Buzlucam bölmeli dikdörtgen odanın, penceresiz, kapısı loş koridora hep açık üçte birine sıkışık, ayaklarından birinin kırığı takoz destekli masasına abanmış, sabah çayına eğri simidini daldırıp çıkarıyor. Ağzının kenarında yerleşikliğini inatla koruyan kabuk tutmuş uçuğu koparıp atarsa, çamaşırlıktan bozma barınağını bölüşmek zorunda olduğu çılgının gardiyanlığına gittikçe sıklaşan delirgen, kimi yalvar yakar başkaldırıları gevşer belki. Önündeki şişkin, eprik dosyayı karıştırmaya kalkışmamalı hemen, cermen türü kalorifer böcekleri hızla dağılır dört bir yana. Gölgesi kıpırdadıkça koruk donuğu patlak gözlerini, boncuk ter kaplı kel kafasını imgelemekten kurtaramıyor kendini: Özlük İşleri Şefi. Kalkındı galiba koltuğundan, bakalım ne buyuracak. “Gel birader! İçinden çıkamadım. Yirmi dört yılı tutturamıyorum.” Hırt. Savurdu rastgele gevelediği kurşun kalemi. “Geldim.” Susam tanelerini sıyırdı pelür kâğıdına, ağırdan alarak, silkeledi dibi kararmış, yırtık, plastik çöp kutusuna, dirsekleriyle sildi bardak altı halkalarını. “Bak, bu son. Bıktırdın. Emekli Sandığı’na tabi hizmetlerinin dökümüne gerek var mı? Kırk kere hesapladık.” “Yok. O tamam da, sen benim stajyer polislikte geçen hizmetlerimi hesaba katıyor musun, katmıyor musun? Tarihleri nasıl çıkarıyorsun birbirinden? Ben yaptım, on defa yaptım hep değişik çıkıyor, en az yedi ay kırk beş, en çok yedi ay elli dört gün eksik. Olmaz ki, dokuz gün yüzünden güme gider emeklilik. Gülme. Babadan kalma üç beş gayrımenkul kurtarmaz adamı. Herkes beni zengin beller. Yok kardeşim, karı, beş çocuk, anam, büyükanam elime bakar. Tam beş, irili ufaklı, ne demektir bilir misin? Beş canavar demektir. Sap gibi kalırım ortada.” “Ya biz ne yapalım? Askerlikle birlikte on altı yılı bile bulduramadık. Dikili ağacımız yok. Ev kira. Karı çalışmasa bitik işimiz.” “Kıytırık bir memurdun. Şef yardımcısı yaptık seni. Daha ne istiyorsun. Çalıştıracak karı da bulmuşsun. Açtırma kutuyu, bilmediğimi sanma şu meseleyi.” Çalıştıracak karı, bunların kocaları boynuzludur demek. Bulaşmaktansa anlamazdan gelmeyi, sineye çekmeyi yeğliyor herkes, bu tür yarı kapalı çamur atma yöntemlerine, aşağılık dokundurmalara. Şu mesele, gereksindikçe ona yönelttiği sinsi gözdağı. Hayvan, sivri tırnaklarını geçirecek savunmasız boynuna, keyif soluması bu, biliyor deneyleriyle, her zamanki yılışık gülümsemesini takındığını sanıyor çarçabuk, oysa bir boşalma kasılması midesinde beklenmedik. Buruşuk pantolonunun içinde atıyor dizkapakları durup durup. ‘İşinden çıkarılan Zekiye Köseoğlu’nun dilekçesi incelendi. Amirine, sen alçağın birisin, diyerek kapıyı vurup çıktığı tutanakla saptanan adı geçenin bu eylemi, yargı kararlarına göre, yüze karşı sövgü suçunu oluşturduğu cihetle ve dilekçi müstahdem statüsünde çalıştırıldığından, kadro dışı bırakılarak göreviyle ilişiğinin kesilmesinde yasalara aykırı bir yön görülememiştir.’ O değil mi, daha birkaç gün önce bu yazıyı hazırlayan, şu namussuz derebeyi taslağına paraflatan. Tamam, anladık ben de müstahdem kadrosundan ücret alan bir zavallıyım. Ne olacak yani, yetti be! “Bana bak! Sana bu son arkadaş öğüdü. Herkes benim kadar şaka kaldırmaz, öfkesi burnunda biri kıçını kabartan o namerdi kaptığı gibi ya alnının ortasına boşaltır ya da aha orana, hem de kabzasına kadar sokar, anladın mı!” Kurşun yemişçesine, yana dönüp durmuş döner koltuğun arkalığına kırılan başın kıpırtısızlığına bakakaldı bir süre. Çukurundan çıkamamış gözlerinin kanlı bilyası; soluk bebekleri tavana dikili. Haykırdı: “Herif gitti galiba!” Sen nereden bilecektin? İpin ürkek çekilişini görmüştüm. Sofra kaldırılmamıştı daha. Gerginliğin öbür ucunu bezgin ellerim yavaşça salmaya çabalıyordu. Sözde gazetesini okuyor. Azarlamaya hazır ağzı susuk şimdilik. Alaturka hela çukurunun taşıp, mutfağı basması olayı ayda birden on beş günde bire indi, gelenekleşti. Ev sahibi cadının aldırdığı yok. Bakın başınızın çaresine, çıkın beğenmiyorsanız. Getirdiğim pisçukur ustası, tabakhane işçileri gibi alışık içimizi dışımıza çıkaran kokuya, bulamaç suda oradan oraya yüzen, dalıp çıkan dışkı çubuklarına. Aybaşı bezleri, pamukları tıkıyor ekseni dar künkleri. Pasaklı, düşüncesiz kadınların işi. Kes sesini herif. Kabak benim başımda patlayacak. Gene de sağ olsunlar, ekmek parası nasıl çıkacak yoksa. “Git sen git!” diyorum; kolonyalı mendili bastırarak ağzına burnuna, zırıl zırıl ağlayan kadının. Ertesi gününü yaşıyorduk geldiğinde, yalın gerçeğin. Kömür kırılacak, odun kütükleri sobalık edilecek, istiflenecek daha. Parmağımı uçurayazdım geçen pazar. Demir sobanın yaldız boyası kabarmış pul pul. Tablasında bir demet çıra. Kokluyorum, oh, mis. Dışarıda ayazı ışıldatan güneş, kaldırımı aşıp sızamıyor içeri. Yırtığı hâlâ ördürülecek rengi atık kilimin buruşuğuna takılmış gibi aklım, bir kedimiz bile yok. Vardı da, isketemizi boğup attı, azıttık. Soluğumu tutarak birbirine tokuşup çıngıldamasını bekledim, zincirlerine bağlı koyun çıngıraklarının. Zili bir türlü onarılamayan kapının ardına taktığım bu sürü aracının özgün buluşçusu, nedense pek bir kutlanmıştı, ilk deneyenlerce. Kavalı eksik bu evin. Hani süt lengerleri, mandalar? Anası köylü yüreğimde ince sızısını duyageldiğim kentsoylu densizlikleri. Kasketi elinde, güngörmüş, kavruk suratı dargınlık çıkarmaz bir yarıcı için aşırı duyarlılık değil mi? Bakışmadık.. Gazete biraz daha yükseldi. Masayla kapı arası iki adımlık zaten, kalktım açtım: Sen. Civcivim! nereden esti bu böyle? Durmuş duruşuyoruz karşılıklı güsgüleç. Bu kız bağında karpuz, enik kulağı, patlak nar. Ne bileyim Kızkulesi mi yoksa? “Gel can gel! Ne iyi ettin de geldin. Buyur şöyle.” “Ablacığım öpeyim..” diyorsun: Karavana. Sapan olmuş kaşlarına, puhu bakışlarına çarpan sevincin, kendi şaşkın göğsüne sığındı kanadı kırık güvercin misali. Bir görünmez itme gücüyle oturtulduğunu görüyorum, karşımdaki iskemleye. ‘Mantonu alayım’ bile çıkamıyor ağzımdan. Köpek leşi gibiyim, üstünden silindir geçmiş. Ardına saklandığı sayfaların hışırtısı dolduruyor gömüt sessizliğini, ellerinin sıtmalı titrerliğiyle uyumlu, bir de şıpırtısı, bozuk banyo musluğunun, anımsıyorum yakandaki ters karanfili, nasıl apar topar gittiğini. Düşsüz uykulardan bile uyanmak. Yol tükendiğinde dönüşsüzlüğün mutlu kesinliğini ayırt edebileceğine inansa, dayanmak daha mı dayanılır olurdu? Yürekleri duranlar yaşama döndürülebildiklerinde ‘bitti’yi algılayabildiklerini söyleyemiyorlarmış. Karanlık da bir yargıdır, açıklamadır. Demek beynin kısacık dirimi bilinçle bağıntılı değil. Ne akıl, ne bellek susturulduğunu, sustuğunu bilmeden susacak. Tetiği çeken o bile olsa, sonucu göremeyecek, ‘son’ hep bir umut narkozu ya da ‘yeniden doğuş’ Hıristiyanlığına kulluk edecek. Varsın korkaklık saysınlar, hınç kesilsin başkaları, kıskanılsın! Önemli olan bu değil. Bilincin bilinçsizliğe dönüştüğünü saptayamamak. Olumlu tek işlevden yoksunluk. Bir işleve bağlanmak, Tanrım! Yeterince, yeterince ne demek? Saçmalayamıyor. Morg soğuğu bedeni. Gözlendiklerinden habersiz, birbirine sokulmuş iki gölge, denizin gri düzlüğünü sık örgü çıtalarıyla dilimlemiş bir görgülü Osmanlı cumbasında, birden belirmesini, ağır büyümesini bekliyor o hayalet geminin; hemen her sisli sabah ürpertisinde yinelenen, belki kendi abarttığı duygusallık, onlarca doğal alışkanlıktır yargısına karşın, yavrusunu omuzlarından sıkıca sarmış sevgin kolların sıcak koruyuculuğuna sığındığını düşlüyor, büzüldüğü kanapesinde, üzünçle. Parmakları parmak hesabına girişmiş. Babam kadar yaşarsam? Tam on sekiz yıl sürecek ot oburluk, taşıl dayanıklılığı. Sağ olsaydı; dün gece göğsüne utanmasız, akçıl başını gömerek, onun tirfil kokulu, duygan saçlarını fırtınayla karışık yağmur gibi ıslatan bitmez tükenmez gözyaşları – kızının gözyaşları olurdu belki, şimdi şu genç ananın sorumluluğunu yıllarca önce yüklenmeye başlayabilecek. O değil, o, güvenilir baba omuzlarında geçici yılgınlığının acısını dindirebilirdi. Ne zayıf, ne süprüntü herifsin sen. Gizlenecek delik kaldı mı artık? Bin bela muştası yedi, kıyıldı baltasında umarsızlıkların. Anladık, bir kolayını bulup sıvıştın, kaçtın hep unutma. ‘Onlar ki,’ gül attılar Azrail’e, uymayıp ‘hainin iğvasına!’ Şahdamarında vuruntusu davulların, zurnalar, kemençeler, tulumlar, Erzurum barları erkek, görkemli; çayda çıralar, kolları havada – pamuk sakal seymenler, kılıç-kalkan şakırtıları… Ama, sızıntısı dinmiyor kuşkulu kanının içine ığılayan, iblise teslim olmuş inançsızlığı; boğsa da tükürüklere o çatal dilli, kuyruklu zebani sırıtıyor, zifir bağlamış kazma dişlerini göstererek. Bir onluk diazem daha almalı. Kovulmadım. Şef ara sıra bayılma huyu edindi, uzlaştık. Memurlar nedenini kestiremedikleri değişimden hoşnut. Huylu huyundan geçmese de, takılma sınırlarını aşmamaya özeniyor denebilir, eski saldırgan tutumuna bakarak. Ölçülü güya. Ben de aşağsanmakla hoşgörü karışımı alışkanlığına bağışıklık kazandım gibi. Sabırlı mıyım, pişkinliğe mi vuruyorum işi, durduğum yok üstünde. Kendini akışa bırakıvermek, daha doğrusu bayağılaşmaya kalıplanmak. Öğle aralarında Kenan’la Mustafa iniyorlar dördüncü kattan, dış kapıda buluşup Kaşar Rasim’in kahvesine gidiyoruz, domino oynamaya. Bitişik Umumi Hela’dan ıkınma sesleri duyulabiliyor. Basıyoruz kahkahayı bilinsin bilinmesin açık saçık fıkralara. Kimin canı sıkkınsa, ‘söyletme derdimi, fena ş’apar derdini’ tekerlemesine başvurması gerek, birimizden birinin. Çözüme razıyız, çözümsüzlüğe değil. Atila gene evlenmiş duyduğuma göre, o gülümseyince pembegül yanaklarında beliriveren kendi gamzelerine tutkun, bakış çapkını kızla. Şuruba batık sesi bıkmasız dinlenen Joan Baez gecelerinden sonra ne yapsındı? Beni örnek alıp ‘entarisi ala benzeyen’ operet türkücüsünün ıssıl bacaklarını okşama edepsizliğine kalkıştığından ötürü sıkı bir sille yeyip ayılacak değildi ya, ‘La Kukaraçça’ kıvraklığına kurban gidip. Hak etmedim miydi ama, ey yıvaşık, bol proteinli, anlamsız su! Kabaktım, gülünçtüm her zamanki gibi. Neden caydı acaba, Eleşkirt’li dediği tomurcuk memeli, yapıncak güzeli o canım çocuktan? Anlamadım! Düzelir araları, ‘mutlu son’ haberini alırım nasıl olsa.. yanılmışım demek. Ben de iyiden hoşlanmıştım, ne bileyim anımsayamıyorum şimdi rengini, diyelim pusubilmez, ahududu gözlerinden, meğer neymiş büyük suçu evlatçığın –Viola pelesengiydi– tutup mektup yollamış bana, ben mıymıntıya, hay kısa boyum bosum devrile. “Billahi haberim yok!” Çarpılıyor suratıma, üstü Wolfgang Amadeus Mozart çengelleriyle süslü, boş, buruşturulmuş zarf. Kopacak gırtlağı. “İnkâr etme pis zampara, sen verdin adresimizi.” Burnum güldü Atila’cığım, ‘teşkilâtlı zampara’ deyimin düştü aklıma. Şu mantık yoksulluğuna bak. “Kadın, yavrum, deli misin, hasta mısın? Gizlice haberleşmek istesem…” “Kadın da sensin, hasta da, deli de! Kimi kandırıyorsun eşek! Bu kaçıncı yakalanışın. Kırkına merdiven dayamış koskoca adamsın. Sübyancı mısın nesin, anlamadık gitti. Evvelallah topunu çıkarırım cebimden. Alçak ne çabuk unuttun içeri tıkıldığın günleri. Ne anamı dinledim, ne babamı. İşimden oluyordum az daha. Nene âşık olmuştum bilmem ki! Vatan haini komüniste şapır şupur, bize yarabbi şükür diyerekten mahalle kopukları mı sataşmaz, müsteşar olacak it..” Bilmiyor düşlerimde nasıl paramparça ettiğimi zavallıyı. “..bile senin yüzünden bana sulanmaya kalkışmıştı da ağzını bile açamamıştın, hatırlıyor musun? Gene ben kurtardım namusumu, yarı alttan alarak, yarı tehdit ederek…” “Nasıl?” diyorum safımsı. “Yüzsüz! sanki bilmiyor.” “Sen bir daha anlat. Ne kadar tekrarlarsan, o kadar rahatlarsın.” Kafama atılacak bir şeyler aranıyor çevresinde. Tir tir. Görüş günlerinde bağıra çağıra hal hatır soran, omuzlarına saldığı gür saçlarının arasına şıpsevdi serpantinler serpiştirdiğim, büyük ağzı tümden nafile umut, sümbül gözlüme bakındı! Tiksinti tortusu şimdi. Ah, ben ne yanlış adamım, atılacak safrayım. Güçlülük çok haklı. Köroğlu, Zaloğlu Rüstem, Ulubatlı Hasan. Sapına kadar erkek. Daldın mı aralarına dalkılıç yağı sürüsünün, on kelle üşüreceksin en az. Oysa şu tırtıllığına bak. Bir ezimlik. Hiç sızlanma. Önüne atılan kemiği havada kapıp kıtır kıtır kemirmeli, güdük kuyruğunu habire sallamalısın ‘daha da var mı’ ya. “Ne olur üzülme,” diyorum, kırgınca, sıkılgan. “Acı bana. Ne yapalım, ben buyum, bu kadarcığım, semiremeyen bitim. O zamanlar herkes lanetlese de, azbuçuk kahramandım gözünde zahir. Altı fos çıktı. Yıllarca maliye memurluklarında sürünüp duran bir salozu…” Boyacı Müslim’in öyküsünü sonra anlatırım. “..okuttun, adam ettin. Cübbesini savura savura mahkeme salonuna girdi mi, herkesin suspus kesilip bakakaldığı; insancıkların: ‘İşte o, ünlü avukat, ipten alamadığı adam görülmemiştir’ dediği birbirine fıs fıs, efendime söyleyeyim…” Hayret dinliyor. “…ilk seçimde saylav atanıp, rica minnet Tüze Bakanlığı koltuğuna oturmayı kabule gönül indirecek bir cevval zekâ için değmez miydi birkaç yıl eziyet çekmeye? Oysa o ne?” Ophelia! “Ola ola ne olduk, bir sünepe memurcuk karısı gene. Aklanmasam onu da olamazdın ya! Kenef temizle, hasta hasta soba yak. İçinden çıkılmaz bakkal çakkal hesapları. Yemek, bulaşık, çamaşır. Koş işe, gel eve. Üstüne üstlük türlü hergelelikler, nutuklar, horozlanmalar… Haklısın, ama düşünmüyorsun ki, bir yazıhane kiralamak, içini donatmak, en azından bir iki yıl, yüzlerce meslektaş arasından gözü tutacak da davasını sana verecek bir müvekkil ya da Allah korusun müvekkile beklemek, yani sinek avlamayı göze almak neyle olurdu ha? Hangimizin vardı akarı kokarı, üç beş kuruşu köşesinde, satılacak tarlası tapanı, sırtını dayayacak, elinden tutacak kesesi yüklü anası, babası, akrabası, dış kapının mandalı…” İstedim mi pek dokunaklı konuşurum canım. Omuzları sarsılmaya başladı bile. Ağlıyor didem! Gene de pek kolay pes etmez. Zararı yok, bugünlük atlattık ya vartayı, sümüğünü çekerek, “Mendil vereyim mi?” “Eksik olma..” Kesik kesik çemkiriyor: “Çene çene çene! Bıktım usandım. İftira atmakta da üstüne yok. Ben seni büyük adam olacak, koltuklarım kabaracak diye sevmişim öyle mi? Yazıklar olsun! Ben senin ince ruhuna, şair tabiatına tutulmuştum aptal!” Duy ince ruhum duy. “Çatır çatır fakülteyi de bitirdin maşallah, nasıl umutlanmazsın. Bari nazik, herkesin sandığı gibi efendi bir adam olsaydın, ne gezer, gösterişmiş, şairlik mairlik de rafa kalktı, kaba, serseri, küfürbaz, kafadan kontak biri olup çıktın başıma. Tevekkeli dememişler, besle kargayı oysun gözünü..” Yavaşça yaklaşıp sarılıverdim sırtından. “Sırnaşma! Soğudum, buz gibi soğudum senden anlamıyorsun.” “Bebeğinden, Peygamber Efendimiz dediğin şu benden öyle mi?” Ses yok. Çevirdim başını, tutup öpücüklere boğdum ıpıslak yüzünü, gözünü, gıdığını mıdığını, yokladım taş memelerini ustaca. Kızışıverdi, yükseldi nabzı. Anlaşıldı. Hooop, doğru yatağa! Ama ne sevişmek, göze göz, dişe diş. Çürüttüm, mosmor ettim her yanını, kırdım kemiklerini, o da koparayazdı şuramı buramı. Ya Atila’cığım işte böyle. İnan, çok özledim seni, yumuk gözlerini, kikir kikir gülüşünü, samba figürlerini. ‘Fincanı taştan oyarlar..’, gitmez senin ayarsız, boğuk sesinden gayrısına öyle güzel, ama demek evlendin. Yüce Ulusumuza hayırlı, uğurlu olsun. Devrim günü yedek subaylığından kalma asteğmen üniformasını sırtına geçirip barikatları rahatça aşarak bize gelmiştin, üçümüz sevinçle kucaklaşmış, ağlaşmış, bağrışmıştık galiba, kaşına yıktığı fiyakalı şapkasını daha görmediğimiz Cemal AGA’nın hülyalı, içli sesinden ilk bildiri yayımlanırken. ‘Bu harekâtın fikr-i müdîri’ni pek anlayamadık dememiştik yanılmıyorsam. O gün selanik yemiş miydik? Yememiştik sanırım ilk kez. Savarona kapalıydı. Savarona dediysem, ünlü yat değil, pastane.
Vus’at O. Bener – Buzul Caginin Virusu
PDF Kitap İndir |