Wilbur Smith – Bir Avuc Kum

Jake Barton’a göre bütün makineler dişiydi; onlarda kadınlara özgü çekicilik, zekâ ve şirretlik vardı. Bu yüzden mango ağaçlarının altında duran araçları görür görmez, bunlar Demir Lady’ler, diye düşündü. Majesteleri hükümetinin satışa çıkardığı eski, hurda araç gereçlerden uzakta duruyordu onlar. Aylardan mayıstı ve sözüm ona serince sayılacak bir mevsimdeydiler, ama gökyüzünün bulutsuz olduğu o sabah, Dar es Salaam bir fırından farksızdı. Jake, Lady’leri incelemek için mangoların gölgesine girince derin bir oh çekti. Çevresi kapalı avluya bir göz attığında, kendisinden başka kimsenin bu beş araçla ilgilenmediğini fark etti. Oradakiler daha çok kırılmış kürekler, kazmalar, sıra sıra duran eski el arabaları ve o tür şeylerle ilgileniyorlardı. Genç adam yine Lady’lere dönerek tropiklere uygun ince köstebek derisi ceketini çıkarıp bir mango ağacının dalına astı. Lady’ler durumları bozulmuş soylulardı. Sert ama biçimli hatları aşınmış, solmuş boyalar ve yer yer beliren paslar yüzünden bozulmuştu. Yaşlanmış eklemlerinden sızan benzin ve makine yağı, tozlarla karışıp siyah çizgiler, topaklar oluşturmuştu. Jake onların soyunu ve tarihini biliyordu. Gereçlerinin durduğu çantaya uzanırken geçmişlerini düşündü. Ustalığın bu beş olağanüstü örneği, Tanganika sahilinde çürüyordu. Şasilerini Schreiner yapmıştı.


Maksim makineli tüfeğinin yerleştirildiği küçük, dik kubbe şimdi boş bir göz çukurundan farksızdı. Araç kurşun geçirmeyen kalın plakalarla kaplanmıştı. Ayrıca düşman ateşinden korunmak amacıyla radyatörün üstü çelik kepenklerle örtülüydü. Ortaları maden kaplı olan tekerlekler yekpare lastikti. Jake motorları söküp alacağı ve aşınmış ama bunca yıl cesaretle dayanmış olan karoseri atacağı için üzüntü duydu. Gençliklerinde zeki Alman komutanı Von Lettow Vorbeck’i Doğu Afrika’nın geniş düzlükleri ve sarp tepelerinde kovalamış olan Demir Lady’ler, böyle bir laubaliliği hak etmemişlerdi. Issız topraklardaki dikenler, zırhlı beş aracın boyalarını çizmiş, zırhların üstünden seken kurşunlar da küçük çukurlar açmıştı. Alay sancaklarını dalgalandırıp arkalarında toz bulutları bırakarak savaşa giren, makinelileriyle etrafı tarayarak Alman askerlerinin dehşete kapılıp önlerinde çil yavrusu gibi dağılmasını sağlayan zırhlı araçlar, o dönemde en parlak günlerini yaşamışlardı. Daha sonra motorları değiştirilmiş ve bunlara 6.5 litrelik Bentley’ler konulmuştu. Lady’ler gözden düşerek sınırda devriye görevine verilmişlerdi. Hoyrat sürücüler yüzünden zamanla bu duruma gelmişler ve 1935 yılının mayıs ayında da satılmak üzere hükümet tarafından buraya gönderilmişlerdi. Gelgelelim Jake en acımasız hoyratlığın bile motorları bozamayacağını biliyordu. Onu ilgilendiren de bu motorlardı. Ameliyata hazırlanan bir operatör gibi gömleğinin kolları kıvırıp, «Hazır olsanız da olmasanız da Jake geliyor, kızlar,» diye mırıldandı.

Kalın kemikli, uzun boylu genç adam, zırhlı aracın üstüne eğilerek büyük bir zevk ve ilgiyle çalışmaya başladı. Dost ifadeli dudaklarını büzmüş, Tiger Ragcaz parçasının başını ıslıkla tekrarlayıp duruyordu. Kısa sürede kalın toz tabakası ve yağlı pislik altında kalmış Bentley motorunu ortaya çıkardı. Ona bakarken, «Ah ne de güzel!» diye fısıldadı. Kalın parmaklı elleriyle motora adeta okşar gibi dokundu. «O namussuzlar canına okumuşlar, sevgilim. Ama yine eskisi gibi çalışacaksın. Buna söz veriyorum.» Doğrulup sırayla bütün zırhlı araçlara baktı. Sonuncuya geldiğinde, üçünü çalışır duruma getirebileceğini anlamıştı. Belki dördüncüyü de kurtarabilecekti. Ama birinin durumu umutsuzdu. Motor çatlayarak ortadan ayrılmıştı. Diğer iki arabanın karbüratör takımları yoktu. Ama birini parçalanmış motordan filan alabilirdi.

Yalnız bir karbüratör takımı daha gerekliydi. Dar es Salaam’da bunu bulmak da olanaksızdı. Bunun üzerine, «Kesinlikle üç motor,» diye kararını verdi. «Tanesi yüz on sterline satarım. Yüz sterlin kadar harcama yapsam, iki yüz otuz sterlin kazancım olur. Bu zor günler için hiç de fena para değil.» Az sonra araçların satılmak üzere çıkarılacağı açık artırmada taşıt başına yirmi sterlin sürmeyi planlıyordu. Arka cebinden çıkardığı saate bir göz attı. Açık artırmanın başlamasına henüz iki saatten fazla zaman vardı. Çantasını zırhlı çamurluğun üstüne bırakıp içinden bir İngiliz anahtarı seçerek hemen işe koyuldu. Yarım saat sonra başını motorun üstünden kaldırıp ellerini üstüpüyle silerek aracın önüne koştu. Krankı çevirirken sağ kolundaki güçlü kaslar kabardı. Ağır motor geri teperek birden çalışmaya başladı. O anda krank Jake’in elinden fırladı. Az kalsın adamın başparmağını da koparıyordu.

Jake, «Tanrım, tam bir yırtıcı kedisin!» diye bağırdı. Tarete çıkıp kontağı kapattı. Az sonra tekrar çalıştırdığında, motor yine sert bir ses çıkardı, ama ardından uyumla çalışmaya başladı. Terlemiş, yüzü kızarmış olan adamın yeşil gözleri sevinçle parlıyordu. «Ah güzelim. Sen Tanrı’nın belası bir kaltaksın!» Arkasından bir ses, «Bravo,» deyince Jake irkilerek döndü. O ara avluda başkalarının olduğunu unutmuştu. Birden utanç duyduğu için kaşlarını çatarak bir mango ağacına dayanmış duran zarif görünüşlü adama baktı. Yabancı, «Harika bir gösteri,» deyince, Jake’in saçları diken diken oldu. Yabancı üst tabakadan olan İngilizler gibi konuşmuştu. Adam pahalı türden krem rengi bir keten takım elbise, kahverengi beyaz ayakkabılar giymişti. Başındaki beyaz hasır şapkanın geniş kenarı yüzünü gölgeliyordu. Ama Jake yine de onun dostça gülümsediğini fark etti. Yüz hatları soylu ve düzgündü. Klasik anlamda yakışıklı sayılırdı.

Bu yüzün pek çok kadını heyecanlandırmış olduğu belliydi. Sesi de yüzüne uyuyordu. Adam üst düzeyli bir devlet memuru olabilirdi. Ya da Dar es Salaam’daki alaydan bir subay… Ne olursa olsun üst tabakadan olduğu kesindi, İngilizlerin nerede eğitim gördüklerini ve toplumdaki yerlerini açıklayan ince, verev çizgili kravat da bunu doğruluyordu. «Motoru çalıştırmak fazla vaktinizi almadı.» Adam zarif bir tavırla mango ağacına dayanmış bir elini de ceketinin cebine sokmuştu. Tekrar gülümseyince, Jake onun gözlerindeki alay ve kafa tutmayı fark ederek yanılmış olduğunu anladı. Karşısındaki, o kukla gibi adamlardan değildi. Bu alaycı gözler bir korsana aitti ve gölgelerde parlayan bir bıçak kadar da tehlikeliydi. «Diğerlerinin de iyi durumda olduğundan kuşkum yok.» Aslında açıklama değil bir soruydu bu. «Yanılıyorsun, ahbap.» Jake rahatsız olmuştu. Bu şık adamın beş hurda taşıtla ilgileneceğini düşünmek saçmaydı. Ama ilgileniyorsa, Jake ona araçların değerini açıklayan bir gösteri yapmıştı.

«Sadece bu çalışıyor. Üstelik içi berbat halde. Sesini dinle. Çılgın bir marangoz gibi sesler çıkarıyor.» Eğilip motoru susturdu. Sonra aracın önünde durarak, «Teneke!» diye homurdanıp ön tekerleğin yanına tükürdü. Ama üstüne tükürmemiş, buna içi elvermemişti. Gereçleri toplayıp çantasına koydu. Ceketini de omzuna atarak İngilize tekrar bakmadan avlunun kapısına doğru gitti. «Öyleyse açık artırmaya girmeyeceksin demek, dostum?» İngiliz ağaçtan ayrılmış yanında yürüyordu. «Yok canım.» Jake aşağı gören bir tavırla konuşmaya çalışmıştı. «Ya sen?» «Hurda haline gelmiş beş zırhlı arabayı ne yapayım?» Adam hafif sesle gülüp devam etti. «Amerikalısın, değil mi? Teksaslı mısın?» «Mektuplarımı okuduğun anlaşılıyor.» «Makine mühendisi misin?» «Olmaya gayret ediyorum.

» «Sana bir içki ikram edebilir miyim?» «Bunun yerine parasını ver. Bir trene yetişmem gerekiyor.» Adam, «Öyleyse yolun açık olsun,» diye cevap verdi. Jake de kapıdan Dar es Salaam’ın öğle güneşinde kavrulan tozlu yoluna çıktı. Arkasına hiç bakmadan ilerledi. Böylece oradan kesinlikle ayrıldığını belirtmek istiyordu. Jake ilk köşedeki kahveye girerek gizlendi. Ismarladığı Tusker birası kan kadar sıcaktı. Endişeyle düşünürken içkisini yudumladı. İngiliz onun garip bir duyguya kapılmasına neden olmuştu. Adamın araçlarla sadece merak yüzünden ilgilenmediği belliydi. Jake’in bu durumda araba başına yirmi sterlinden daha fazla vermesi gerekebilirdi. Ceketinin iç cebinden dünyadaki tüm servetinin bulunduğu eski domuz derisi cüzdanı çıkardı. Masanın altında parasını saydı. Beş yüz yetmiş sterlini, üç yüz yirmi yedi doları ve dört yüz doksan Doğu Afrika şilini vardı.

Bu kadar parayla o şık İngilizle başa çıkamazdı. Yine de, birasını içen Jake’in çene kasları kararlılıkla gerilmişti. Binbaşı Gareth Swales iriyarı Amerikalının tekrar avlu kapısından girdiğini görünce, hafifçe düş kırıklığına uğradıysa da hiç şaşırmadı. Kendisini göstermemeye çalışan adamın, yaşlı kadınların çay partisine gizlice girmeye kalkışan bir boksöre benzediğini düşünüyordu. Gareth Swales mango ağaçlarının altında, ters çevirip üstüne mendil yaydığı bir el arabasına oturmuş, şapkasını da çıkarmıştı. Dikkatle kesilmiş ve taranmış saçları kızılımsı altını andıran bir renkteydi ve bu parlak saçların şakaklarında beyaz teller belirmişti. Aynı renkteki bıyığı üst dudağının biçimine uyuyordu. Yüzü tropikal güneşinden iyice koyulaştığından mavi gözleri hemen dikkati çekiyordu. Alıcıların toplandığı mango ağaçlarının altına giden Jake’e baktıktan sonra, kaderine razı olarak içini çekti ve yine üstünde hesap yapmakta olduğu zarfa döndü. Durumu kötüydü son on sekiz ay ona hiç de iyi gelmemişti. Mukden’de Çinli komutana teslim etmeye hazırlandığı yük, Liao Nehri’nde Japon gambotu tarafından yakalanmıştı. Bu yüzden de Swales’in on yılda topladığı sermayesi kuş olup havaya uçmuştu. Dar es Salaam limanının 4 numaralı ambarındaki malı ele geçirmek için de türlü oyunlar çevirmesi gerekmişti. Alıcılar on iki gün sonra geleceklerdi. Bunlara beş de zırhlı araç katmak iyi kazanç sağlayabilirdi.

Tanrım, zırhlı araçlar, diye düşündü. Bunlara kendim fiyat biçebilirim. Müşterilerim için bundan daha iyisi sadece uçaklardır. Gareth o sabah bakımsız kalmış, berbat haldeki zırhlı araçlara aldırmamıştı. Tam geri döneceği sırada ön kısımdan dışarıya uzanan güçlü bir çift bacağı görmüş ve az sonra da motor sesini duymuştu. Şimdi onlardan hiç olmazsa birinin çalıştığını biliyordu. Biraz parlak boya ve yerine yerleştirilecek yeni Vickers makineli tüfeği sayesinde beş araç da şahane görünürdü. Aracı çalıştırarak makineliyle de ateş ederse, yaşlı prens hemen kesesini çıkarıp etrafa altınlar saçmaya başlardı. Gelgelelim o Tanrı’nın belası Amerikalıyla uğraşması gerekiyordu. Bu yüzden daha çok paradan çıkabilirdi. Ama yine de Gareth fazla endişeli değildi. O adam bir biranın parasını bile güç bulacak bir tipe benziyordu. Şapkasını giyip ağzından çektiği ince yaprak sigarasının külüne bakarak yerinden kalktı ve ağır ağır gruba yaklaştı. Başına bembeyaz bir türban takmış, sakallı, ufak tefek bir Sih olan açık artırma memuru, en yakındaki zırhlı aracın üstüne küçük bir kara kuş gibi tünemişti. Kendisine ifadesiz ve camlaşmış gözlerle bakan insanlara yalvarır gibi konuşuyordu.

«Haydi beyler! Tatlı bir sesin, ‘On sterlin,’ diye bağırdığını duyayım hele. Bu şahane taşıtların her biri için ‘On sterlin’ diyen var mı?» Başını yana eğerek bekledi, ama kimse kımıldamadı ve ses çıkarmadı. «Beş sterlin lütfen? Lütfen biri ‘Beş sterlin’ der mi? İki sterlin on şilin beyler… Sadece elli şiline bu şahane makineleri, bu eşsiz, bu güzel…» Birden susup çikolata rengi elini alnına götürdü. «Lütfen bir fiyat verin, beyler.» Teksaslı vurgusuyla konuşan biri seslendi. «Bir sterlin.» Sih birden canlandı. «Bir sterlin verdiler. ‘İki sterlin’ diyen var mı? Yükselten yok mu? Bir sterline satıyorum.» Gareth Swales yaklaşınca insanlar saygıyla iki yana çekilip ona yol verdiler. «İki sterlin.» Sesi yumuşaktı. Ama sessizlikte yüksek çıkmıştı. Jake’in kasları gerildi, ensesi kızardı. Sonra başını çevirerek ön sıraya ulaşmış olan İngilize baktı.

Gareth, Jake’in kötü bakışına şapkasını hafifçe kaldırıp gülümseyerek karşılık verdi. Hintli, iki adam arasındaki çekişmeyi hemen sezerek canlandı. «İki sterlin verdiler,» diye şakıdı. Jake homurdandı «Beş.» Gareth, «On,» diye mırıldanınca, Jake kontrol edemediği yakıcı bir öfkeye kapıldı. Bu duyguyu iyi bilirdi. Engel olmaya çalıştıysa da başaramadı; kontrolünü yitirerek bağırdı. «On beş.» O anda bütün başlar ince İngilize döndü. Gareth nazik bir tavırla başını eğdi. Sih sevinçle atıldı. «Yirmi. Yirmi verdiler.» «Ve beş.» Jake öfkesi arasında bu İngilizin Demir Lady’leri almasına izin veremeyeceğini hissediyordu.

Araçları satın alamazsa yakacaktı. Sih bir ahununkini andıran gözlerini Gareth’e dikti. «Otuz mu efendim?» Gareth gülümseyerek yaprak sigarasını salladı ama hafif bir endişeye kapılmıştı. Amerikalının verebileceğini sandığı parayı çoktan aşmışlardı. «Ve beş daha.» Jake’in sesi öfkeden hırıltılı çıkıyordu. Cüzdanındaki parayı son meteliğine kadar verse arabaları alacaktı. «Kırk.» Gareth’in gülüşünde bir zorlama vardı artık. Hemen hemen kendi sınırına yaklaşmıştı. Bütün mali kaynaklarını uzun süre önce sağmış bulunuyordu. «Kırk beş.» Jake’in sert sesinden uzlaşmayacağı belliydi. «Elli.» «Elli beş.

» «Altmış.» «Bir beşlik daha.» Jake sınırı geçmiş, artık pırıltılı şilinleri de feda etmeye başlamıştı. Gareth Swales, «Yetmiş,» diye mırıldandı. Burada kalacaktı. Araçlardan kolaylıkla sağlayabileceği parayı elde etme umudunu üzüntüyle kafasından çıkardı. Bütün serveti üç yüz elli sterlindi. Daha fazla para süremezdi. Taşıtları kolay yoldan elde edememişti. Deneyebileceği bir düzine yol daha vardı. Bunlardan biri sayesinde araçları alacaktı. Hem her birini bin sterline de satabilirdi. Birkaç yüz sterlini olmadığı için bu kazancı kaçırmak niyetinde değildi. Jake, «Yetmiş beş,» derken kalabalık heyecanla mırıldandı ve gözler Binbaşı Gareth Swales’e gitti. Sih hevesle, «Beyefendiler seksen veriyor musunuz?» diye sordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir