Walter Benjamin – Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk

Eski bir çocuk tekerlemesinde Muhme Rehlen adı geçer. “Muhme” bana hiçbir şey ifade etmediğinden,2 bu yaratık benim için, adı Mummerehlen olan bir hayalete dönüşmüştü. Bu yanlış anlama benim gözümde dünyanın görünümünü değiştirdi. Fakat iyi bir yolda değiştirdi; onun içerilerine doğru giden yolları gösterdi bana. Bu yanlış anlama için, kendisini destekleyen ne varsa doğruydu. Derken, tesadüf bu ya, ben yanlarmdayken büyükler bakır gravürlerden (Kupferstich) söz ettiler bir keresinde. Ertesi gün bir sandalyenin altına girmiş, başımı aradan uzatıyordum ve bu bir “Kopfverstich” oluyordu.3 Bu arada kelimeyi bozuyor idiysem, bu, hayatta tutunabilmek için yapmam gereken bir şeydi. Vakti geçmeden, aslında birer bulut olan kelimelere bürünüp kılık değiştirmeyi öğrendim. Benzerlikleri keşfetme yeteneği zaten o eski, benzeme ve benzer davranma zorunun zayıf bir kalıntısından başka bir şey değildir. Fakat beni bu zora kelimeler koşuyordu. Beni terbiyenin değil, evlerin, mobilyanın, elbiselerin örneklerine benzeten kelimeler. Ama bunlar beni hiçbir zaman, benim kendi imgeme benzetemediler. Onun için de, benden kendimle bir benzerliğim olması istendiğinde çaresizlik içinde kalırdım. Fotoğrafçıya gidildiğinde böyle olurdu.


Nereye baksam, kendimi paravanalar, minderler, kaidelerle çevrili buluyordum ve bunlar, Hades’in gölgeleri nasıl kurbanlık hayvanın kanma susamış iseler aynı öyle, benim resmimi ele geçirmeyi bekliyordu. Sonunda beni kaba fırça darbeleriyle yapılmış bir Alpler manzarasının önüne getiriyorlardı ve sağ elim, keçi sakalı süslü bir şap9 kayı havaya kaldırırken, gölgesini tuvalin bulutlarıyla buzullarının üzerine düşürüyordu. Gene de, küçük Alplinin dudaklarını çevreleyen zoraki gülümseme, salon palmiyesinin gölgesinde kalan çocuk yüzündeki bakışın yürek burkuculuğu kadar işlemiyor içime. İskemleleri ve sehpaları, goblenleri ve şövaleleriyle bir yandan boudoir’a4, bir yandan işkence odasına benzeyen o atölyelerin birinden geliyor palmiye. Başım açık ayakta duruyorum; sol elimdeki devasa sombreroyu nice provalarla öğrenilmiş bir zarafetle tutuyorum. Sağ el, aşağıya doğru eğilmiş tokmağı ön planda görülen bir bastonla meşgul, bastonun ucu ise bir bahçe masasının üstünden sarkan tavuskuşu tüyü demetinin içinde gizlenmiş. İyice kenarda bir yerde, kapı perdesinin yanmda, dar bir korsaj içinde annem put gibi duruyor. Bir terzi mankeni gibi, kadife kostümüme bakmakta; kostüm ise katbekat bordürler, şeritlerle süslü haliyle bir moda dergisinden çıkmışa benziyor. Fakat ben, burada beni çevreleyen her şeyle öyle bir benzerlik içindeyim ki, ben olmaktan çıkmışım. Nasıl pavurya bir deniz hayvanının kabuğunda barınırsa, ben de içi boşalmış bir kabuk gibi önümde duran on dokuzuncu yüzyılın içinde öyle barınıyorum. Kabuğu kulağıma tutuyorum. Ne işitiyorum? Sahra toplarının veya Offenbach’ın balo müziğinin gürültüsünü değil, fabrika sirenlerinin haykırışını veya öğlenleri borsa salonlarını çınlatan bağnşları da değil, hatta atların parke taşlarından gelen nal seslerini ya da muhafız takımının marş müziğini de değil. 1 layır, benim işittiğim, bir teneke kovadan demir sobaya dökülen antrasitin çıkardığı kısacık şapırtı, gaz lambası gömleğinin alev alırken çıkardığı poflama ve caddeden bir at arabası geçerken lamba şişesinin pirinç yuvasında tıngırdayışı. Başka sesler 10 de var, anahtar sepetinin5 şakırtısı, ön merdivenle arka merdivendeki iki zil; nihayet, küçük bir çocuk tekerlemesi de var aralarında: “Sana bir şey anlatayım / Mummerehlen üstüne.” Tekerleme çarpıtılmış; gene de çocukluğun bütün o çarpıtılmış dünyasma yer var içinde.

Bir zamanlar yeri tekerlemenin içinde olan “Rehlen adlı Muhme”, tekerleme bana ilk defa söylendiğinde, çoktan kaybolmuş gitmişti bile. Fakat Mummerehlen daha da güç sezilir bir haldeydi. Arada sırada, tabağm dibinde, sütlacımın veya Sago6 peltemin puslan ardmda yüzen maymunun o olduğunu sanırdım. Tabağımdakini, onun görüntüsü açılsın diye yerdim. Belki Mummelsee7 idi oturduğu yer ve gölün uyuşuk suları etrafım gri bir pelerin gibi sanyordu.8 Bana onun hakkında ne anlatıldığını -veya sadece anlatılmak istendiğini- bilmiyorum. Muhme, dilsiz olan, gevşek, lapa lapa olandı; küçük cam kürelerin içinde atıştıran kar gibi, nesnelerin çekirdeğinde bulut bulut olandı. Bazen içlerinde savrulurdum. Guaşla resim yaparken olurdu bu. Orada karıştırdığım renkler bana da vururdu. Daha ben boyaları resmin üstüne aktarmadan, onlar beni bürüyüp gizlerdi. Paletin üzerinde ıslak ıslak birbirlerine karışırlarken, onlan sanki eriyip dağılan bulutlarmışçasına, ihtimamla fırçama alırdım. Ama resme aktardığım her şeyin içinde en çok sevdiğim şey Çin porseleniydi. Elbette sadece ucuz ihraç malı olan o vazoların, çanakların, tabakların, kutuların üstü rengârenk bir kabukla kaplıydı. Gene de, beni öyle sıkı sıkıya kendilerine bağlarlardı ki, nice yıl sonra beni bir kere daha Mummerehlen’in yaptıklarına götüren hikâyeyi sanki o zamanlar pekâlâ biliyormuş gibi olurdum.

Bu bir Çin hikâyesiydi, yaşh bir ressam üzerineydi ve bu adam dostlarma en son yaptığı resmi göstermişti. Resimde bir park görülüyordu, ağaçlar arasmdan bir suya doğru ve su boyunca uzanan dar bir yol; bu yol küçük bir kapıya varınca bitiyor, kapıdansa arkadaki küçük bir eve giriliyordu. Ancak, dostlarının bakışları ressamı aradığında, ressam gitmiş ve resme girmiş oluyordu. O dar yolun üstünde, kapıya doğru yürüyor, kapının önünde duraklıyor, dönüyor, gülümsüyor ve aralığında kayboluyordu. Onun gibi ben de, hokkalarım ve fırçalarımla haşır neşirken, birden kılık değiştirmiş, bozulup resme karışmış oluyordum. Bir boya bulutuyla ta içine girdiğim porselene benziyordum. 1 1 Tiergarten9 Bir şehirde yolunu bulamamak pek bir şey ifade etmez. Bir şehirde, ormanda kaybolur gibi kaybolmak ise eğitim ister. Bunu başarana cadde isimleri kuru dalların çıtırtısı gibi seslenmeli, şehir merkezindeki dar sokaklar ona günün hangi saati olduğunu dağ başındaki bir gölcüğün kesinliğiyle yansıtmalıdır. Ben bu sanatı geç öğrendim; öğrenince de, ilk bıraktığı izleri defterlerimin arasındaki kurutma kâğıtlarında beliren labirentler olan rüyayı gerçeğe çevirdi bu sanat. Hayır, ilk izleri değil, çünkü onlardan önce de bir labirent vardı ki, ömrü belki hepsinden uzun sürmüştür. Ariadne’si eksik olmayan bu labirente10 giren yol Bendlerbrücke’den11 geçiyor, bu köprünün hafif kavsi yoluma çıkan ilk tepenin sırt çizgisi oluyordu. Tepenin eteklerinden pek uzak değildi hedef: Friedrich Wilhelm ile Kraliçe Luise. Yuvarlak kaideleri üzerinde, önlerinden akan bir suyun kuma yazdığı eğrilerin büyüsüyle taş kesilmişçesine yükseliyorlardı tarhların içinden.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir