eğitimsiz kadınlar üzerindeki etkisini. Birçok kadın da onu evcilleştirmek istemiştir. Çocukluğumdan beri (sanki bu onu özellikle dikkate değer biri yapıyormuş havasıyla Garter’ın söylediği gibi) birinin yaşamöyküsünü baştan sona inceleme alışkanlığım ve onun üzerine toplayabildiğim her bilgi kırıntısından hayali birini yaratma isteğim vardı. Bu tutkuya kapıldığım dönemde, Cowper ya da Byron ya da artık her kimse o, sanki en ilgisiz sayfalardan çıkardı karşıma. Ve ansızın o kişi uzaklaşır, o bildik ölülerden biri olurdu. B.’nin şiirinin aşın kötülüğü beni çok etkiledi – okuduklarımdan çoğu Moore’un hayranlıktan dilini yutarak alıntıladıklanydı. Şu Antoloji saçmalığını ne diye şiirin en güzel alevi sandılar? L. E. L.’den ya da Ella Wheeler Wilcox’tan hiç de daha iyi değil. İyi yapabileceğini bildiği şeyden, yani taşlama yazmaktan caydırdılar onu. Doğudan vatanına çantası taşlamalarla (Horatius’un parodileriyle) ve Childe Harold ile dolu geldi. Childe Harold’m gelmiş geçmiş en iyi şiir olduğuna inandırdılar onu. Oysa delikanlıyken o kendi şiirine hiçbir zaman inanmadı; böylesine kendine gü3 Virginia Woolf venli, inançlarına körü körüne bağlı birinde yeteneğin olmadığının kanıtı. Wordsworth’ler, Keats’ler de buna herhangi bir şeye inandıkları kadar inandı. Onun kişiliği hep benim aklıma biraz Rupert Brooke’u getirir; bu Rupert’m zararına olsa da. Her neyse, Byron’ın olağanüstü gücü vardı; mektupları bunu kanıtlıyor. Birçok açıdan çok iyi huyluydu da; yapmacık tavırlarından ötürü kimse yüzüne karşı kahkahayı basmadığı için giderek Horace Cole’un tatsız bir yansısı oldu. Onu bir tek kadınlar alaya alabilirdi, ama tam tersine ona taptılar. Daha Lady Byron bölümüne gelmedim, ama sanırım kocasına gülmek yerine yalnızca onayını esirgedi. Ve böylece adam Byron oldu. 8 Ağustos, Cuma însan ilgisinden yoksun olmak bize huzur ve mutluluk veriyor, bu yüzden de Byron’a devam edebiliyorum. Don Juan konusundaki yargım, tam bir yüzyıl sonra ona âşık olmaya hazır olduğumu belirttikten sonra sanırım taraflı olacak. O uzunluğuna göre gelmiş geçmiş en okunulası şiiı; bence; bu niteliğini de, yönteminin yay gibi esnek, gelişigüzel dağınık dörtnala koşan doğasına borçlu. Bu yöntem bile başlı başına bir buluş. İnsanın boşuna bir çabayla aradığı şey bu – içine ne koymayı seçersen onu alacak esnek biçim. Böylece ruh halini içinden geldiği gibi yansıtabildi; aklına ne esriyse söyleyebildi. Şiirsel olmak saplantısına kapılmadı, bu yüzden de şeytanca dehasını sahte romantik ve sahte hayali şeylerden kurtardı. Ciddi olduğunda içten: Canının istediği her konuya el atabilir. Bir kere bile sağrısını kırbaçlamadan 16 kanto yazıyor. Belli ki babam Sir Leslie’nin tam anlamıyla erkeksi doğa diyebileceği yetenekli nükteli bir kafası vardı. Bu tür kural tanımaz kitapların, yanılsamalara boyuna bağnazca saygı duyan eli yüzü düzgün kitaplar4 dan çok daha ilginç olduğunu savunuyorum. Yine de çok kolaylıkla izini sürebileceğiniz bir örnek gibi görünmüyor; aslında bütün özgür ve kolay şeylerde olduğu gibi yalnızca yetenekli ve olgun olanlar onları başarıyla yaratabilir. Oysa Byron’ın kafası düşüncelerle doluydu – onun şiirine sertlik veren ve tam okumamın ortasında çevremdeki manzarada ya da odada beni küçük gezintilere çıkaran nitelik de bu işte. Ve bu gece onu bitirmenin mutluluğuna erişeceğim – ama her dörtlükten ayrı ayrı haz duyduğumu düşününce bitirmek niye mutluluk olsun, gerçekten bilmiyorum. Ama hep böyledir, kitap ister iyi olsun, ister kötü. Maynard Keynes açıkça söylemişti, geriye ne kadar kaldığım tam olarak bilebilmek için okurken bir yandan da tek eliyle sondaki ilanları ayırıyormuş. 19 Ağustos, Pazartesi Öyle göz korkutacak kadar zor olmasa da ortalıkta sürüklenip duran Sophokles’in Elektra’sim bitirdim bu arada. Beni sanki hep ilk kez okuyormuşum gibi etkileyen şey, öykünün olağanüstü doğası. Ondan iyi bir oyun çıkartmamak mümkün değil gibi görünüyor. Belki de cam parçacıklarının denizde aşmıp pırıl pırıl pürüzsüzleşmesine benzer biçimde sayısız oyuncunun, yazarın, eleştirmenin cilasıyla yaratılan, geliştirilen, gereksiz fazlalıklardan arıtılan geleneksel olay örgüsüne sahip olmasının sonucu bu. Aynı zamanda seyirciler arasmda herkes neler olacağmı önceden bilirse çok daha incelikli, üstü kapalı dokunuşlarla anlatılabilecek, daha az sözcük kullanmak yetecektir. Ne olursa olsun ben her zaman insanın çok dikkatli okuyamayacağını ya da her satıra, her imaya yeterli ağırlığı veremeyeceğini düşünürüm; görünür yalınlığın yalnızca yüzeysel olduğunu. Yine de, var olmayan yanlış duyguları metnin içine yerleştirme sorunu * Bir Yazartn Günlüğü 5 Virginia Woolf olduğu gibi duruyor. Jebb’in ne kadar çok şey görebildiğini anlamak genellikle benim gururumu kırıyor; tek kuşkum onun aşırı ölçüde çok şey görüp görmediği – tıpkı insanın kötü bir çağdaş İngiliz oyununu incelemeye koyulduğunda yapabileceği gibi bence. Sonuç olarak Yunanlıların özel çekiciliği, her zamanki gibi güçlü ve açıklanması zor olarak kalıyor. Metinle çeviri arasındaki ölçüye sığmaz farklılığı daha ilk sözcüklerde hissediyor insan. Kadın kahraman İngiltere ve Yunanistan’da aşağı yukarı aynı. Emily Bronte türü. Klytaimnestra ve Elektra açıkça ana kız, bu yüzden de aralarında duygudaşlık olmalı, belki de yolundan sapan duygudaşlık en vahşi nefreti doğursa bile. E. aileyi her şeyden üstün tutan kadınlardan; babayı yani. Evin erkeklerinden daha çok saygı duyuyor geleneğe; kendisini annesinin yandaşı değil de, babasının yandaşı olarak doğmuş hissediyor. Görenekler tam anlamıyla sahte ve gülünç olsalar da, bizim İngiliz göreneklerimizin hiç durmadan gösterildiği gibi anlamsız ya da aşağılık kaçmadıklarını fark etmek tuhaf. Elektra, Victoria dönemi ortalarında yaşamış kadınlardan çok daha kapalı, kısıtlanmış bir hayat yaşadı, ama onu hırçın ve hoş yapmak dışında üzerinde hiç etkisi olmadı bunun. Tek başına çıkıp dolaşamazdı; biz hizmetçi ve faytonla bunu yapabilirdik. 10 Eylül, Salı Sussex’de Milton okuyan tek kişi ben değilim, ama elim değmişken Paradise Lost [Kayıp Cennet] üzerine izlenimlerimi yazmak geliyor içimden. İzlenim sözcüğü, benim kafamda kalan şeyi oldukça iyi betimliyor. Birçok gizi çözümlemeden bıraktım. Bütünün tadına varamayacak kadar dikkatim dağıldı. Yine de bu bütünün tadının, en yüksek bilginin ödülü olduğu inancına bir ölçüde katılıyor, 6 Bir Yazarın Günlüğü bunu görüyorum. Bu şiirle başkası arasındaki çok büyük farklılık bana çarpıcı geliyor. Duygunun o soylu uzaklığından, kişisel olmayışından kaynaklanıyor bence. Hiçbir zaman Cowper’ı sedirin üstünde okumadım ama sedir, Kayıp Cennet için aşağılayıcı bir seçenek bana göre. Meleklerin bedenlerinin, savaşlarının, kaçışlarının, yaşadıkları yerlerin görkemli, güzel, ustaca tanımları oluşturuyor Milton’ın özünü. Dehşetle, uçsuz bucaksızlıkla, sefaletle, soylulukla uğraşıyor, ama asla insan yüreğindeki tutkularla uğraşmıyor. Bunun dışında hiçbir büyük şiir, kişinin kendi sevinçleri, acıları üzerine bu kadar az ışık tutmuş mudur acaba? Hayatı sorgulama konusunda bana hiç yardımcı olmuyor; Milton’ın yaşadığını ya da kadınları, erkekleri tanıdığını pek hissedemiyorum; evlilik ve kadının görevleri konusunda hırçın kişiliklerden başka bir şey yok. Erkek yandaşlarının ilkiydi o, ama onun aşağılaması kendi kötü yazgısından kaynaklanıyor, hatta ev içi tartışmalarındaki kin dolu son sözü gibi görünüyor. Ama bütün bunların hepsi nasıl da pürüzsüz, güçlü, gösterişli! Nasıl da şiir? Bence, bundan sonra Shakespeare bile biraz sorunlu, kişisel, öfkeli, yetkinlikten uzak görünüyor. Bütün öteki şiirler bu özün sulandırılmış biçimi bana göre. Belli belirsiz ayrımların tanımlanamaz inceliği bile oluşum içindeki yüzeysel sorun sona erdikten çok sonra da insanın gözlerini ondan alamamasına neden oluyor. Daha derinlerde insan başka bileşimleri, karşı koyuşları, mutlulukları, ustalıkları yakalıyor. Dahası, Lady Macbeth’in dehşetine ya da Hamlet’in çığlığına benzer bir şey, acıma, duygudaşlık ya da sezgi hiç olmasa da kişiler görkemli; insanın, evrendeki yerimiz, Tanrı’ya, dinimize karşı görevimiz olarak düşündüğü şeylerin çoğu onlarda özetleniyor.
Virginia Woolf – Bir Yazarın Günlüğü
PDF Kitap İndir |