Walter Benjamin – Son Bakista Ask

Benjamin yazılarını iki savaş arasında yazdı. Tam iki savaş arasında: İlk önemli yazısı “Zwei Gedichte von Friedrich Hölderlin” (Friedrich Hölderlin’den İki Şiir)1 1914-15 kışında, I. Dünya Savaşı başladıktan hemen sonra; son yazısı “Über den Begriff der Geschichte” (Tarih Kavramı Üzerine)2 II. Dünya Savaşı sırasında yazılmıştı. İlki I. Dünya Savaşı başladıktan bir hafta sonra on dokuz yaşında intihar eden arkadaşı şair Fritz Heinle’nin ölümünün ardından, sonuncusu gene bir ölümden, bu kez kendi intiharından kısa bir süre önce Eylül 1940’ta. İki savaş, iki ölüm. Benjamin yazılarını arada kalan yirmi beş yıllık dönemde yazdı. Yazılarını, bu iki ölümün kuşattığı söylenebilir. Birinde bir sınıra çarpar geri döner düşünce. İkincisinde sınırda kalır — gerçek bir sınırda: Gestapo’dan kaçarken Fransa-İspanya sınırında intihar edecektir Benjamin. Benjamin I. Dünya Savaşı öncesinde, eğitimde reform yapılması gerektiğini savunan Gustav Wyneken’in önderi olduğu radikal bir gençlik hareketi içindedir. Politik bir hareket değildir bu: Bireyin yaşantısının geleneksel otoriteden önce geldiğini savunan, eğitim sisteminin iyileştirilmesini hedefleyen, herşeyden önce bir tinsel kurtuluşu amaçlayan bir çevredir. Üyelerinin çoğu varlıklı ailelerin çocuklarıdır. Benjamin ilk yazılarını; Wyneken’in fikirleri etrafında bir araya gelen Freie Studentenschaft (Özgür Öğrenciler) örgütünün dergisi Der Anfang için yazar. 1914’te de grubun Berlin başkanlığına getirilir. O yıllarda Freiburg ve Berlin’de felsefe öğrenimi görmektedir. Çeşitli etkilere açıktır: Savaş öncesinde Alman üniversitelerinde itibar gören Yeni Kantçılık’tan o da etkilenmiştir. Kierkegaard’ı, Nietzsche’yi okumaktadır. O yıllarda birçok sanatçıyı çevresinde toplayan şair Stefan George’nin, ayrıca Romantiklerin —Schlegel’in, Novalis’in, Hölderlin’in— etkisindedir. Benjamin bu dönemde, burjuva toplumuna karşı organik bir cemaat fikrine yakındır; önderliğe, kahramanlığa, dostluğa, ruhsal dayanışmaya önem vermektedir. Meslek ideolojisine karşı yaratıcılık ruhunu, aile kurumuna karşı Eros’u savunmaktadır. Tinsellik —hiçbir çıkarın, kendi dışında hiçbir şeyin aracı olmayan bir tinsellik— işte insanı özgürleştiren, yücelten tek yaşantı budur. Geleneğe, otoriteye ve kurumlara karşı, üniversiteye ve aileye karşı kusursuz bir ahlaki seçim, bir özgürlük imkânı var gibidir o yıllarda. Henüz ahlak tek başına yeterli olabilmekte, henüz felsefe kendi dışına gönderme yapmadan kendisini meşrulaştırabilmektedir. 1914’ün sonunda savaş patlak verecek. Yalnızca üniversite profesörleri değil, Wyneken de ulusal çıkar adına savaşı destekleyecek, düşünce devletin çıkarlarına bir kez daha feda edilecek. Özgür Öğrenciler’den Heinle ve sevgilisi Rika Selighsohn savaşın başlamasından bir hafta sonra, savaş karşısındaki tek özgürlüklerini kullanacak, birlikte intihar edecekler. İşte Benjamin “Friedrich Hölderlin’den İki Şiir”i bu dönemde, arkadaşının intiharından hemen sonra kaleme alır. Tin’in özerkliğine, ahlakın kendine yeterliliğine inanan düşünce ilk sınırıyla karşılaşmış, ilk kırılmaya uğramıştır. Ama yeni bir ahlak çıkmaz buradan: Şairin payına düşen hayata stoacı bir teslimiyettir; yürekliliğin özü budur, diye savunacaktır Benjamin “Hölderlin” yazısında. Benjamin sınırı görür, geri çekilir; öğrenci hareketinden kopar. Yıllar sonra Berliner Chronik’te (Berlin Günlüğü) bundan söz edecektir: “O zamanlar burjuva aydın toplantıları bugüne oranla çok daha sık olurdu, çünkü henüz sınırlarının farkında değildiler. Önce devleti yıkmadan —ki devlet kötü okulları, kötü aileleri gerektirir— hiç kimsenin okulunu ya da babaevini iyileştiremeyeceğini anlamamız epey zaman alacaktı. Gene de, bu sınırları hissediyorduk: Karşı çıktığımız insanlardan aslında hiç de farklı düşünmeyen ana babalarımızın bize cömertçe açtığı salonlarda yaptığımız tartışmalarda en gençlerimiz evde karşılaştıkları zulümden söz edince, yaşça daha büyük olan bizlerin bir an olsun garsonlardan kurtulamadığımız bira salonlarındaki edebiyat gecelerinde, kız arkadaşlarımızı kapısını kilitleme özgürlüğümüzün olmadığı dayalı döşeli odalarda kabul etmeye zorlandığımızda, eğlence yerlerinin patronları ve kapıcılarıyla, akrabalarımız ve velilerimizle ilişkilerimizde hep farkındaydık bu sınırların. Nihayet 8 Ağustos 1914’ten sonra, ölen çifte en yakın olanlarımız, onlar gömülene kadar birbirinden ayrılmak istemediğinde, Stuttgart Meydanı’ndaki şaibeli bir istasyon otelinden başka gidecek yer bulamayınca, utanç içinde farkettik bu sınırları. Mezarlık bile, şehrin yüreklerimizi dolduran herşeye karşı koyduğu sınırları gösteriyordu: Birlikte ölüme giden çifti aynı mezarlığa gömmek mümkün olamamıştı. Ama o günler, bende çok sonraları ortaya çıkacak bir uyanışı olgunlaştırmış, şunu anlamamı sağlamıştı: Daha iyi bir düzen için verilen mücadeleden Berlin şehri de yara almadan kurtulamayacak.”3 Daha iyi bir düzen için verilen mücadeleden ben de yara almadan kurtulamayacağım… Bunu belki daha sonra farkedecek; Tin’in kurtuluşu için, kusursuz bir ahlaka ulaşmak için toplandıkları evin işçi mahallelerinden ne kadar kesin bir sınırla ayrılmış olduğunu fark ettiğinde. Berlin Günlüğü’nden anlıyoruz gene: “Berlin’de hiç sokakta yatmadım. Günbatımını ve tan vaktini gördüm, ama ikisi arasında kendime hep gidecek bir yer buldum. Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip. Benim her zaman gidebileceğim bir yer vardı…”4 Kurumlara, geleneğe, otoriteye karşı Tin’i savunarak başlar. Savaşla, bir arkadaşın ölümüyle, bir sınıra gelip dayanır düşünce. İlk önemli yazı, bu sınırda yazılır. Savaş, Geist ülküsü etrafında bir araya gelmiş, özgürlüğün Tin’in kurtuluşundan geçtiğine inanan gençleri dört bir yana dağıtır: Çoğu cephede ölecek, ilerde Nazilerce savaş kahramanları olarak alkışlanacaklar. Kimisi siyonist olacak —çoğu, Yahudi ailelerin çocuklarıdır. Bazıları komünistlerin safında yer alacak. Benjamin üçüncü grupta yer alıyor. Ama henüz değil. 1915’te Wyneken’den kopmakla yetinecek; Münih, Bern ve Berlin’de felsefe öğrenimini sürdürecek. Savaştan hemen sonra komünist harekete katılan birçok Alman aydınından farklı olarak, komünizm henüz onun için bir seçenek değil. 1920’lerin ortalarına kadar da olmayacak. Bir de, düşüncenin karşılaşacağı son sınır var. Benjamin bu kez Paris’tedir. Naziler iktidara gelince 1933’te Berlin’i terk etmek zorunda kalmıştır. 1930’ların ikinci yarısı boyunca, New York’taki Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün yöneticileri Adorno ve Horkheimer’in çağrılarını, Avrupa’da hâlâ savunulacak şeyler olduğu düşüncesiyle geri çevirmiştir. Savaş patlak verince üç ay Nevers’de enterne edilir. Paris’teki evi Gestapo tarafından basılınca, gönülsüz de olsa çareyi Amerika’ya gitmekte bulur. Horkheimer’in yardımıyla ABD’ ye giriş vizesi alır. 26 Eylül 1940’ta bir mülteci grubuyla birlikte İspanya’ya geçmeye çalıştığı sırada sınır kapatılır. Gestapo’ya teslim edilme korkusuyla o gece intihar eder, sabah midesinin yıkanmasını reddeder. Sınır ertesi gün açılır, birlikte yola çıktığı mülteciler sınırı geçerler. Benjamin İspanya sınırına, Port Bou’ya gömülür. Bundan birkaç ay önce tamamladığı “Tarih Kavramı Üzerine”de şöyle yazıyor: “Bu âna kadar hep galip gelenler, bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara. Ama tarihsel maddeci zafer alayını temkinli bakışlarla uzaktan izler. Çünkü bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış nice adı sanı bilinmeyen insanın katlandığı külfetlere de borçludurlar. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan olabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.”5 Özgür Öğrenciler’den komünizme, Tin’in kurtuluşunu amaçlayan bir radikalizmden tarihsel maddeciliğe, kültürün özerkliğinden kültürel ürünlerin ancak dehşet duygusuyla düşünülebileceği inancına: Kısaca ahlaktan politikaya; toptan bir kurtuluş olmaksızın, devletin kendisi yıkılmaksızın kültürün de kurtulamayacağı düşüncesine… En açık “Tarih Kavramı Üzerine”de dile getirdiği bir inanç: İnsanlık kurtulmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça, kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır. 1934’te Paris’te yaptığı “Üretici Olarak Yazar” adlı konuşmasının son cümlesinde, kendi geçmişiyle hesaplaşır gibi: “Devrimci mücadele kapitalizmle Tin arasında değil, kapitalizmle proletarya arasındadır.”6 Benjamin’in düşüncesindeki evrimi —ya da savrulmayı diyelim— daha genel bir deneyimin parçası olarak görmek mümkün. I. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra işçi hareketine katılan, Marksist olan ya da komünizme umut bağlayan Alman aydınlarının sayısı oldukça çoktu. Bunda, yüzyıl başında aydınların konumunda meydana gelen değişikliğin payı büyük. Aydınlar, Almanya’nın hızla sanayileşmesinde, herşeyden önce kendi varlıklarına, önceki yüzyılda bir kültürel zümre olarak kazandıkları ayrıcalıklara, kültürün kendisine yönelik bir tehdit görmüşlerdi. Eski itibarlarını zihinsel faaliyetin, estetik değerlerin, ahlaki ilkelerin, kısacası kültürün değerli olmasına, bu değerin niteliksel olarak tanımlanmasına borçluydular. Kültürün alınıp satılabilen bir metaya, bir değişim değerine, bir niceliğe dönüşmesi ise aydınların eski itibarını kaybetmesi demekti. Nitekim üniversiteler hızla eski nüfuzlarını, kültürel merkez olma özelliklerini yitiriyordu. On dokuzuncu yüzyılın başından beri köklü bir modernizm düşmanlığının, romantik bir kapitalizm karşıtlığının yaşandığı Almanya’da, aydınların modern işbölümüne, makineleşmeye, sanayileşmeye karşı Kültür’ü savunmaları neredeyse içgüdüsel bir tepki olarak görülebilir. Birçoğu için Kültür ruhtu, özgürlüktü, sanattı; kapitalizme karşıydılar çünkü kapitalizm İngiliz-Fransız medeniyetinin Alman kültürünü, burjuva toplumunun Alman cemaatini yok etmesi anlamına geliyordu. “Alman kültürü”nden Almanlığa da gidilebilir, kültüre de. Burada da sınırı savaş çizecek. Alman aydınlarının birçoğu milliyetçilikte karar kılacak; savaşı, Alman kültürünün İngiliz-Fransız medeniyetine karşı mücadelesi olarak haklı görecekler. Ama hepsi değil: Savaş öncesinde Max Weber etrafında toplanan Heidelberg Çevresi’ne bağlı aydınlardan savaşa karşı çıkanlar olacak. Bunlardan biri Prinzip Hof nung’un (1954-59, Umut İlkesi) yazarı ütopyacı filozof Ernst Bloch, bir diğeri geleceğin Macar Sovyet Cumhuriyeti kültür ve eğitim komiseri György Lukács. Savaş öncesinde her ikisi de Georg Simmel’in öğrencisi olmuştur. Bloch 1921’de, 1525’te bastırılan köylü ayaklanmasının önderi Thomas Münzer üzerine Thomas Münzer als Theologe der Revolution’u (Devrim İlahiyatçısı Olarak Thomas Münzer) yayımlayacak, Lukács 1923’te Geschichte und Klassenbewusstsein’ı (Tarih ve Sınıf Bilinci). Bloch Hıristiyanlığın “yeraltı” akımlarını, heretikleri, plebyen ütopyaları inceleyecek, Lukács proletaryaya kurtarıcı bir rol atfedecek: “İşçinin kaderi tüm toplumun kaderidir.” Her ikisi de işçi hareketinde, insanlığın savaştan ve kapitalizmden kurtuluşunun yegâne imkânını görecek. Her ikisi de Benjamin’den yedi yaş büyük. Her ikisi de Benjamin’in politikaya yönelmesinde belirleyici olacak. Bloch’un Geist der Utopie’si (1918, Ütopya Ruhu) ile Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci 1920’lerde Benjamin’i Marksizm’e ulaştıran kaynaklar olacak. Lukács savaştan çok önce 1907’de yazdığı, Die Seele und Formen’de (Ruh ve Biçimler) yer alan “Romantik Hayat Felsefesi Üzerine” adlı denemesinde, “Almanya için kültüre giden tek bir yol vardı,” der, “içsel yol; tinin devrimiyle varılan yol; hiç kimse bunun dışında gerçek bir devrimi tahayyül edemiyordu.”7 Böyle bir devrimi tahayyül edebilmek için, on yıl beklemeleri gerekiyordu. Ama Alman aydınlarının —ya da düşüncesine Alman geleneğinin yön verdiği Lukács gibi bir Macar aydınının— Rus Devrimi’ne umut bağlaması da gene “içsel” yoldan, bir tinsel devrim beklentisiyle olacaktı. Bloch, 1974’te kendisiyle yapılan bir söyleşide, kendisinin ve Lukâcs’ın Rus Devrimi’nden duydukları coşkunun herşeyden önce ahlaki bir seçimden kaynaklandığını söyler. Devrimde “Tolstoy ve Dostoyevski’nin tinsel dünyası”nı bulduklarından, devrimin bir “tinsel aristokrasi” yaratacağına duydukları inançtan söz eder: Rus Devrimi başlangıçta onlar için, işçi sınıfının kurtuluşu olduğu kadar, hatta ondan da önce Batı akılcılığının inkârıdır; yeni bir maneviyatın, yeni bir ahlakın habercisidir. Alman ruhu Rus Devrimi’nde, kendi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma yolunu bulmuş gibidir. Bloch’un yıllar sonra vurguladığı da budur: “Devrim Fransa’da patlak verseydi, Lukács üzerinde aynı etkiyi yapmazdı; yalnızca zihinsel bir olay olurdu bu. Oysa Rusya bir gönül meselesiydi.”8 Ne var ki romantizmden Bolşevizm’e, ahlaktan politikaya yönelişin kendisi de başlangıçta bir ahlaki tereddütü, bir etik hesaplaşmayı gerektirmiş olmalı. Bu en açık ifadesini, politikayla en dolaysız ilişkiyi kuran Lukács’ın yazılarında bulur. Lukács’ın 1918’te Bolşeviklere katılmadan birkaç ay önce kaleme aldığı yazı “Bir Ahlaki Sorun Olarak Bolşevizm”dir. Bolşeviklere katıldıktan sonra yazdığı ilk yazı da “Taktik ve Etik” başlığını taşır. Tarih ve Sınıf Bilinci’ne 1967’de yazdığı önsözde de, o yıllarda ahlakla politika arasında bölünmüş olduğundan söz eder: “Faust yüreğinde iki ruh taşıyabiliyorsa, neden kendisini bir dünya krizinin tam ortasında bir sınıftan diğerine geçerken bulan normal bir insan çatışan düşünsel eğilimleri içinde barındıramasın? Hatırladığım kadarıyla o yıllarda düşüncelerim, Marksizm ve politik aktivizmi benimsemek ile zamanla daha da yoğunlaşan tümüyle idealist ahlaki kaygılar arasında gidip geliyordu.”9 1923 tarihli Tarih ve Sınıf Bilinci’nde bile işçi mücadelesiyle ahlak arasında bir sentez çabası görülür: “Sınıf bilinci, proletaryanın etiğidir.” Benjamin, Alman Komünist Partisi’ne girmeyi düşünecek, ama hiçbir zaman bu kararı vermeyecek; politikayla ilişkisi hep mesafeli, dolaylı kalacak. Bu yüzden de bu çelişkiyi hiçbir zaman Lukács kadar sert, onun kadar yoğun yaşamayacak. Buna rağmen, belki de bu yüzden bu çelişki bütün ömrüne, bütün yazılarına yayılacak. Birkaç örnek vermek mümkün: 1916’da Kitabı Mukaddes’ten, Tekvin’in ilk bölümünden yola çıkarak yazdığı “Über Sprache überhaupt und über die Sprache des Menschen” (Kendi Başına Dil ve İnsan Dili Üzerine) adlı yazısında Benjamin, “söz”ün her türlü araçsal kullanımına karşı çıkar: Yaratılan herşeyin bir özü, bir dili vardır, ama yalnızca insan adlandırıcıdır, bu yüzden de şeyler kendilerini insan dilinde iletirler. Ama İlk Günah’la birlikte Tanrı kelamının dolaysızlığı bozulmuş, ad kendi dışında bir şeyi iletmenin aracı olmuş, insanın dille ilişkisi Cennet’teki dolaysızlığını kaybetmiştir. Doğanın dilsiz kalışıdır bu; çünkü insan dili şeylerin, eşyanın diliyle bağını koparmıştır. Artık adlandırmakla kalmaz, aynı zamanda yargılar, iyi ve kötünün bilgisini de içerir. Dil ile nesnesi arasındaki dolaysızlık kaybolduğunda, işte o zaman dil “boş laf’ın kölesi olur: “Babil Kulesi’nin planı ve onu izleyen dilsel karışıklık işte bu kölelikle, şeylere bu sırt çevirişle ortaya çıkmıştır.”10 Yazı savaş sırasında yazılmıştır; “söz”ün savaşı meşrulaştırmanın aracına dönüştüğü bir dönemde. Benjamin ise dilin, kendi dışındaki bir şeyi iletmenin aracı olduğu takdirde hakikatten uzaklaşacağına inanır. Bu uzaklaşma, kuşkusuz politik dil için de geçerlidir. Benjamin dilin araçsallaşması ile düşüncenin kendi dışına açılması arasındaki bu çelişkiyi hiçbir zaman çözemeyecektir, ama yazılarına zamanla bir gerilimin sızdığı görülür. 1920-21 arasında yazdığı “Zur Kritik der Gewalt”te (Şiddet Eleştirisi) devrimci bir dönemin politik taleplerine kayıtsız kalamadığı görülür. Politik sorunlar üzerinde, şiddet sorunu üzerinde ilk kez doğrudan düşünmeye başlamıştır. Bu yıllarda, düşüncesinin mistik ucu karşılığını anarşizmde bulur. Georges Sorel’in etkisini taşıyan bu yazıda Benjamin, yasa koyucu ya da yasa koruyucu şiddetle yıkıcı şiddeti birbirinden ayırır. Düşüncesi bir kez daha kırılır, saflığı bir kez daha bozulur, kurmaya çalıştığı sistem bir kez daha yırtılır: Yasayı koruyan şiddete son verebilmek için saf, dolaysız bir şiddet gereklidir, diye yazar burada. Bu sorun üzerinde düşünmeye hep devam edecek; ahlakla politika, devrimin yıkıcı ve kurucu yanları yazılarında çatışmayı sürdürecek. 1929’da yazdığı “Der Sürrealismus: Die letzte Momentaufnahme der europäischen Intelligenz”de (Gerçeküstücülük: Avrupalı Aydının Son Fotoğrafı) “anarşist başkaldırı” ile “devrim disiplini”, radikal bir özgürlük deneyimiyle devrim deneyimi arasındaki gerilimi tartışırken gene bu soruna gelip çatacak: “Devrim koşulları nerede? Zihniyetin değişmesinde mi, yoksa dış koşullardaki değişikliklerde mi? Politikanın ahlakla ilişkisini belirleyen, geçiştirilemeyecek temel soru budur. Komünistlerin bu soruya cevabının gittikçe daha yakınına geldi gerçeküstücülük. Bu da baştan sona kötümserlik demek.”11 Öldüğü yıl yazdığı “Tarih Kavramı Üzerine”de de tinsel kurtuluş idealiyle konuşmasını sürdürür: “Marx’dan feyz almış tarihçinin her zaman göz önünde tuttuğu sınıf mücadelesi, kaba ve maddi şeyler için yapılan bir mücadeledir. Bunlar olmadan incelmiş ve manevi şeyler de olamaz. Yine de sınıf mücadelesinde bu değerler, galibin payına düşen bir ganimet gibi çıkmaz ortaya. Umut, cesaret, mizah, kurnazlık ve azimkârlıkta hayat bulurlar. Geçmişin derinliklerine uzanır etkileri: Hâkim olanın her zaferini yeni baştan sorgularlar. Çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi, geçmiş de gizemli bir güneş tutkusunun verdiği şevkle, tarihin ufkunda yükselen güneşe uzanmak için çabalar. Tarihsel maddeci, bu göze görünmez dönüşümün farkında olmalıdır.”12 Benjamin, yazmaya Hölderlin’le başlamıştı. 1919’da Bern Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezi Alman romantizmi üzerineydi: “Der Begriff der Kunstkritik in der deutschen Romantik” (Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı). Frankfurt Üniversitesi tarafından reddedilen tezi Ursprung des deutschen Trauerspiels’de (Alman Trauerspiel’inin Kökeni) bir bakıma romantizmle bir hesaplaşma niteliğindedir. Ama ne Hölderlin ne de romantizm Benjamin için yalnızca bir akademik araştırma konusundan ibarettir. Çok sonraları Berlin Günlüğü’nde bu yılları hatırlarken, yalnızca tinsel bir kurtuluşun ne kadar imkânsız olduğunu yazacak, “yalnızca okullarını iyileştirmek, yatılı öğrencilerin ana babalarının insafsızlığını sarsmak ve orada Hölderlin ve George’nin sözlerine yer açmakla yetinirken, şehrin kendisini olduğu gibi bırakabileceklerine inandıkları” o yılları şu sözlerle anacak: “İnsanların koşullarına el atmadan tavırlarını değiştirmeye yönelik son ve kahramanca bir çabaydı. Yenilmeye mahkûm olduğunu bilmiyorduk, ama bu bilginin kararını değiştireceği bir kişi bile yoktu aramızda.”13 Ahlak ve politika. Ruh ve madde. Özne ve nesne. Kültür ve sosyalizm: Alman aydınlarının yüzyıl başında kendilerini içinde buldukları olağanüstü hal, bu ikili kavramlar aracılığıyla dile getirdikleri ikilemleri yoğun biçimde yaşamalarına yol açmıştı. Bir yandan, kendilerini meşru kıldıkları herşeyin —öznenin, ahlakın, kültürün— sınırlarını açık biçimde görmelerine, bir yandan da kendi dışlarıyla —işçi hareketiyle, sosyalizmle, politikayla— uzlaşma aramalarına neden olmuştu. I. Dünya Savaşı sırasında Alman milliyetçiliğini, Alman kültürünü savunmakta en ısrarlı olan Thomas Mann’ın bile 1920’de yazdığı “Kültür ve Sosyalizm” adlı denemesi bu uzlaşma isteğini yansıtır. “Tutucu kültür anlayışıyla devrimci toplumsal fikirler arasında, Eski Yunan’la Moskova arasında bir birlik ve anlaşmanın” zorunluluğundan söz eder Mann: “Almanya’daki durumun iyileşmesi, Almanya’nın kendini yeniden keşfetmesi mümkün değil — Karl Marx, Friedrich Hölderlin’i okumadıkça.”14 Benjamin önermeyi tersine çevirmiş gibidir: İnsanlığın kendini yeniden keşfetmesi mümkün değil — Hölderlin, Marx’ı okumadıkça…

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir