Vüs’at O. Bener – Havva

Yaşamasız’ı okumuştum ilkin: Cıvıltılı parklarda, güneşli meydanlarda, nemli banklarda, sıcak duvarlarda, boş kahve köşelerinde, ağlak çay bahçelerinde elimden kitap düşmediği eski yazlardan birinde … Şimdi, 1957 tarihli Yaşamasız’m kapağına -Fikret Otyam’m allı-yeşilli resmine- bakarken birden o yazın gölgesini anımsadım: “İstasyon gerilerde kaldı.” cümlesiyle başlayan “İ lki” öyküsünün beni sarıp sarmalayışım. Gelip çatan anlar vardır: Başınıza bir şey geldiğini, tanımsız bir şeye uğradığınızı duyarsınız. “İ lki” böyle bir çarpma etkisi yarattı bende. Bir şimşek zihnimde bir karanlığı yırttı. Yazının gücü müydü bu? “Okuyun da görün, öykü nedir, iyi bir öykü ne yapar adamı” dedim hep. Bugünse, “Okuyup da tutkunu olmayan okurluğunu gözden geçirmeli” derim, gönül rahatlığıyla. *** Salt okurların değil, yazarların da yazarı olduğu, öykücülüğümüzün onunla keskin bir dönemeci aldığı söylenmeli burada. Altmış yıla varan yazı uğraşında, kendini durmaksızın yenilediği, anlatımda sarp yollan göze alarak kısa öyküye biçim verdiği de. 7 Okunup geçilecek bir yazar değil Vüs’at O. Bener: Okurunun dünyaya bakışım, yaşamı algılayışını etkiler, dönüştürür. Neredeyse zihnine sokulmak ister. Kişiliğiyle yazısını bütünleştirmiş, dilini, dünyasını kurmuş, kendi okurunu düpedüz yaratmış bir yazarın öyküleriyle karşılaşacaksınız bu seçkide. Hazırlıklı olun, derim. 8 Murat Yalçın İstanbul, Şubat 2009 Dost İkindiye doğru dükkanına uğradım.


Kasap Ali dostumdur. Eline geçen parayı içkiye yatırır. Kör kedisini yanından ayırmaz. Bir yanda et parçalar, fukara kadınlara on kuruşluk ciğer doğrar, ötede kanlı ellerini pis önlüğünde temizleyerek rakısını gırtlağına aktarır. Yalnızdı. Geniş ağzını elinin tersiyle silerek buyur etti. Her zamanki gibi hatır sormadan, kulpsuz fincana rakı doldurup uzattı. Büyükçe bir yudum alıp bıraktım. Su aranıyordum, testiyi gösterdi. – Bardağa ne oldu? Omuz silkti. Dizine kıvrılmış kedisini okşayarak: -Körün işi, dedi. İyi oldu. Zorum yok zaten bardakla. Daha bir çökmüş. Uykusuz, akı kirli sarı, kapakları sulu gözleri donuk.

Bugün paralı olmalıydı. “Kulüp”tü içtiği, ama baktım, şişe yarım. – Epey oldu galiba başlayalı. – Yo! İsteğim yok pek. Vurgun bu. Dün düğün vardı da mahallede. Hasan Ağa yollamış. Biraz evvel geldi. -Yeter mi bize? Yenisini aldıralım istersen. – İyi ya. İştahın varsa. -Senin yok mu yani! 9 Güldü. Bir iki buçukluk uzattım: – Tamamla üstünü. Yoksa kalsın. -O kadar mı öldük! Köşe başındaki bakkalın çırağı, karşı kaldırımda, sırtını duvara vermiş uyukluyordu.

Seslendi: – Hey Bapko! Kalk ulan. Bana döndü: – “Yeni” mi olsun? -Hepsi bir. – Karıştırmayalım ha, ağzımızın tadı bozulmasın. Kepenklere son ışık vuruyor. Sinekler koyulaşan duvarlara yapışmış kımıldamıyorlar. Yoldan geçen eli çıkınlı, siyah başörtülü kadınlara bakıyordum, seslice güldü. -Ne güldün? Başını salladı. – Hiç. – Nasıl hiç? -Bakıyorum, hayatından memnunsun da. İyisindenmiş seninki. Bizim karı dokuz canlı. Dört tane de piç … İçmezsin de ne halt edersin. Cevap vermedim. Çengele takılı bir öküz yüreğinden toprağa kan damlıyordu. “Memnun muyum? Azap içindeyim.

Çok çekti zavallı. Ne kadar hayata bağlıydı. Bense kurtuluşu ölümden bekliyordum. Beklediğim de oldu. Ne maskaralık! Kendime değil, ona ölümü yakıştırmak … ” Çocuk gözüktü. O kalkmadan ben davrandım. Ses çıkarmadı. İ lk kadehi Bapko’ya verdim. Bir solukta boşalttı. -Eyvallah ağabey. Uzattığım birkaç leblebiyi ağzına atıp çıktı. – Bizim karı, çoktandır görünmedin ya, boyuna seni sordu. Aşık mıdır nedir sana! 10 Hiç böyle konuştuğunu duymamıştım. – Bu da nereden çıktı? Kirli dişlerini meydana vurdu: – Pek mi saçma laf ettik! Aldırma yahu, şaka … – Bırak Ali. Böyle şaka olmaz.

Bilirsin iyi kızdır Naciye. -İyi midir? Bana ne iyiyse. Haydi çekmene bak. Sıra sende. Ben şu mumu bulayım. İçimden küfrettim. “Herifte kalp denen şey yok.” Karım gömülürken beraberdik. Hoca berbat bir sesle anlamadığım şeyler söylüyordu. Tabutun testereyle kesilmesi sırasında kulağıma eğilip: “Bu iyi işte. Çabuk çürür ölü” dediği zaman bile, bugünkü kadar canımı sıkmamıştı. Dahası onu, bütün ötekilerden daha dürüst bulmuştum. Üst üste birkaç kadeh içtim. Kafam buğulandı. Mum ışığının duvara çizdiği gölgeler sallanıyor.

“Herifte kalp denen şey yok.” Karısının ince yüzü gözümün önüne geldi. Her gittiğimde ne yapacağını şaşırır. Biraz yumuşak yüz görse. Ona baktım, dalgın gibi. – Ne o, neden konuşmuyorsun? – Hiç. Düşünüyorsun da. Karın mı geldi aklına? Gücenme, yüreğin pek yufka. Kadın yüktür yük. Atmaya bakmalı. – Böyle düşünmeye hakkımız yok. – Sen de az mı şikayet ederdin, unuttun galiba? – O başka. Ne olursa olsun, kimse kimsenin yükü değildir. -Aklım ermez. Değil mi ki, acımak var bu dünyada, bitti, bırak … “Merhamet kötü şey, ondan kurtulmak lazım,” demişti, bir gün de.

Ekledi: – Olmaz. Bak ben acımam işte kimseye. Sen hiç gördün mü benim dükkana dilenci sokulduğunu? Assınlar kendile11 rini be! Görsün herkes. Ne diye ben onlara acımaya mecbur olacakmışım? Sustuk. Vakit geçmiyor. Saat daha dokuz buçuk. Dilim dişime dokundukça sinirleniyorum. İçten içe sızlıyor. “Allah belasını versin. Hayat mı be! Şimdi ben zevk mi alıyorum, bu adamla oturup içmekten? Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu? İçmek gerek. İyi ama, bu sürüp gitmez ki böyle. Ben, şu, hem kasap, hem kasap ruhlu herif, içiyoruz da ne oluyor? Hiç.

Öyle. Hiç değilse düşünmediğimiz, beklemediğimiz şeyler olsa … ” Duvardaki gölgemi gözetlediğimin farkına vardım. Başımı yana çevirince uzadı. Polis hafiyelerine benzedim. Demin daha biçimliydi oysa. “Biçimli bir adam! Tuhaf.” Mum sönmeye yüz tutuyor. Bitişik evden hazan belirli tiz, hazan kalın, boğuk sesler yansıyor. Kavga ediyorlar galiba. – Mum gidiyor ha, var mı başka? -Yok. – Ee? Uzaktan hafifçe dükkanı aydınlatan elektrik direğini gösterdi. – Vazgeç, birer daha atalım da, gidelim Ali. Sen oturmak istiyorsan başka. Ama evden beklerler bana kalırsa … Eliyle anlamsız bir işaret yaptı. – Hadi sağlığına.

– Öyle olsun. İkimiz de terliyoruz. Sesler hafifledi. Tavandan bir şey düşer gibi oldu. Örümcekmiş. İleri geri sallanıp duruyor. -Kalk Niyazi Bey. – Gidiyor muyuz? 12 – Gidiyoruz, bizim eve. -Ben pek iyi değilim. Hoş gör, başka zaman. -Erken daha. Otururuz bahçede. Hadi yürü. Kalktı, kolumdan çekmeye başladı. Biraz sarhoş oldu galiba.

Ben de kalktım. Otururken anlaşılmıyor. Üst üste içtik de ondan. -Hadi, davran. -Peki, peki. Hafifçe sallanıyorum, ya da sallandığımı sanıyorum. Şişenin mantarını özenle sıkıştırdı, yan cebine soktu. Kör kedisini karnı ortasından koltuğuna kıstırdı, çıktık. Eminim o da beni sarhoş sanıyor. Koluma girdi, yürüyoruz. İçkiliyken gelişigüzel adım atmak hoşuma gider. Bazan, ufak çukurlara bir boşluğa düşer gibi yalpalarla inip çıkıyoruz. Tek tük gelip geçenler biraz sonra kafalarını geri çevirip bakıyor olmalılar. Zararı yok. Onu hemen bırakmak doğru olmaz.

Huyunu bilirim. Dükkana döner ve sızıncaya dek. -Niyazi Bey . – Söyle … – Ben fena adam mıyım? “Bu içlilik de nereden çıktı!” – Herhalde ikimiz de pek iyi değiliz. -Yok, yok, sen fena adam değilsin. Ama ne çıkar … -Öyle hiçbir şey çıkmaz. Biraz daha ağır gidelim. Bak caddeye çıktık. Yavaşça kolumu bıraktı. Evlerinin önüne gelince ayrılayım dedim, tutturdu: -Olmaz Niyazi Bey. Bahçede oturacağız biraz daha. Zaten canım sıkılıyor, karıdan çıkacak sonra acısı. Uzatma. Ve kapıyı tekmeledi. Garip bir uyuşukluk içindeyim.

İçeriden nalın tıkırtıları duyuluyor. Zayıf bir ışık, kapı aralığından sızdı. Girdik. – Aa! Niyazi ağabey siz miydiniz? Nasıl oldu böyle. Buyrun. 13 -Sorup duruyordun, getirdim işte ağabeyini. Hadi şimdi durma. Bahçede oturacağız. Bardak getir. Bir şeyler bul. Feneri bize bırak. Tahta masanın yanındaki demir sandalyelere iliştik. Hava öyle durgun. Yerde cam kırıkları parlıyor. Gök yıldızlı.

Şu Kutup Yıldızı nerede acaba? – Hey, hadi be! İki bardak getir evvela. İçeriden seslendi: – Geliyorum. İnsan bir haber gönderir. Ne bileyim ben … Her gelişimde kendine çekidüzen verir, yeni basma entarisini giyer. Bu kez de öyle oldu. Bardakları bırakırken: – Kusurumuza bakma artık, ağabey, dedi. Hoş geldiniz. Haberim olsaydı. Biraz ciğer var onu getireyim bari. Salata da yapayım. ·-Bırak Naciye, zahmet etme. Zaten … – Getireyim, götüreyim! Lafı bırak yahu, getir işte ne varsa. Kinli bir bakış fırlatıp uzaklaştı. Bardağı yakaladım. “Şu içkiler daha sert olsa … ” Mezeler geldi.

O da bir sandalye çekip yanımıza ilişti. -Nasılsınız? Gözükmediniz hiç. Acılı gününüzde gelecektim, bizim adam bırakmadı. -Teşekkür ederim Naciye. Gelmediğin daha iyi. Nasıl çocuklar? – Eh, iyi işte. Sustuk. Gene o sıkıntılı hava. “Çekip gitmeli” dedim, “Manasızlık. Ne işim var benim burada … ” Çabuk gevşedim. Bir aralık Naciye’nin her zamanki hayran bakışlarını üstümde duydum. Bir şeyler söylemek gerek: -Çocuklar yattı galiba. Ne yapıyor Mustafa? Yüzünü buruşturdu: -Eline geçeni kırıp geçiriyor, ne yapacak. 14 Ali, sesli bir of çekti, gözlerini yumdu, sonra hırıltılı bir gülüşle önündeki bardağı yarısına kadar doldurarak karısına uzattı: – Al iç şunu. -Sarhoş musun sen.

İstemem, çek elini. -İç diyorum be! Numara mı yapıyorsun. Gördün ya Niyazi Bey. Baktım, pek isteksiz görünmüyor. İstesem alacak. Gülümsedim, aldı. – Vallahi hatırınız için ağabey. Alışık bir tavırla nefes almadan içti. – Birden dikiverdin ama, gözlerin de sulandı, dedim. – Zararı yok. -Biz de üçleyelim mi Ali? “Ne zavallılık. Bu kadının da umutları vardı elbet. Karımın olduğu gibi. Kabahat kimde? Uyuşamadık işte. Hangimiz kurtuldu? Bana ne.

Duyuyor mu bir şey? Toprağı bol olsun. Değer mi çekmeye. Sanki yaşamak … ” Kerpiç duvarın üstünde iki gölge kımıldadı. Yapraklar hışırdıyor. Ali gene sıkıntılı bir ses çıkardı: – Kör olası hava, es biraz. Boğulacağız neredeyse. Sigaram bitmiş, var mı sende Niyazi Bey?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir