Walter Mosley – Mavi Elbiseli Seytan

Joppy’nin barına beyaz bir adamın girdiğini görünce şaşırdım. Nedeni salt beyaz olması değildi; hafif grimsi, beyaz bir takım giysiyle aynı renk bir gömlek giymiş, hasırdan yapılma, Panama şapka takmıştı, ayağında parlak, bembeyaz, ipek çoraplar ve kemik rengi ayakkabılar vardı. Hafif çilli, düzgün teni soluktu. Çilek sarışını saçlarının bir tutamı şapkasının şeridinden kurtulmuştu. Geniş gövdesiyle kapladığı kapının eşiğinde durdu, solgun gözleriyle salonu taradı; böyle bir göz rengini daha önce kimsede görmemiştim. Bana bakınca içimi ani bir korku dalgası yaladı, ama bu duygu çabucak geçti, çünkü 1948 yılındaydık ve artık beyazlara alışmıştım. Tam beş yılımı, Afrika’dan Đtalya’ya kadar her yerde, Paris’te, Almanya’da beyaz erkeklerin, beyaz kadınların arasında geçirmiştim. Onlarla yemiş, onlarla uyumuştum; ölümden en az benim kadar korktuklarını öğrenmeme yetecek kadar mavi gözlü genç adam öldürmüştüm. Beyaz adam bana gülümsedi, sonra bara, Joppy’nin pis bir bezle parlattığı mermer tezgâha doğru yürüdü. El sıkıştılar, iki eski dost gibi selamlaştılar. Beni şaşırtan ikinci şey, adamın Joppy’i huzursuz etmesi oldu. Eski bir ağır sıklet boksörü olan Joppy çetin cevizdi, ringde olsun, sokakta olsun yumruklarını konuşturmaktan hiç çekinmezdi; oysa şimdi başını bir yana eğmiş, beyaz adama gülümsüyordu, tıpkı şansı yaver gitmeyen bir satıcı gibi. Tezgâhın üzerine bir dolar bırakıp gitmeye hazırlandım, ama daha tabureden inmeme kalmadan Joppy bana döndü, eliyle yanına çağırdı. “Buraya gel, Easy. Burda sennen tanıştırmak istediğim biri var.” O renksiz gözleri üzerimde hissedebiliyordum. “Easy, bak bu benim eski bi dostum: Bay Albright.” “Bana DeWitt diyebilirsin, Easy,” dedi beyaz adam. El sıkışı güçlü ama kaygandı; bileğime bir yılan sarılıyormuş duygusuna kapıldım. “Merhaba,” dedim. “Bak, Easy,” diye sürdürdü Joppy sözünü, öne doğru eğilip sırıtarak. “Bay Albright’nan biz çok eski dostuz. Belki de L.A.’deki en eski dostum. Evet, çok eski.” Albright gülümsedi: “Çok doğru. Jop ile yanılmıyorsam 1935’te tanıştık. Ne kadar olmuş? On üç yıl, değil mi? Savaştan önceydi; ülkedeki her çiftçinin ve erkek kardeşinin karısının kapağı Los Angeles’a atmak istemesinden önce.” Joppy bu şakaya kahkahalarla güldü, bense kibarca gülümsedim. Joppy’nin bu adamla ne tür bir işi olduğunu merak ediyordum, bir de, bu adamın benimle ne tür bir işi olabileceğini. “Nerelisin, Easy?” diye sordu Bay Albright. “Houston.” “Houston; gerçekten güzel kenttir. Oraya arada bir giderim, iş için.” Bir an susup gülümsedi. Zamanı boldu anlaşılan. “Ne iş yapıyorsun?” Yakından bakınca gözleri, ardıçkuşunun yumurtasının rengindeydi; donuk ve ölgün. “Đki gün öncesine kadar Champion Uçak’ta çalışıyodu,” dedi Joppy, yanıtlamadığımı görünce. “Onu işten çıkardılar.” Bay Albright canının sıkıldığını göstermek için pembe dudaklarını büzdü. “Çok kötü. Şu büyük şirketler insana hiç değer vermezler. Bütçe denk gelmedi mi, on aile babasını işten atıverirler. Ailen var mı, Easy?” Güneyli, hali vakti yerinde bir beyefendiye Özgü bir konuşma biçimi vardı; sözcükleri uzatıyordu. “Hayır, yok. Tek basmayım,” dedim. “Ama onlar bunu bilmiyor ki. On çocuğun olabilirdi, bir tane de yolda olabilirdi, ama onlar seni yine de kovarlardı.” Joppy bağırdı: “Çok doğru!” Çakıl taşıyla dolu bir hendekten geçen bir alay askerin çıkardığı gürültüyü tek başına çıkartıyordu. “O büyük şirketlere sahip olanlar işe bilem gelmezler, yannızca telefon açıp paranın durumunu sorarlar. Ve mutlaka iyi bi cevap almak isterler, aksi halde bi kaç kelle gidebilir.” Bay Albright güldü, Joppy’nin koluna hafifçe vurdu. “Neden bize birer içki vermiyorsun, Joppy? Ben viski alacağım. Sen ne istersin, Easy?” “Her zamankinden mi?” diye sordu Joppy bana. “Evet.” Joppy yanımızdan uzaklaşınca Bay Albright döndü, gözlerini salonda gezdirdi. Bunu birkaç dakikada bir yapıyordu; hafifçe dönüyor, odada herhangi bir değişiklik olup olmadığını denetliyordu. Oysa görülecek fazlaca bir şey yoktu. Joppy’nin yeri, bir et deposunun ikinci katında, küçük bir bardı. Tek müşterileri zenci kasaplardı; onların da günün bu saatinde, yani öğleden sonra hâlâ çalıştıklarına kuşku yoktu. Çürümüş etin ağır kokusu binanın dört bir köşesine sinmişti; kasapların dışında Joppy’nin barında oturmayı pek az kişinin midesi kaldırırdı. Joppy, Bay Albright’a Đskoç viskisini getirdi; bana da bol buzlu bir burbon. Kadehleri tezgâha bıraktıktan sonra, bana döndü: “Bay Albright, küçük bi iş yaptırçak birini arıyo, Easy. Kendisine senin çalışmak ve bi ipotek ödemek zorunda olduğunu söyledim; şu evin borcunu yani.” “Đşin zor,” dedi Bay Albright bir kez daha başını sallayarak. “Büyük patronlar, çalışan ve bir yerlere gelmek isteyen birinin halinden anlamaz, onu umursamazlar.” “Çok doğru; Easy hep durumunu düzeltmeye çalışır. Gece okuluna gidip belgelerini aldı, soona da bi üniversitede bilem eğitim gördü.” Joppy konuşurken bir yandan da mermer tezgâhı siliyordu. “Ayrıca bi savaş kahramanıdır. Patton’nan birlikte savaşa katıldı. Hem de gönüllü olaraktan! Bilirsin işte, kendisi epiyce kan görmüştür.” “Doğru mu, bu?” dedi Albright. Hiç mi hiç etkilenmemişti. “Neden gidip bir yere oturmuyoruz, Easy? Şu pencerenin önüne, örneğin?” Joppy’nin pencereleri öyle kirliydi ki, dışarıyı, 103. Cadde’yi asla göremezdiniz. Ama camın önündeki parlak kırmızı, küçük masalardan birine oturunca en azından gün ışığının donuk kızartısından yararlanabilirdiniz. “Ödemen gereken bir kredi borcu var, demek? Büyük bir şirketten daha kötü bir şey varsa, o da bir bankadır. Paralarını ayın birinci günü isterler, bir tek ödemeyi kaçırsan bile, polis ayın ikinci günü kapma dayanır.” “Bu konular sizi neden ilgilendiriyor, Bay Albright? Kabalık etmek istemem, ama tanışalı beş dakika oldu ve siz hakkımdaki her şeyi öğrenmek istiyorsunuz.” “Pekâlâ; yanlış anlamadıysam, Joppy çalışmak zorunda olduğunu, yoksa evini kaybedeceğini söyledi.” “Bunun sizinle ne ilgisi var?” “Yalnızca bir çift uyanık göze ve benim için küçük bir iş yapacak birine ihtiyacım var, Easy.” “Peki, siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum. Hemen o anda ayağa kalkıp oradan çıkmam gerekirdi, ama şu kredi konusunda haklıydı. Bankalar konusunda da öyle. “Eskiden, Georgia’da yaşarken avukattım. Ama şimdi dostlarına ve dostlarının dostlarına iyilik eden, sıradan biriyim.” “Ne tür iyilikler?” . “Bilemiyorum, Easy.” Geniş, beyaz omuzlarını silkti. “Kimin neye ihtiyacı varsa. Diyelim ki, birine bir haber göndermek istiyorsun, ama bunu bizzat yapmak… hımm… işine gelmiyor; bu durumda beni çağırıyorsun, ben de işi üstleniyorum. Benden istenen her işi yaparım, bunu da herkes bilir; dolayısıyla çok meşgul biri olduğum söylenebilir, anlıyor musun? Bu nedenle de bazen işi yaptıracak bir yardımcıya ihtiyacım oluyor. Đşte sen tam burada devreye giriyorsun.” “Nasıl, peki?” diye sordum. Albright’ı dinledikçe, onu Texas’tayken görüştüğüm bir arkadaşıma daha çok benzetiyordum -adı Raymond Alexander’di, ama ona Mouse(*) derdik. Mouse’u salt düşünmek bile dişlerimi kamaştırmıştı. (Đng) Fare. (Çev.) “Birini bulmam gerekiyor; belki birileri aramama yardım eder diye düşündüm.” “Peki, kim bu?” Sözümü kesti: “Easy. Çok yerinde soruları olan, zeki bir adam olduğunu görebiliyorum. Sana bu konuda daha çok bilgi verebilirim, ama burada değil.” Gömleğinin cebinden beyaz bir kartla beyaz mineli bir dolmakalem çıkardı. Üzerine bir şeyler yazdığı kartı bana uzattı.- “Joppy ile benim hakkımda biraz konuş, denemeye karar verirsen bu akşam beni görmeye gel; işyerime, saat yediden sonra, ne zaman istersen.” Đçkisini bitirdi, gülümsedi, sonra doğruldu, manşetlerini düzeltti. Panama şapkasını başına yerleştirdi, barın arkasında sırıtıp duran Joppy’i selamladı; Joppy de ona el salladı. Sonra, Bay DeWitt Albright akşamüstü içkisini yuvarlamış bir gedikli gibi Joppy’nin barından çıktı. 2 “Bu züppeyle nerde tanıştın?” diye sordum Joppy’e. “Onu tanıdığımda hâlâ ringdeydim. Tıpkı dediği gibi, savaştan önce.” Joppy hâlâ barın gerisindeydi; koca göbeğini tezgâha yaslamış, mermeri parlatıyordu. Kendisi de bir bar sahibi olan amcası on yıl önce, Joppy’nin ringi bırakmayı kararlaştırdığı günlerde, Houston’da ölmüştü. Joppy bu mermer tezgâhı alabilmek için onca yolu katedip doğduğu kente döndü. Üst katta işyerini açabilmek için kasaplarla çoktan anlaşmıştı; yapacağı tek şey, gidip bu mermer tezgâhı almaktı. Joppy boşinanlı biriydi. Başarılı olabilmek için, başarısını kanıtlamış olan amcasından bir parçayı işine katması gerektiğine inanıyordu. Joppy bulabildiği her boş dakikayı bu tezgâhı silip parlatmaya harcardı. Tezgâhın yakınlarında patırtı çıkarılmasına izin vermez, tezgâha bir şişe ya da ağır bir şey düşürdüğünüzü gördüğü an tepenizde biter, zarar olup olmadığını kontrol ederdi. Ellisine yaklaşmış olan Joppy iriyarı bir adamdı. Elleri bir top tutucunun siyah beysbol eldivenlerine benziyordu; iri kasları gömleğinin dikiş yerlerini patlatacak gibi gererdi. Yüzü ringde yediği yumruklar yüzünden yamru yumruydu; iri dudaklarının çevresindeki et pütür pütürdü, sağ gözünün hemen üstündeki yumruysa az önce açılmış bir yara gibi sürekli kırmızıydı. Boksörlük yıllarında orta karar bir başarı kazanmış, 1932’de yedinci sıraya yükselmeyi başarmıştı, ama asıl ününü ringlere getirdiği şiddete borçluydu. Joppy ringe çılgın gibi sallanarak fırlar, en ağır darbelere bile bana mısın demezdi. En parlak dönemlerinde Joppy’i kimse yere deviremedi; aradaki mesafeyi daha sonraları da hep korudu. “Dövüşlerle falan bir ilgisi var mıydı?” diye sordum. “O her bi işe burnunu sokar; nerde para kokusu varsa, Bay Albright ordadır,” dedi Joppy. “O paranın kirli filan olup olmadığı da umrunda diyildir.” Taburesi vardı. En yoğun gecelerde bile bütün iskemlelerin dolduğu görülmemişti, ama yine de onu kıskanıyordum. Kendi işinin sahibiydi; bir şeylere sahipti. Bir gece bana, burayı yalnızca kiralamış olmasına karşın, barı satabileceğini söylemişti. Yalan attığını düşünmüştüm, ama daha sonra, hazır müşterisi olan bir işyerini satın almak isteyen pek çok insan olduğunu öğrendim; paranın aktığı bir yerin kirasını ödemekten kim kaçınırdı ki? Camlar kirli, zemin berbattı, ama Joppy’nin yeriydi ve kasap dükkânının beyaz patronu kirayı almaya her gelişinde şöyle derdi: “Teşekkür ederim, Bay Shag.” Parasını aldığı için mutluydu. Sordum: “Evet, benden ne istiyor?” “Yannızca birini aramanı istiyo; en azından böyle söylüyo.” “Kimi?” “Bi kız işte, ne biliyim ben.” Joppy omuzlarını silk-ti, “Bennen ilgisi olmadığı sürece, ona işini hiç sormam. Her neyse, sana sırf bakınman için para verecek. Senden bi şiy bulmanı isteyen yok.” “Ne kadar verecek, peki?” “Şu kredi borcuna yetçek kadar. Seni bu işe bulaştırmamın nedeni bu, Easy. Paraya ihtiyacın olduğunu biliyorum; hem de acilen. O adam umrumda bile diyil, aradığı kişi de öyle.” Kredi borcumu ödeme düşüncesi bana ön avlumu ve meyve ağaçlarımın yaz sıcağında oluşturduğu gölgeyi anımsatmıştı. Herhangi bir beyaz kadar iyi biri olduğumu düşünüyordum, ama kendime ait bir kapıya sahip olamadığım sürece herkesin beni elini uzatmış sadaka dilenen bir dilenci gibi göreceğini de biliyordum. “Al herifin parasını, oğlum. O küççük ev ne pahasına olursa ossun senin olmalı,” dedi Joppy, aklımdan geçenleri okumuş gibi. “Gezip tozduğun o güzel kızların hiçbiri sana bi ev almaz, biliyosun.” “Bundan hoşlanmadım, Joppy.” “Paradan hoşlanmadın, ha? Allah kahretsin! Senin yerine ben tutarım parayı.” “Para değil… Yalnızca… Biliyor musun, Bay Albright bana Mouse’u anımsattı.” “Kimi?” “Houston’da yaşayan, şu ufak tefek adamı anımsamıyor musun? EttaMae Harris’le evlenmişti.” Joppy çentikli dudaklarını sarkıttı. “Yo, benden soona gelmiş olmalı.” “Olabilir. Her neyse, Mouse, Bay Albright’a çok benziyor. Sakindir, süslü giyinir ve sürekli gülümser. Ama aklı fikri hep iştedir, yoluna çıkmaya kalkarsan, sonu iyiye varmaz.” Yaşamımda hep düzgün bir Đngilizce, şu okullarda öğretilen dili kullanmaya çalıştım, ama yıllar geçtikçe, derdimi en iyi yetişirken öğrendiğim o doğal, ‘eğitilmemiş’ vurguyla anlattığımı görüyordum. “Sonunun iyiye varmaması kötü tabii, Ease, ama sokaklarda yatıp kalkmanın da sonu pek iyiye varmaz.” “Haklısın, dostum. Yalnızca dikkatli olmak istiyorum, hepsi bu.” “Dikkat iyidir, Easy. Dikkat ellerini havada tutmanı sağlar, seni güçlendirir.” “Yalnızca bir işadamı, öyle mi?” diye sordum yeniden. “Tastamam öyle!” “Peki, tam olarak ne iş yaptığını söyleyebilir misin? Demek istediğim, gömlek satan biri mi, ne?” “Đş hayatı içün ne derler bilirsin, Ease.” “Ne derler?” “Pazar neyi istiyosa, onu satarsın.” Gülümsedi; aç bir ayıya benziyordu. “Evet, pazar neyi istiyosa, onu.” “Bunu düşüneceğim.” “Kaygılanma, Ease. Seni kollıycam. Yaşlı Joppy’i arada bi araman yeter; burnuma kötü bi koku gelirse hemen söylerim. Sen bennen teması kesme, yeter; her bi şiy yolunda gitçek.” “Beni düşündüğün için sağ ol, Jop,” dedim; ona daha sonra da gönül borcu duyup duymayacağımı merak ediyordum doğrusu. 3 Arabayla eve dönerken yolda parayı ve ona ne kadar çok gereksindiğimi düşündüm. Eve dönmeye bayılıyordum. Nedeni, bir ortakçının çiftliğinde büyümüş olmam, ya da bu evi almadan önce dünyada ‘benim’ diyebileceğim hiçbir şeyimin olmamasıydı herhalde; ne olursa olsun, küçük evime âşıktım. Ön avluda çevresi gür Azize Augustine otlarıyla çevrili bir elma, bir de avokado ağacı vardı. Evin yan tarafında her mevsim otuz tane meyve veren bir nar ağacıyla, tek bir ürün bile vermeyen bir muz ağacı vardı. Parmaklığın çevresindeki tarhlarda yabangülleri, yıldız-çiçekleri boyatmıştı; ön sundurmadaki kocaman bir saksının içinde afrikamenekşeleri yetiştirmiştim. Ev küçüktü. Bir oturma odası, bir yatak odası, bir de mutfak. Banyoda bir duş bile yoktu, arka avluysa bir çocuğun lastik havuzundan daha büyük değildi. Ama bu ev benim için, tanıdığım bütün kadınlardan daha anlamlıydı. Onu seviyordum, onu kıskanıyordum; banka onu elimden almak için polis müdürünü göndermeye kalkışırsa, adamın karşısına bir tüfekle dikilmeye hazırdım. Görebildiğim kadarıyla, evimi elimde tutmanın tek yolu, Joppy’nin arkadaşı için çalışmaktı. Ama yanlış bir şey vardı, bunu parmak uçlarımda hissedebiliyordum. DeWitt Albright beni rahatsız ediyordu; Joppy’nin külhanbeyi sözleri, doğru olmalarına karşın, beni rahatsız ediyordu. Kendi kendime, yatağa gir ve uyu, deyip duruyordum. “Easy,” dedim. “Güzel bir uyku çek; sabah olunca da iş aramaya çık.” “Ama yarın haziranın yirmi beşi,’ dedi bir ses. ‘Temmuzun birinde sana gereken altmış dört doları nereden bulacaksın?’ “Bulacağım,” dedim. “Nasıl?’ Bunu bir süre sürdürdük, ama daha baştan yararsızdı. Albright’ın. parasını alacağımı, istediği şeyi -yasadışı olmadığı sürece- yapacağımı biliyordum, çünkü bu küçük evin bana ihtiyacı vardı ve ben onu yüzüstü bırakmayacaktım. Bir şey daha vardı. DeWitt Albright beni huzursuz ediyordu. Đri bir adamdı, iri ve güçlü. Omuzlarını tutuş biçiminden, şiddete eğilimli biri olduğunu anlıyordunuz. Ama ben de iri bir adamdım. Ve genç adamların çoğu gibi, gözümün korktuğunu itiraf etmekten hiç mi hiç hoşlanmazdım. Bilmem farkında mıydı, ama DeWitt Albright beni gururumdan kıskıvrak yakalamıştı. Ondan ne kadar çok korkarsam, önerdiği işi kabul edeceğim de o kadar kesindi. Albright’ın bana verdiği adres, Alvarado’da küçük, kahverengimsi sarı bir binaydı. Çevresindeki binalar ondan yüksekti, ama hiçbiri onun kadar eski ya da saygın görünüşlü değildi. Siyah, dökme demir kapıdan geçip Đspanyol tarzı hole girdim. Görünürde kimseler yoktu, bir tabela bile yoktu; yalnızca üzerinde herhangi bir ad yazmayan, yan yana dizilmiş bir dizi kapının oluşturduğu, krem rengi bir duvar. “Buyurun?” Ses beni yerimden sıçrattı. “Ne?” Dönüp küçük adama bakarken, sesim zorlanmaktan çatallaşmıştı. “Kimi aradınız?” Ufak tefek, beyaz bir adamdı; sırtında aynı zamanda üniforma olan bir takım elbise vardı. “Ben mi? Şeyi arıyordum… hımm… şeyi…” Kekeliyordum. Adamın adını unutmuştum. Odanın fırıl fırıl dönmemesi için gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Bu, Texas’tayken, küçük bir çocukken edindiğim bir alışkanlıktı. Bazen, yetkeli, beyaz bir adam beni hazırlıksız yakaladığında kafamı öyle bir boşaltırdım ki, aklıma söyleyecek tek bir sözcük gelmezdi. ‘Ne kadar az şey bilirsen, başın o kadar az derde girer,’ derlerdi. Bunun için kendimden nefret ediyordum, ama beni bu biçimde davranmaya zorladıkları için beyazlardan da nefret ediyordum; siyahlardan da. “Size yardımcı olabilir miyim?” diye sordu beyaz adam, bir kez daha. Kıvırcık, kızıl saçları, sivri bir burnu vardı. Hâlâ yanıtlamadığımı görünce, sözünü sürdürdü: “Teslimatları saat dokuzla altı arasında kabul ediyoruz.” “Yo, hayır,” dedim, anımsamak için var gücümle çabalarken. “Evet, öyle! Şimdi, gitsen iyi olacak.” “Hayır, demek istediğim…” Ufak tefek adam duvarın dibindeki küçük bir yükseltiye doğru geriledi. Oraya bir yere bir cop gizlediğini tahmin ettim. “Albright!” diye haykırdım. O da bana bağırdı: “Ne?” “Albright! Buraya Albright’ı görmeye geldim!” “Albright ne?” Gözlerinde kuşku vardı; eli yükseltinin gerisindeydi. “Bay Albright. Bay DeWitt Albright.” “Bay Albright mi?” “Evet. Onu göreceğim.” “Ona bir şey mi getirdin?” diye sordu, zayıf, kemikli elini uzatarak. “Hayır. Onunla randevum var. Yani, onunla buluşacaktık.” Bu küçük adamdan nefret ediyordum. “Onunla buluşacaktın, demek? Daha adını bile anımsamıyorsun.” Derin bir soluk aldım, sonra tatlı, çok tatlı bir sesle şöyle dedim: “Bay DeWitt Albright ile bu gece buluşmak üzere sözleştik; saat yediden sonra.” “Onunla yedide mi buluşacaktın? Şu anda saat sekiz buçuk. Çoktan gitmiştir.” “Bana, yediden sonra, ne zaman istersen gel, dedi.” Elini bir kez daha bana doğru uzattı. “Sana bu gece buraya gelmen için bir not falan verdi mi?” Ona bakıp başımı salladım. Yüzündeki deriyi sıyırıp almak isterdim; tıpkı bir keresinde beyaz bir oğlana yaptığım gibi. “Đyi ama, hırsız falan olmadığını nereden bileyim? Seni, adını bile anımsamadığın birinin yanına götürmemi istiyorsun. Dışarda bekleyen bir ortağın olabilir, ben seninle meşgulken o da…” Bu oyundan bıkmıştım. “Boş ver, unut gitsin,” dedim. “Onu gördüğün zaman, ona Bay Rawlins’in geldiğini söyle. Bir dahaki sefere bana bir not vermesini, elinde not bulunmayan zenci serserileri içeriye sokmadığını da ekle.” Gitmeye hazırlandım. Bu küçük, beyaz adam beni yanlış yerde bulunduğuma inandırmıştı. Eve dönmeye hazırdım. Parayı başka yerden bulurdum artık. “Bekle,” dedi. “Burada bekle; bir dakika sonra dönerim.” Krem rengi kapıların birinden yan yan geçti, kapıyı arkasından kapadı. Bir an sonra, yuvasına oturan kilidin çıtırtısını duydum. Birkaç dakika sonra kapıyı araladı, eliyle kendisini izlememi işaret etti. Kapıdan geçmemi beklerken sağı solu tarıyor, galiba suç ortaklanma bakmıyordu. Kapı koyu kırmızı tuğla döşeli, üstü açık bir avluya açılıyordu; avluda boyu üç katlı binayı aşan üç tane kocaman palmiye ağacı vardı. Üstteki iki katın dahili kapılarını çevreleyen kafesişlerini saran sarmaşıklardan beyaz ve sarı güller dökülüyordu. Yılın bu mevsiminde hava geç karardığı için gökyüzü hâlâ aydınlıktı, ama yarımay çoktan yükselmiş, içteki çatının üstünden bahçeyi gözlüyordu. Gözleri bir Çinli’nin gözlerini andırıyordu, ama ona bir kez daha bakınca, ırkından eskisi kadar emin olamadım. Esmer adam gülümsedi, elini uzattı. El sıkışmak istediğini sanmıştım, ama o yanlanma hafif hafif vurmaya başladı. “Hey, ne oluyor? Neyin var senin?” dedim, onu iterek. Çinli’ye benzeyeni elini hızla cebine attı. “Bay Rawlins,” dedi esmer adam, çıkaramadığım bir vurguyla. Hâlâ gülümsüyordu. “Kollarınızı azıcık yukarıya kaldırın, lütfen. Yalnızca kontrol ediyorum.” Gülümseyişi genişledi, bir sırıtışa dönüştü. “Ellerini kendine sakla, dostum. Kimsenin beni bu biçimde ellemesine izin veremem.” Ufak tefek olanı cebinden ne olduğunu anlayamadığım bir şeyi yarısına kadar çıkardı. Sonra bize doğru bir adım attı. Sımanı elini göğsüme dayadı; bileğini yakaladım. Esmer adamın gözleri ışıdı, bir an gülümseyerek bana baktı, sonra ortağına şöyle dedi: “Merak etme, Manny. Sorun yok.” “Emin misin, Shariff?” “Tamamdır. Adam zararsız, yalnızca biraz sinirli.” Shariff’in dişleri koyu esmer dudaklarının arasından parladı. Bileği hâlâ avucumdaydı. “Onu rahat bırak, Manny,” dedi. Manny elini yeniden cebine soktu, bir an sonra çıkartıp arkasındaki kapıya vurdu. Kapıyı DeWitt Albright açtı. “Easy,” dedi gülümseyerek. “Kendisine dokunmamızı istemiyor,” dedi Shariff; bileğini bıraktım. “Tamam, bırakın,” dedi Albright. “Benim için önemli olan, tek başına olup olmadığını öğrenmekti.” “Eh, patron sensin.” Shariff’in sesi kendinden fazlasıyla emindi; hatta biraz da kibirli. “Siz ikiniz gidebilirsiniz artık.” Albright gülümsedi. “Easy ile iş konuşacağız.” Bay Albright büyük, açık renk bir masanın arkasına geçti, kemik rengi ayakkabılarını kaldırıp yarısına kadar dolu bir Wild Turkey şişesinin yanına koydu. Arkasındaki duvarda bir takvim asılıydı; takvimde böğürtlenle dolu bir sepet resmi vardı. Duvarda başka bir şey yoktu. Zemin de çıplaktı: orasına burasına renk benekleri serpiştirilmiş, düz, sarı muşamba. “Oturun, Bay Rawlins,” dedi Albright, masasının karşısındaki iskemleyi göstererek. Başı açıktı, paltosu da görünürlerde yoktu. Sol kolunun altında, omza takılan, beyaz deriden bir tabanca kılıfı vardı. Tabancanın namlusu neredeyse beline kadar uzanıyordu. “Ne hoş arkadaşlarınız var,” dedim, odayı incelerken. “Onlar da senin gibi, Easy. Ne zaman biraz kol gücüne gereksinsem, onları ararım. Dışarıda, uzmanlık isteyen işleri yapmaya hazır koskoca bir ordu var; yeter ki doğru bedeli öde.” “Şu ufak tefek olanı Çinli mi?” Albright omuzlarını silkti. “Kimse bilmiyor. Bir yetimhanede büyümüş, Jersey’de. Đçki?” “Elbette.” “Đnsanın kendi adına çalışmasının yararlarından biri. Đçki şişeni masanın üzerinde tutabilirsin. Ötekiler, o büyük şirketlerin başkanları bile içkiyi en alt çekmeceye saklamak zorunda; oysa ben canımın istediği yere, masanın ortasına bile koyabilirim. Đçmek istiyor musun, güzel; benim için fark etmez. Đstemiyor musun? Kapı hemen arkanda.” Bir yandan konuşuyor, bir yandan da masasının çekmecesinden çıkardığı iki küçük kadehe içki dolduruyordu. Silah ilgimi çekmişti. Kabzası ve namlusu siyahtı; DeWitt’in süslü püslü giyim eşyaları arasında beyaz olmayan tek şey. Bardağı elinden almak için öne doğru eğilince, sordu: “Evet, işi istiyor musun, Easy?” “Eh, bu düşündüğünüz işin cinsine bağlı.” “Birini arıyorum; bir dostum adına.” Gömleğinin cebinden bir fotoğraf çıkardı, masanın üzerine koydu. Genç, güzel, beyaz bir kadının başıyla omuzlarını gösteren bir fotoğraftı. Aslında siyah-beyaz çekilmiş, ama caz şarkıcılarının gece kulüplerinin önüne asılan fotoğraflarındaki gibi, sonradan renklendirilmişti. Çıplak omuzlarına dökülen açık renk saçları, çıkık elmacık kemikleri ve (eğer fotoğrafçı işini doğru yaptıysa) mavi gözleri vardı. Resme bir dakika kadar dikkatle baktıktan sonra, size bu biçimde gülümsemesini sağladığınız sürece, aramaya değer bir kadın olduğunu düşündüm. “Daphne Monet,” dedi Bay Albright. “Bakılması hoş bir kadın, ama bulunması çok zor.” “Bu konunun benimle ne ilgisi olduğunu hâlâ anlayamadım,” dedim. “Onu daha önce hiç görmedim.” “Doğrusu yazık olmuş, Easy.” Gülümsüyordu. “Yine de bana yardım edebileceğinden eminim.” “Peki ama, nasıl? Böylesi kadınlar telefon numaramı bile bilmez. Siz en iyisi polisi arayın.” “Dostum, ya da en azından dostumun dostu olmayan birini asla aramam ben. Hiç polis arkadaşım yok; dostlarımın da öyle.” “Öyleyse, bir-” Sözümü kesti: “Dinle, Easy. Daphne’nin zencilerle düşüp kalkmak gibi bir huyu var. Cazı sever, aşağı tabakayı ve siyah eti de; ne demek istediğimi anladın mı?” Anlamıştım, ama duymak hoşuma gitmemişti. “Kısacası, Watts’in oralara takıldığını düşünüyorsunuz?” “Bundan eminim. Ama tahmin edeceğin gibi, oralarda dolanıp birini arayamam; uygun ırktan değilim. Joppy beni bildiği her şeyi anlatacak kadar iyi tanır, ona sordum, o da senin adını verdi.” “Kızı ne yapmayı düşünüyorsunuz, peki?” “Ondan af dilemek isteyen bir dostum var, Easy. Çabuk sinirlenen biridir; kız da bu yüzden çekip gitti zaten.” “Şimdi de geri istiyor, öyle mi?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir