Vladimir Nabokov – İnfaza Çağrı

Romanın Rusça aslının adı Priglaşenyi Na Kavı’dır . … , bunun lnf aza Çagn olarak karşılanmasını önerirdim; ancak öte yandan (benzer) bir kekeleme beni engellemeseydi ana dilimde Priglaşenyi na otseçenyi golovi (“Kelle Uçurmaya Çağn”) derdim. Rusça özgıln metni Bolşevik yönetiminden kaçtıktan on beş yıl kadar sonra ve Nazi yönetimi popülerliğinin doruğuna çıkmadan hemen önce, bundan tam çeyrek yüzyıl önce Berlin’de kaleme aldım. Her ikisini de iğrenç bir fars olarak görmemin bu kitap üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığı sorusu iyi okuru olduğu kadar beni de az ilgilendirmeli. Priglaşenyi Na Kavı bir Rus göçmen dergisinde, Paris’te çıkan Sovremenniya Zapishi’de tefrika edildi ve daha sonra 1937’de aynı kentte Dom Knigi tarafından yayımlandı. Kitap karşısında şaşkınlığa düşen, ancak ondan hoşlanan göçmen eleştirmenler, hiç Almancam olmadığını, çağdaş Alman yazınından tümüyle habersiz olduğumu ve Kafka’nın . yapıtlarının Fransızca ya da lngilizce çevirilerini henüz 7 okumadığımı bilmediklerinden onda, “Kafkamsı” bir hava aynmsadıklannı düşündüler. Kuşkusuz bu kitapla, diyelim ki önceden yazılmış öykülerim (ya da sonradan yazılmış Bend Sinister) arasında birtakım biçemsel bağlantılar bulunmaktadır; oysa onunla Şato ve Dava arasında hiç (bir bağlantı) bulunmamaktadır. Benim yazınsal eleştiri kuramımda ruh yakınlıklanna yer yoktur, ancak bir ruhdaş seçmem gerekseydi bu kesinlikle, G.H. Orwell ya da ün salmış düşüncelerin ve politik romanın başka popüler kaynaklarından çok, o büyük sanatçı olurdu. Sırası gelmişken, her bir kitabımın değişmez biçimde eleştirmenleri neden ateşli karşılaştırmalarda bulunmak amacıyla az ya da çok ünlü adlann peşine saldığını bir türlü anlayamamışımdır. Şu son otuz yıl boyunca (bu zararsız güdümlü mermilerden birkaçını sayacak olursak) Gogol, Dostoyevski, Joyce, Voltaire, Sade, Stendhal, Balzac, Byron, Bierbohm, Proust, Kleist, Makar Marinski, Mary MacCarthy, Meredith (!) Cervantes, Charlie Chaplin, Baroness Murasaki, Puşkin, Ruskin, dahası Sebastian Knight’ı bile suratıma çarptılar. Yalnızca bir tek yazarın bu bağlamda hiç sözü edilmedi – romanı yazdığım sırada üzerimdeki etkisini şükranla kabullenmem gereken tek yazann; yani hüzünlü, gönlü bol, bilge, nükteci, büyülü, kendi yarattığım, tepeden tırnağa sevimli Pierre Delalande. Günün birinde tek sözcüklük karşılıklar gereksinen tanımlar sözlüğü oluşturacak olursam, başta gelen maddelerden biri şu olacaktır: “Kişinin kendi yapıtlarını, gecikmiş iyileştirme amacıyla, çeviride kısaltması, açması, değiştirmesi ya da değiştirmesine neden olması.


” Genelde bunu yapma güdüsü modelle taklidini ayıran zaman diliminin uzunluğu oranında artış gösterir, ancak oğlum elden geçirmem için bu kitabın çevirisini bana verdiğinde ve yıllar sonra Rusça özgün metni yeniden okumak gerektiğinde savaşacağım bir yaratıcı düzeltme şeytanı bulunmadığını gö8 rerek içim rahatladı. l 935’te Rusça söylemim (romana) uygun deyişler açısından belirli bir önsezi içermişti ve lngilizce dönüşümüne yararlı olabilecek düzeltmeler yalnızca rutin olanlardı … Oğlum olağanüstü iyi bir çevirmen olduğunu kanıtladı ve aramızda, sonuç ne denli garip olursa olsun, yazara bağlılığın önde geldiğini kararlaştırdık. Yaşasın kılı kırk yaranlar ve kahrolsun (sözcükler – diyelim Moskova varoşlarında bönce ve bayağı bir sefahat alemine çıkıp, Shakespeare bir kez daha kralın hayaletini oynamaya indirgenirken) “ruh”u ilettiği süı:ece her şeyin yolunda gittiğini sanan budalalar. Gözde yazanın (1768-1849) bir zamanlar şimdilerde tümüyle unutulmuş bir roman için şöyle demişti: “Il a tout pour tous. Il fait rire l’enfant et frissonner la femme. Il donne a l’homme du monde un vertige salutaire et fait rtver ceux qui ne rtvent jamais. “* infaza Çağn’nın bu tür iddialan yoktur. O boşlukta bir kemandır. Dünyevi kişiler onu gözboyamacılık olarak değerlendirecekler. Yaşlı beyler onu ellerinden attıklan gibi yeniden yöresel serüvenlere ve ünlülerin yaşamöykülerine gömülecekler. Dernekçi hanımların içlerini titretmeyecek. Kötü niyetliler küçük Emmie’de küçük Lolita’nın kızkardeşini görecekler, Vıyanalı büyücü doktorun yandaşlan o yabancı toplumsal suç ve progresivnoe eğitim dünyalarında ona burun kıvıracaklardır. Ancak Discours Sur Les Ombres (Gölgeler üz.erine Söyleşiler) yazarının bir başka aydınlık kitap için söylediği üzere coşkuyla yeniden sıçrayıp saçlan diken diken olarak birkaç (quelques) okur biliyorum Qe Connais). VLADIMIR NABOKOV, Ariz.

ona, 1959 (*) Herkes için her şey vardır onda. Çocuğu güldürür, kadını titretir. Sosyetik beylere sağalucı bir başdOnmesi verir ve hic; düş gôrmeyenlere düş gördürür. 9 l Yasa uyannca idam hükmü Cincinnatus C. ‘ye fısıldanarak bildirildi. Herkes birbirine gülücükler saçarak ayağa kalktı. Ak saçlı yargıç, ağzını Cincinnatus’un kulağına yanaştırdı, bir an soluklanıp bildirimde bulundu ve sanki ağzı yapışmışçasına ağır ağır geri çekildi. Bundan sonra Cincinnatus’u kaleye geri götürdüler. Yol, kalenin kayalık tabanı boyunca döneniyor ve bir yanğa süzülüveren yılan gibi kapının altında gözden yitiyordu. Sakindi; yine de uzun koridorlardan geçerken koluna girmeleri gerekti, çünkü yürümeyi henüz öğrenmiş bir çocuk gibi adımlannı sarsak sarsak atıyor, yahut suyun üstünde yürüdüğünü düşlerken birden -ama bu nasıl olabilir?- diye kuşkuya kapılan biri gibi her an dibi boylayacakmışçasına yürüyordu. Gardiyan Rodion’un Cincinnatus’un hücresinin kapısını açması epey zaman aldı -yanlış anahtar- ve her zamanki karmaşa yaşandı. Sonunda kapı yol verdi. İçeride avukat çoktan gelmiş bekliyordu. Yatağın üstüne oturmuş, cüppesiz (cüppe mahkeme salonunda bir iskemlenin üstünde unutulmuştu – sıcak bir gündü, masmavi bir gün), omuzlarına dek düşünce11 lere dalmıştı; hükümlü içeri getirildiğinde sabırsızca ayağa fırladı. Ama Cincinnatus konuşacak durumda değildi.

Varsın öbür seçeneği bir kayığın su sızdıran deliğine berızeyen gözetleme pencereli bir hücrede yapayalnız kalmak olsun, vız gelirdi Cincinnatus’a ve kendisini yalnız bırakmalarını istedi; hepsi önünde eğildiler ve gittiler. Demek sona yaklaştık. Tadına doyamadığımız okumamız boyunca farkında olmadan daha çok kaldı mı diye hafifçe yokladığımız (parmaklarımız yumuşak başlı, vefalı kalınlık karşısında mutlanırlardı) romanın henüz tadılmamış sağ yanı birdenbire, hiç yoktan cılızlaşıvermiş: Zaten yokuş aşağı, birkaç dakikalık hızlı okuma ve – Ay ne feci! Toplu halde gözümüze öylesine kanlı canlı pasparlak karanlıkta görünen kiraz yığını ansızın tek tük taneciklere dönüşüvermiş: Şu ötedeki, berelisi azıcık çürük sanki, şunun da eti kırışıp büzüşüp çekirdeğine yapışmış (ve elbet en sonuncusu ham ve taş gibi). Ay ne feci! Cincinnatus ipek yeleğini çıkarttı, sabahlığını kuşandı ve titremelerine son vermek için ayaklarını yere vurarak hücrenin içinde dolanmaya başladı. Masanın üstünde temiz bir yaprak kağıt pırıldıyor ve bu beyazlığın üstünde hatlan iyice belirgin, ucu güzelce açılmış, Cincinnatus’unki dışında herhangi bir insan ömrü denli uzun, altı yüzünün her biri abanozumsu pırıltılar içinde bir kalem duruyordu. İşaret parmağının aydınlanmış uzantısı. Cincinnatus yazdı: “Her şeye rağmen eh, şöyle böyleyim. Ne de olsa sezmiştim, bu sonu önceden sezmiştim.” Rodion kapının öte yanında durmuş bir gemi süvarisinin göz açtırmaz dikkatiyle gözetleme deliğinden içerisini gözlüyordu. Cincinnatus başının arka tarafında bir ürperme hissetti. Yazdıklarının üstünü çizip hafif taramalar yapmaya başladı: Yavaş yavaş dölütümsü bir bezeme belirdi, kıvrılıp bir koç boynuzuna dönüştü. Ay ne feci! Rodion mavi lombozdan bir yükselip bir alçalan urugu gözlüyordu. 12 Kimi tutmuştu deniz? Cincinnatus’u. Soğuk bir ter boşandı, her yan karardı, her bir saç telinin kökünü duyar oldu. Bir saat, hapisanelere yaraşır çınlamalar ve yankılarla -dört ya da beş kez- çaldı.

Bir örümcek -hapse düşenlerin resmi can yoldaşı- bacakları kıpır kıpır, bir ipliğin ucunda tavandan aşağı sarktı. Ancak duvan tıklatan olmadı, çünkü şimdilik tek hükümlü Cincinnatus’tu (hem de böylesine kocaman bir kalede!). Az sonra gardiyan Rodion içeri girdi ve Cincinnatus’u · valse davet etti. Cincinnatus kabul etti. Dönmeye başladılar. Rodion’un deri kemerine takılı anahtarlar şıngırdıyordu; adam ter, tütün ve sarımsak kokuyordu; kızıl sakalına doğru üfürerek bir ezgi mırıldanıyordu; paslı eklemleri gıcırdıyordu (ne yazık ki artık eski Rodion değildi – şişman ve tıknefesti). Dans ederek koridora sürüklendiler. Cincinnatus eşinden çok daha ufak tefekti. Cincinnatus bir yaprak kadar hafifti. Valsin rüzgarında uzun, ancak seyrek bıyıklarının uçlan uçuşuyor, iri, duru gözleri tüm ürkek dansçılarınkiler gibi işkilli bakıyorlardı. Gerçekten yetişkin bir erkek için fazla ufaktı. Marthe hep pabuçlarının kendisine dar geldiğini söylerdi. Koridorun köşesinde eli tüfekli, ağız kısmı tülden, köpeğimsi bir maske takmış, adsız başka bir muhafız duruyordu. Adamın yanında bir daire çizip gerisin geri hücreye süzüldüler ve Cincinnatus baygınlığın dostça kucaklayişı böylesine kısa sürdüğü için hayıflandı. Saat beylik kasvetiyle bir kez daha çaldı.

Zaman aritmetik düzende ilerliyordu: Saat sekiz olmuştu. Meğer günbatımı çirkin küçük pencereden içeri girebilirmiş: Yan duvarda alev alev bir paralelkenar belirdi. Hücre tavana dek olağandışı renklerde alacakaranlık yağlıboyalarıyla doldu. Öyle ki insan, şu kapının sağındaki gözüpek bir renk ustasının tablosu mu, yoksa çoktandır bulunmayan türden süslü püslü bir ikinci pencere mi diye kuşkuya kapılırdı (gerçekte üze13 rinde aynntılı iki sütun “hapisane yönetmeliği” bulunan bir parşömendi: Kıvnk köşesi, başlığın kırmızı harfleri, kenar bezemeleri ve eski kent mührü -kanatlı bir fınn- akşam ışıklandırmasına gereken malzemeyi sağlıyorlardı). Hücrenin payına düşen eşya, bir masa, bir iskemle ve bir somyadan ibaretti. Yemek (ölüm hükmü giyenler gardiyanlara çıkan yemekten yeme ayrıcalığına sahiptiler) çoktandır çinko tepsinin içinde durup soğumaktaydı. Ortalık iyice kararmıştı. Ansızın oda altın sansı, yoğun elektrik ışığına boğuldu. Cincinnatus ayaklarını yataktan aşağı sarkıttı. Kafasının içinde bir bilardo topu ensesinden şakağına doğru yanlamasına yuvarlandı; bir an durup geriye kaydı. Bu arada kapı açıldı ve hapisane müdürü girdi içeri. Her zamanki gibi redingotluydu ve göğüs ilerde, bir el göğüste, diğeri arkada, büyük bir zarafetle dimdik duruyordu. Kömür karası, ortadan kalıp gibi ayrılmış kusursuz bir peruk başını örtüyordu. Solgun, dolgun yanaktan ve modası oldukça geçmiş bir kınşık düzeniyle sevgisiz seçilmiş yüzü iki, evet yalnızca iki adet patlak gözle bir ölçüde canlılık kazanıyordu. Sütunsu pantolonunun içinde bacaklannı düzenli bir biçimde devindirerek duvardan masaya doğru ilerledi, yatağa da gidecekti, ama olanca heybetine karşın havaya karışıp yavaşça yok oldu.

Ancak bir an sonra, bu kez tanıdık gıcırtısıyla, kapı bir kez daha açıldı ve aynı kişi, her zamanki gibi redingotlu, göğüs ilerde, içeri girdi. “Güvenilir kaynaklardan yazgının aşağı yukan belirlendiğini öğrenince,” diye dolgun bas sesiyle söze başladı, “şeyi kendime görev bildim, sayın bayım … ” “Nazik. Çok. Siz,” dedi Cincinnatus. Daha bunun düzenlenmesi gerekecekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir